- 767 Okunma
- 2 Yorum
- 1 Beğeni
'mendebur mağarası'
Cehennem de yanacaklar içindi yaşadığımız yüzyıl.
‘Rüyamda görseydim inanmazdım’ dedi. Zifiri karanlığın resim yaprağı gibi arka sıralara konacağı ve kırmızı bir akıntının mavi gökyüzünü ortaya çıkaracağı andı. Çenesi, dizkapaklarının pürüzlüğüne benziyordu. Elini çekti ve ‘hayır’ dedi, ‘rüya değildi.’
Beni çağırdı. Uyandığımda ürkütücü bir karın ağrısıyla tuvalete gittim. Neyse ki ağrının sebebinden kurtulduktan sonra rahatladığımı fark ettim. Biliyor musun bazı sabahlar aynı şeyleri ben de yaşıyorum. Düze çıkmak ya da yeniden okulu bitirmek gibi düşün. Kuşkulu, bu dar halimden kurtulmak için dua ediyorum. Ne dediğimi bazen ben de tam olarak bilmiyorum ama dua edince bir süreliğine rahatlıyorum. Huzursuzluğun geceden kaynaklanmadığı, aksine gündüz akılda kalanların stresiyle gece kahrolmaya başladığımı söyledim.
Başka türlü de anlatabilirdim. ‘Orospu çocukluğunun alemi yok’ dedi Pitu. Öyle zor günler vardı ki, hafif makinelinin sesine aşina olunan geceler gibi… Gözlerini boşluğa, o uçsuz bucaksız karanlığa dikmişsindir ve arada ateş böceklerinden daha hızlı ve huzursuz mermi izlerini gördüğünü söylersin. Bir gece işte, yine kırmızı alarm verilmiş bir karakol önünde pinekleyen köpeğin havlama sesinden dolayı çatışmanın bittiğini öğrenmiştik. O köpeğe ne isim verdiler biliyor musun? Aylardır yarım ekmek köfte yemiş inşaat işçisine benziyordu o hali. Memnundu. Kur hesabı düşünüldüğünde maaşı döviz cinsinden de iyiydi. İki sene de iki artı bir ev alabilecek kadar para biriktirmişti. Yalnız bağırsak problemi yaşamaya başladığını, her gün günde iki öğün köfte ekmek yemekten usanmıştı. Haksızlığa zulmeden bir haklılıkla onun söylediklerini dinlediğimiz o günlerde, Cesur’u Kıtmir’e benzetirlerdi. Ashab-ı Kehf hikayelerini seven ağırbaşlı bir genç vardı. Onun anlattığı menkıbeleri dinlerdik bazı akşamlar. Akşamlar bitiyor, sonra koştura koştura gündüzün de bitmesini bekliyoruz. Ne acayip bir şey bu; ince, kıvrak ve aynı sırada kalçasının aralığından bahsediyorum. Pitu bunu düşününce gülmeye başladı. Kapıyı sert bir şekilde örtüp, içerinin sıcaklığıyla boşlukla oyun oynayan fareyi işaret etti. ‘Ula can! Sen ne güzel şeysin öyle!’ Fare sobanın yanına pineklemeden önce Pitu tekrar Cesur’un sesini duydu. ‘Bu gece kurtlar inecek. Acıkmışlardır. Bayat ekmekleri ısıtalım sobanın üzerinde, içine iki yumurta kırar karın ortasına bir delik açar, oraya koyarız’ dedi. Aklımda başka bir şey vardı. Gündüzleri koşuşturmaktan usanmış ve terlemiş Şule’nin kokusu. Güzel mi; çok! Buğday tenli, sanki ulusal bir miras ve korunmalı. Bu kez yosunların bile omzumdan çekilişini hisseder gibi oldum. Sepetin içine insan her zaman başının sığıp sığmayacağını merak etmiştir. Başımı al dedim. Kıvrak, ince bir heykelin beline sarılır gibi soğuktu. Kursağında kalınca daha bir tatlı geliyor nefis.
Pitu ‘Orospu çocukluğunun alemi yok’ dediği andan bu yana üç saat geçti. Bekledik. Bugün de birilerinin gelebileceğini, bizi buradan çıkarabileceğini düşündük ama Pitu ‘bu alemde ne kadar göt varsa, hepsini sikerim ama yine de o şerefsizin yüzüne tükürmekten alacağım zevki bana hiçbir şey tattıramaz’ dedi. Bu aralar ağzını çok bozduğunu söyledim. Böyle rahatladığından bahseder gibi oldu. ‘Bizim takım ne olur, amatörden çıkar mıyız’ diye sordum. Bir ara ikinci lige kadar çıktığımız günlerden bahsetmişti. ‘Hakkat mı la, valla ne güzel günlermiş o günler’ demişti Cemal. Allah razı olsun ki, Mehmet Hoca bizi Kuran öğretmişti. Elifba biter bitmez ilk okuttuğu sure Fetih’ti. Fetih deyince bizim aklımıza tabi rahlenin arkasında duran Fatih geliyor. Ders bitip de suyun başına inip, Mehmet Hocanın medresedekilere aldığı bastığı yerken Fatih’le alay ediyorduk. Çocuk aklı; ‘la Fatiii, senin adın o yüzden mi Fatiii…’ Fatih, garibim ne bilsin, akşam babasının yanına varıp sorduğunda, babası çat pat padişah, İstanbul, şehri almış, Peygamberin müjdelediği insan diye anlatınca, bizim Fatih olayı yanlış kavrayarak gelip bize ‘ben var ya, İstanbul’un sahibiyim. Bir gün büyük adam olunca İstanbul’a gidip, orada saraylarda yaşayacağım’ demişti. Saray lafını da büyük ablası aklına sokmuş. Orada bir sürü kadın varmış ve Fatih her akşam birisiyle ayıp şeyler yapıyormuş. Fetih suresinden sonra Yasin-i Şerif’e geçtiğimiz de medresenin içinde, tuvaletlere bakan, etrafı temizleyen Yasin emceye takılmıştık. ‘Yasin emce, sen ne ettin peki?’
Pitu bunların hiçbirini dinlemek zorunda değil. Dışarıda felaket bir soğuk var. Neyse ki tezek iyice tutuştu da içeri biraz ısındı. Birazdan tezek ilavesi yapmak gerekecek. Acıktığımızı belli dahi etmemeye çalışıyoruz ama yumurta ve patatesten başka bir şey de yok. Yumurta kaç haftalık bilmiyorum, patateslerin etrafındaki yeşil filizler soğuktan iyice siyahlaşmış haldeler. İnsanın burada her an uyuyası geliyor.
Demir tencereyi alıp dışarı çıktım. Parmaklarımı biraz sonra hissetmeyeceğimin ama olsun. Bir şeyler yemezsek iyice güçten düşeceğiz. Pitu iyice tiryakisi olduğu boklu tütünü saracak kağıt kalmayınca, saman kağıtlarını kullanmaya başladı. ‘İşe zaten yaramıyorlar’ dedi. ‘Hem orospu çocukluğunun da alemi yok, altı üstü kağıt. Ölünce adımızı yazacakları bir kağıt parçası işte.’ Tencerenin içine kar doldurmaya başladım. Çok soğuk. Burnumdaki sümüğün donduğunu, burnuma bastırıp, çat sesi duyunca anladım. Tencereyi ağzına kadar karla doldurduktan sonra acele edip içeri geçtim. Pitu gülümseyerek ‘kurt iner dedim de götü donuyor insanın bu havada, kurt salak değilse mağaradan dışarı çıkmaz’ dedi. Yukarıdaki Mendebur mağaralarından bahsediyordu Pitu. Mendebur mağaralarında eskiden Avşar boylarının peynir, et sakladıklarını söylüyorlardı. Sonra burayı bırakıp, göç edince ayıya, kurda kalmış güzelim mağaralar. Birkaç arkeolog gelmişti zamanında. Yanılmıyorsam Kanadalı bir çift, Belçika’daki UAREW adlı bir üniversite ekibiyle buraya kadar gelmişler. Avşar biri söylemiş bunlara. Belçika’da yaşayan bir Türk, anlatmış da anlatmış. Adamlar zaten macera arıyorlar, çıkıp gelmişlerdi yazın birinde buraya. Ne bulmuşlar da ta Belçika’dan kalkıp, hatta yanlarına Kanadalı bir çifti de sürükleyip Mendebur mağaralarına kadar gelmişler. Duyduğuma göre mağaranın içinde dört katman parçalayıp, birkaç resim bulmuşlar. Resimlerde ne olduğunu, kimin yaptığını bilen de yok. Hatta resimleri gören de yok ama efsane olmuş köylüler arasında. Pitu ‘bir gün ben de o mağaraları göreceğim, ister kurt, ister ayı olsun içinde. Hem ne fark eder, Orospu çocukluğunun alemi yok, insan insanı sikerken’ demişti.
Pitu Şule’den bahsetmemi istediği anlar oluyor. ‘Bak yanlış anlama, Orospu çocukluğunun alemi yok ama biz arkadaşımızın namusuna göz dikmeyiz. Sen anlatınca ben de Neriman’ımı hatırlıyorum. Neroy derdim kendisine.’ Ne olduğunu sormama bile hacet gerekmiyordu ki, Pitu ‘babası zengin bir piçe verdi Neroyumu. Kırk gün kırk gece hem ağladım hem içtim. Diyeceksin ki parayı nereden buldun içmek için. Bizim eşek vardı. Maşallah ne yüklersen yükle, katır gibi mübarek taşırdı. Laf dinlerdi. Ne verirsen yerdi. Mızıkçılık da etmezdi. Onu sattım. Babam küfretti, ah etti, anam ağladı. Dedim orospu çocukluğunun alemi yok, Neroy’u istemediniz tekrar. Kız gitti ağlaya ağlaya elin piçine. Mutlu musunuz ha, mutlu musunuz?’ Bir gün Pitu’ya ‘insan öleceğini anladığı zaman, farklı ve mutlu hissettiği her şeyi yeniden hatırlıyor’ dediğimde, ‘çıkar o ağzında ıslanmayanı’ demişti. ‘Sen Neriman’ı öptün mü’ diye sordum. ‘Ben’ dedi, ‘Neroy’umu anadan doğma gördüm. Bunun babası evlerinin bir köşesine deliği bahçeye açılan bölme yapmıştı. Ya banyo filan da değil ama orospu çocukluğunun da alemi yok, orada bunlar su kaynatıp yıkanıyorlardı. Bu dediğimin yerin de baya yukarıda bir penceresi vardı. Neroy bana vaktini söyledi, dedi öğleden sonra üç gibi gel, pencereye çık sana bir şey göstereceğim. Ne gösterecek bilmiyorum ama pencere dediği yeri ahırın oradan gösterince bir acayip oldum. Bu kız şaştı mı, ne oluyor buna dedim. E, Neroy’um benim için yanıyor da o da ses edemiyordu garibim. Tahta merdivenler çıkıverdim dediği saatte. Bir de ne göreyim, benim Neroy’um anadan üryan arkasını dönmüş, sıcak sudan tasla kafasına döküyor. Sabunu saçlarına, sırtına, omuzlarına, göğüslerinden, kalçalarına, bacaklarına her yerine kadar sürdü ama arkadaş bir kez olsun başını kaldırıp pencereden bakmadı. Biliyordu benim onu izlediğimi. He, öptüm mü dersen, Orospu çocukluğunun alemi yok, o beni yanaktan öpmüştür o kadar. Kıyamıyordum ona. Hani bahçede öyle bir gül açar ki, ona dokunmaya bile korkarsın hani, öyleydi Neroy’um benim için. Sen Şule derken, kalçalarının arasındaki hafif ıslaklığı bile anlatırken, benim içime cehennemden lavlar boşalıyor, ateşler içinde kalıyorum. Neroy’um istemeye istemeye gitti. Piçin koynuna girdi. Ondan çocuğu bile oldu. Mutlu mu? Sana yemin olsun her gün beni düşünmüyorsa şerefsizim. Zaten orospu çocukluğunun alemi de yok, babası olacak pezevengi öldürmeye ah ettim. Şuradan kurtulursak eğer, o babasını öldüreceğim. Sonra da gidip bizim şerefsizin yüzüne tüküreceğim. Dede yadigarı pıçahla deşeceğim namusuz kalbini. Hem ben rahatlayacağım, rahatlarım biliyor musun, yapacağım. Ahdim var arkadaş, orospu çocukluğunun alemi yok ki!’
Tenceredeki kar erimiş, su kaynamaya başlamıştı. İki patatesi siyahlaşmış filiz köklerinden ayırıp, tencerenin içine attım. Pitu ‘yumurtalardan koy da iki tane, haşlansınlar arkadaş’ dedi. Pitu’ya baktım. Ne düşündüğümü anladığı için o gülümsedi. ‘Kısmet’ dedi.
Kaya tuzu soğukta iyice sertleştiği için parçalamak zor oluyordu. Ufak keskiyle ucundan biraz alıp, sobanın üzerine koydum. Pitu’ya gözüm kaydı. Yine jileti almış, elinde kesilmemiş bir yer arıyordu. Bir süredir bunu alışkanlık haline getirmişti. İlk başlarda soğuğa alışmak için geçerli bir yöntem olarak görüyordum. Birkaç kez ben de denedim. En acı vereni ayağı jiletle kesmekti. Kalın taban derisine soğuk jilet girince, bir an ayağımın uyuştuğunu düşünüyordum. Kan gelmeye başlayınca rahatlıyor sonra yürümeye başladığımda ya da uyumaya çalıştığımda kesikler sızlamaya başlıyordu. Pitu kar üzerinde yürürken, botun içinde bu kesikler sayesinde daha kuvvetli hissettiğinden bahsediyordu ama ben eskisinden çok farklı hissetmiyordum. O vücudunun başka yerlerini de canı sıkıldığında kesmeye devam ederken, ben bu kan akıtma yönteminden bir süredir uzak duruyordum. Patatesler yumuşamaya başladığında, iki yumurtayı tencerenin içine attım. İçeri haşlanan patates sayesinde güzel kokuyordu. ‘Al’ dedi, ‘şunu yemekten önce, şunu da yemekten sonra iç.’ Uzattığı sigaraları alıp yeleğimin cebine koydum. Birinde çadıruşağı otu vardı. Yemekten sonra hemen uyumamak, canlanmak için boklu tütünün içine karıştırıp içiyorduk. Diğer sigarada boklu tütünden başka bir şey yoktu. Dumanı soba bacasını sararak tavanda duraksayan sigaralarımızı içerken, yumurtanın haşlanırken çıkardığı sesi dinliyordum. ‘Cesur’u özledim’ dedi Pitu. Şurada olsa, patatesin yarısını ona verirdik. Bize bir tane de yeterdi. İyi hayvandı it oğlu.’
Tuzu kadife kumaşın içinde ezerken, sigaranın ucundaki kül yere dökülüyordu. Kafide kumaşı botları silmek için yanımıza almıştık ama hiçbir zaman ben botlarımı silmedim. Pitu bu konu da hassastı. Karı eritip, sıcak suyu dinlendirdikten sonra kadifeyi o suya daldırıp, botlarını siliyordu. ‘Kılcalların botu mahvettiğini biliyorsun arkadaşım, orospu çocukluğunun alemi yok!’
Kadife kumaşımın arasında ezdiğim kaya tuzunun tozlaşmış parçalarına, ağzımızın içinde ıslattığımız işaret parmaklarımızı değdirip tekrar parmaklarımızı ağzımızın içine alıyorduk. Un varken, yaptığımız ekmeği bile içine tuz atmadan yapıyor, sonradan ekmeği tuza bandırıp yiyorduk. Tabi o zamanlar un vardı. Un çuvalının içindeki tozları bir gün saman kağıdının içine döküp, midemizin gazını alsın diye parmaklamıştık.
Patatesi soyup yedikten sonra yumurtalarını tencereden çıkardım. Birini Pitu’ya uzattım. Normalde elimle tutamayacak kadar sıcak yumurtayı avuçlayarak Pitu’ya uzattım. Felaket bir soğuk vardı dışarıda. Sobanın içine tezek ilave etme vakti gelmişti. Tezekler iyice azalmıştı. Yakacak bir şeyler lazımdı. Yumurtalar şans eseri yine bozulmamıştı. Zaten bu soğukta yumurtanın bozulmaması gerekirdi. Bir gün Pitu böyle giderse kısır kalacağımızdan bahsetti. Tepki vermediğimi görünce ‘orospu çocukluğunun alemi yok arkadaş, kalırsak da kalırız, Neroy’um ellerin koynunda, senin Şule’n de yokmuş zaten, kısır kalalım anasını, hem çocuğumuz olsa ne! Böyle orospu çocuğu bir dünyada çocuğumun olmasını istemem’ deyince, ‘Pitu sus zıbar’ demiştim. Geceydi. Rüya görecekti Pitu. Yine rüyasında ölecektik. Aslan gibiydi Cesur havlarken. Çatışma duracaktı. Korkup gittiklerini zannettiğimiz an da yukarıdaki nöbetçinin olduğu yerden kızakla aşağıya inen bir ceset görecektik. Mustafa’ydı o. Paramparça olmuş göğsünün arasında duran, nişastaya benzeyen bombayı fark edemeyenler olacaktı. Biz buraya geldiğimizde, Pitu’yla tek bir göz yaşı dahi dökmeden parçalanmış vücutlarını karı yararak açtığımız çukura gömecektik. Sonra Pitu ‘orospu çocuğu tabut, etrafı çivilenmiş bir şekilde ailelerine vardıklarında, içinde hiçbir şey olmadığını bilmeyen anneleri, babaları ‘açın şu tabutu, evladımı göreceğim’ diyecekler de orospu çocuğu tabutu gösterip ‘teyzem, amcam bu tabut çivilenmiş, açılmaz bu’ diyecekler. Diyecekler arkadaşım, orospu çocukluğu değil mi, diyecekler’ demişti. Cesurun yok olmuş kafasını bir süre aramıştı Pitu. Karın içine saplanmış, et bulamacı olmuş bir şey Cesur’un iri kafası olabilirdi. ‘Bu it yaşasaydı, Mendebur mağaralarına giderdik üçümüz. Oradan birini bulmak daha kolay.’
Pitu’nun biri dediği Allah’tan başkası değil. Öyle bir sevgi ki onda ki, bazen oturup konuşuyor. Allah’la böyle konuşana ilk defa rastlamıyorum ama Pitu’nun bir acayip oluyor. Arada insanların isimlerini verip, küfürlü olarak onları ifade ediyor ve sonra ‘sen mi halledeceksin yoksa ben mi halledeyim onları’ diye soruyor. Pitu, yapma arkadaşım, böyle de konuşulmaz diye onu hiç engellemiyorum. Herhalde yüce Allah’ta kızmıyor ki ona, şu ana kadar başına herhangi bir şey gelmedi. Belki de gelebilecek en kötü şey çoktan başına, yani başımıza geldi de ben farkında değilim.
‘Nasıl’ dedi, çadıruşağı otu katık ettiği tütünden içerken, ‘nasıldı senin şu Şule, anlatsana yine.’ Çadıruşağı otunu normal zamanda içseydik, genişleyen kan damarlarının başka bir yerleri de şişirip, kabarttığından bahsedebilirdik ama bu soğukta yalnızca bir süre daha uyumamamızı sağlıyordu. Ne kadar çok uyursak o kadar enerji kaybediyorduk. Ayakta kaldığımız zaman daha fazla enerji kaybettiğimiz gerçeğini önemsemiyorduk bile. Uyumamalıydık. Saat, evet, saatler ve zifiri karanlık koca boşlukta gözükebilecek en ufak ışığa dahi muhtaç olmak. Umut da böyle bir şey. Asla gelmeyecek bir ışıktan bahsediyorum. Ay ışığı ya da başkası değil. Pitu’nun burada Neroy’una kavuşması gibi bir şey. ‘Mayıs ayıydı. Sanırım on dokuz ya da yirmisi olmalı. O gün çay içmiştik. İyi hatırlıyorum. Çaydan sonra o terlemişti. Hava sıcaktı. Geceydi. İyi hatırlıyorum. Hastayım demişti. Burnunu çekiyordu. Mayıs ayında, hava da sıcakken nezle olmuştu. Nemelazım, istediği kadar burnunu çeksin, aksırsın, öksürsün, yine de ben onsuz o yatağa girmezdim. Hiçbir şey yapmadan uyuduğumuz, hiçbir şeyin değişmeyeceği bir sabaha uyanırken, o hiçbir şeyin değişmemiş olduğuna inandığım gece göğsüme yasladığı sırtının ve bacaklarımın arasına doğru yasladığı kalçasının sıcaklığıyla huzurluydum.’ Pitu, orospu çocukluğunun alemi yok şimdi, bir şey deme ve uyuyalım.
Ses etmemişti. Sabah sigarasını sarmamıştı. Kat kat battaniyelerin altından başımı dışarı çıkardım. Pencereye baktım. Kar yağıyordu. En altta, vücudumla hemhal olmuş battaniyeyi vücuduma dolayıp, yerdeki iki metrelik ip parçasıyla belimden bağladım. Fena bir soğuktu bu. Pitu’ya ses etmeden sobanın kovasını alıp, yere bir güzel döktüm. Yanmış tezek parçalarını yere dökerek, soğuktan bir nebze de olsa korunacağımızı düşünmek aptalcaydı ama bunu yine de yapıyordum. Yerdeki yanmış, külleşmiş tezek parçaları, içeride süren uzunca yürüyüşlerimizden sonra iyice zemine yapışmıştı. Taze yağan kardan alıp, tencereye doldururum diye kapıyı açtım. Karın yağması güzeldi. Az da olsa havanın ısındığını düşünmemize sebep oluyordu. Gökyüzü sakallarını tarayan bir ihtiyara emanet edilmiş gibiydi. Tencereye taze kardan doldurduktan sonra içeri geçtim. Kapıyı kapadım. Pitu’nun sarıp, hazırda tuttuğu sigaralardan bir tane alırsam sorun olmaz diye düşündüm. Pitu bu sigaraları havalar ısınınca, buradan kurtulma ümidiyle çıkacağımız yolda içeriz diye sarmıştı. O sigaralara kendisi de hiç dokunmuyordu. Çantanın fermuarını çektim. Ağır bir tütün kokusu o an burnumu sızlattı. ‘Ne kadar çok sarmış arkadaş bu da kaç hafta sürecek sanki yol’ diye düşündüm. Sigaralardan bir tane alıp, fermuarı tekrar geri kapattım. Pitu gibi saramadığım için hazıra konmanın o an için kusuru olmasa gerekti. Soba kovasına baktım. Keskiyle ahşap dolaptan çıkardığımız parçalardan birini elime aldım. Uzun saplı kibrit çöpü yanar yanmaz, bu dolaptan çıkma parçayı tutuşturmak gerekiyordu yoksa boşuna bir kibrit çöpü yakmış olacaktım. Neyse ki şanslı günündeydim. Parça tutuşunca, üzerine bir iki ufak parça saman kağıdı ve ardından tezeği üzerine koyup, bir süre üflemem gerekecekti. Bu doğumgünü pastaları üzerindeki mumlara üflenen nefesten daha kuvvetli bir nefes olmalıydı ama imkansızdı. Soğuk hava bu kadar kuvvetli bir nefesi engelliyordu. Bu yüzden bir süre dudaklarımı avuçlarımın arasına alıp, ellerimle dudaklarım arasında belli bir sıcaklık dengesi kurmam gerekecekti. Bunu yaptıktan sonra tezeğin yanmasına sağlayacak nefes var olacaktı. Evet, şanslı bir köpek olduğumu itiraf etmeliyim. İnsan değil, bir köpek. Cesur ya da Kıtmir beni affetsin! Bir süre sonra ısınacak içeri. Su kaynayınca yumurta haşlar, Pitu’yu kaldırırım diye düşündüm.
Tuvalet deliğine baktım. Çömelmek zorundaydım. Deliğin içinde Pitu’yla benim sıvılaşmış boklarımız çoktan donmuş bir halde orada duruyordu. Neyse ki sonsuz bir kara sahiptik ve tezek bitmediği sürece o karı eritip hem içmede, hem de tuvalette de kullanabiliyorduk. Yalnız kaynamış kar suyunu tuvalette unuttuğumuz zaman on dakika geçmeden su tekrar donuyordu. Sobanın üzerinden suyu alıp, deliğe dökmek dünyanın en zor işi olabileceği için çömelmeye inat ettim. Donmuş deliğin üzerindeki sıcak çişe bakındım bir süre. Donu eriteceğini hayal ediyordum. Aptalca bir hayalden ibaretti bu yalnızca. Sobanın yanına geldiğimde ikinci tezek parçasını sobanın kapağını açıp, kovaya bıraktım. Pitu günde dört tezek parçası yakarsak, sanırım kışı geçirebiliriz diyordu. Buna inanmıyorum. Yakacak tezeklerimiz bitmek üzereydi. Dört tezek parçası demek; uyandığımızda yaktığımız sobanın iki saat geçmeden sönmesi ve tekrar akşama doğru aynı şeyi bir daha yaşama tecrübesinden başka bir şey değildi.
İki yumurtayı suyun içine bırakıp Pitu’nın yanına geldim. Battaniyelerin altında vücudu içi boş bir çadırı andırıyordu. Dokunarak ‘Pitu uyan’ dedim. Ses gelmedi. Bir daha dokundum ve bu sefer olabildiğince yüksek sesle ‘uyan’ dedim. İniltiydi belki de sesim, tam olarak sesimi duyamıyordum. Kulaklarımdaki ağrının sebebi sesimin yüksek oluşu olamazdı.
Tek tek battaniyeleri kaldırmaya, yüzünü bulmaya çabaladım. Pitu’dan en ufak ses ya da hareket belirtisi yoktu. Yüzünü görmem için son battaniye kalmıştı. Yavaşça onu kaldırdım. Restorasyon görmemiş antik bir büstü andıran suratına baktım. Ağır adımlarla çantayı tekrar açtım. İçinden bir sigara daha çıkardım. Kibrit de çoktu çok olmasına ama yine de Pitu içtiğim iki sigaradan dolayı beni azarlarsa, burada insan gibi hissedebilirdim. Yüzüne doğru sigara dumanını üflemeye başladım. En ufak hayat belirtisi yoktu. ‘Orospu çocukluğunun bir alemi yok Pitu, uyan’ dedim. Battaniyeyi yüzünden aşağılara doğru kaldırınca, Pitu’nun kolunda en son kesilecek yeri, bileğini kestiğini ve battaniyenin içindeki donmuş kanı fark ettim. Sağ elindeki jiletle, donmuş kanı arasındaki bir kağıt parçası dikkatimi çekti. Pitu’ya küfretmek, sövmek, yüzüne vurmak istiyordum. Beni yalnız bırakarak iyi bok yediğini ona söylemek istiyordum. Bunu istiyordum. Bunu söyledikten sonra isterse yeniden ölebilirdi ama bunu mutlaka ona söylemeliydim ve o da bunu duymalıydı.
Pitu’ya bir daha dokunmadım. O kağıt parçasının Neroy’unun, yani Neriman’ın resmi olduğunu biliyordum ama bakmaya utandım. Tezek sönmeden, kova alabileceği kadar sobanın kapağını açıp tezek doldurdum. Son kez iyice ısınmalıydım. Kaynamış suyun içine kalan son on beş patatesi haşlayıp yanıma alacaktım. Sonra da kalan yumurtalardan haşlayıp, buradan çıkmadan yiyecektim. Kaya tuzunu parçalamam lazım dedim. Tuzsuz kalırsam başım belaya girerdi. Kadife içerisine ezdiğim tuzu, yine kafide içinde sarıp, cebime koydum. Pitu’nun sardığı sigaraları da haşlanmış patatesleri de sırt çantama koyduktan sonra haşlanmış yumurtalara baktım. Şuurumu kaybetmiş gibiydim. On tane yumurta haşlamıştım. Hepsini tek tek soyup, çuvaldaki son ve büyük kaya tuzu parçasına ağzıma sokup çıkardığım parmağımla dokunup yumurtaları yemeye başladım. Haftalar sonra iyice küçülen midem bu kadar fazla yiyeceği bir anda içine alamayacak kadar yorgun olduğunu fark edemeyecek kadar aptallaşmıştım. Nereye gidecektim? Eskiden on dört haneli olan ama şimdi kimsenin yaşamadığı köye mi inecektim? Hayır, yolun sonu burasıydı ve gidilecek tek yer Mendebur mağaralarıydı. Oraya çıkarsam Pitu’nun ruhunu yüceltmiş olacaktım. Hayır, nasıl da aptalca geliyor kulağa! On metre yürüdükten sonra karın içinde donup öleceğim. Patatesler, sigaralar ve kibrit çöpleri de benimle beraber donacaklar. Donacağız. Hep beraber acımızı içimize gömüp donacağız. Pitu’ya son bir kez daha baktım. Ağzımdaki sigarayı parmaklarımın arasına aldım. Dudağına doğru elimi uzattım. Hala yumuşak olduğunu ve sanki yaşayan biri gibi uyuduğunu hissettim. İçeri eskiden, hep beraber olduğumuz gibi sıcaktı. Sobanın içinde tezekler gürül gürül yanıyor ve içeri bok kokmaya devam ediyordu. Yaklaştım. Pitu’nun dudaklarına doğru iyice yaklaştım. Parmaklarımın arasındaki sigaradan bir nefes aldım ve nefesimi tuttum. Pitu’nun dudaklarını parmaklarıma araladım. Dişleriyle ağzını sımsıkı kapatması gerekirken, iki parmağımla sertleşmiş çenesini açınca şaşırdım. Pitu ölmemişti, hayır, yanılmıyorum, ölmüştü. Nefesimi içine boşaltırken, dudaklarına değen dudaklarımı bir süre uzaklaştırmadan durdum. Katılaşmış, buzhanedeki ölü bir mandanın kıç deliğini anımsatan sertlik içerideki sıcaklıkla iyice yumuşamıştı. Dudaklarımı çektim ve sigarayı dudaklarının arasına koydum. ‘Elveda Pitu’ dedim. ‘Gidiyorum, ben gidiyorum, senin o çok gitmek istediğin Mendebur mağaralarına gidiyorum.’ Sigaranın ucundaki ateşin üzerine battaniyeyi yasladım ve diğer battaniyeleri de tek tek üstüne yığdım. Ufacık sigara ateşinin bu battaniyeleri tutuşturması zaman alacaktı.
YORUMLAR
-Bu ne bu?
-Kar.
-Böyle kar hiç görmemiştim.
-Burda daha neler göreceksin.
-Neymiş göreceklerim?
-Kurt, köpek.
-Başka?
-Ayı, tilki.
-Başka?
-İşin rast giderse, bir insanoğlu.
-Bu karda mı?
-Bu karda, eğer yolunu bulabilirsen. Ya da o, yolunu yitirmişse. Artık bahtına...
Ferit Edgü - Doğu Öyküleri, sayfa 59, BU
aklıma Bu geldi ve daha fazlası; sıcacık evlerinde oturanlar mesela, ve sözü açıldığında bile rahatsızlık duyulan; aklın ücra köşesine atılmış en başta orada donmuş, dondurulmuşlar, sadece kar kış soğuğu değil, her türlü soğuğa mahkumlar...