- 903 Okunma
- 1 Yorum
- 0 Beğeni
Çocuk Yüzü Gibi
"Güzel şeyler söyle bana" diyen bir çocuk yüzü gibi, öylesine kötüden uzak, güneşli bir gök parçasıydı penceremin bana getirdiği. Her sabahkinden farklı bu tebessümü nerden edinmişti? Bulutsuz, katıksız maviliğinden mi?
Annem saçlarımı okşadığındaki gibi tıpkı, koca bir dünyayı benim saçlarımda dize getirirmiş gibi çok güçlü hissediyordum kendimi.
Hemen bir plan yapmalıydım. Bu ılık duygu terk etmeden içimi, bulutlar birer ikişer penceremin çerçevesini dolduran bana ait o mavilikte belirip o berraklığa gölgeler kondurmadan, kahvaltımı yapıp kendimi dışarı atmalıydım bir an önce. Bir an için bir şey yemeden hemen çıkmayı düşünmedim de değil... Ama bu mavilik öyle bir güneş vaat ediyordu ki, ona layık olmak için dinç bir beden gerekliydi.
Saat çok erkendi hem. Hele Pazar günü için gün başlamamış bile sayılabilirdi. Koca bir haftanın yorgunluğunu atmaya çalışıyordu şehir. Ben nasıl uyanmıştım peki? Daha 8’e bile gelmemişken... Bu dokunulmamış maviyi mi hissetmiştim? Bu beni kendisiyle ilgilenmeye çağıran çocuk yüzünü...
Sahi o küçük kız ne âlemdeydi şimdi? Küçük komşum... Uyuyordu muhtemelen tabii... Ama genel olarak nerdeydi, nasıl bir dünyanın içinde? Arkadaşlarının göğündeki mavi, neden onun penceresine geldiğinde bulutlarla sarılıyordu çepeçevre? Neden o da onlar gibi kuşlarla cıvıltı yarışına girişmiyordu sesiyle?
Onu da katamaz mıydım planıma? Üşüyen elini elimde ısıtır, sıcak ellerle dünyaya dokunmanın mucizesinden söz ederdim ona. "Bak, bu bina soğuk geliyor sana, değil mi? Gri, betondan duvarları asık yüzlü bir adama benziyor tıpkı. Ama birazdan bu durum tamamen değişecek... Biz sağlayacağız bunu. Ellerimizle dokunup iyice bir ısıtacağız onu, ta ki o adam gülümseyene dek." derdim belki.
Hava da öyle güzeldi ki, bir an önce yıkanmak istiyordum onunla. Maviye dokunmak, içimden taşmak; akıp daha gümbürtülü sesler çıkaran, daha neşeli akışlarda kaybolmak... Bir parçası gibi hissetmek bir şeylerin...
Küçük komşumun ellerine sonra bakardım. Daha bulutlu, dışarı çağırmayan, bol bol vaktim olduğu bir zaman... Akmalıydım önce, varana dek bir yerlere. O yerin varmam gereken yer olduğunu içim söylerdi nasılsa. Bu kadar taşmışken içimdeki nehir; bir yol, bir kanal arıyorken kendine, susup oturamazdım köşemde. Ondan da önemlisi kimseyi dinleyemezdim.
Böyle zamanlarda kalabalıklara karışırdım ben genelde. Tanıdık kimse olmadan yanımda, ’herhangi biri’ olmanın engin denizlerinde kulaçlar atar, beni çeşit çeşit kalıba sokan âşina gözlerden uzakta olmanın keyfini sürerek salıverirdim kendimi. Hatta bu özgür hissetme hâlini pekiştirmek için yalan bile söylerdim bazen. Ama sosyal paylaşım sitelerinde söylenenler gibi belli bir amaca yönelik, çıkar gözetenlerden değil... Bol gelen bir elbise giymek gibi bir işlev görüyordu yalanlarım benim... "Şuyum" ya da "buyum" demenin dar kalıbından kurtarıyor, alan açıyorlardı bana.
Hem her zamanki kendim olarak kalırsam nasıl özgürleşebilecektim ki?! Her zamankinden farklı bir adım atmaya kalksam, biraz dışına çıksam sınırın, ’ben’ denen duvar dikilmeyecek miydi önüme hemen tüm heybetiyle? "Sana yakışır mı hiç pamuk şeker yemek, çocuk musun sen?" demeyecek miydi mesela? Ya da "Öyle bir banka oturup boş boş çevreni seyretmek çok garip kaçmıyor mu? Hem öyle yapayalnız, dakikalarca oturman çok davetkâr değil mi? Erkekler de var burda." gibi suçlamalarla sınırın gerisine çekilmeye zorlamayacak mıydı beni?
Zaten çoğu zaman yalana da ihtiyaç kalmazdı. Gerçek anlamda yalnız kalmak kadar ruha bol gelen bir elbise yoktu çünkü. Öyle bir dalından kopuştu ki tekbaşına bir bankta oturmak bir yerde!.. Ama çevrende insanlar varken; hiç tanımadığın, sana doğru baktıklarında orada kimse yokmuş gibi boş bakışlarıyla seni görünmez kılan... Bir bakışın içini dolduran tüm yüklerden sıyrılmış, geçmişsiz, gölgesiz sadece bir beden olarak orada oturuyor olmanın, aynı zamanda ruhunun en çok bedenini ele geçirdiği anlara denk gelmesinin hoş çelişkisiyle hiç korkmadan bakmak önünden akıp giden hayata...
Arkadaşlarımla buluştuğum zamanlarda da kendimi var etme savaşını bırakmış, bir köşeden seyrettiğim olurdu insanları. Ama çok özel birkaç insan varken oluyordu bu. Kabuğumu değil daha ötedekini gören; bakışlarıyla, sözleriyle sınırlar çizmeyen bana...
Öyleleriyle birarada olmak yalnız kalmak gibiydi zaten. Çünkü onlar da aynı kopup savuran o rüzgârın peşinde; iş kıyafetini atıp eşofmanını üzerine geçirmiş, ekran karşısında çekirdek çitlermiş gibi bir ruh hâliyle bulunuyorlardı orda. Gerçek bir dinlenme ihtiyacıydı yani bizdeki. Pazar gününü gerçekten hak ettiği yere getirip geride kalan haftadan ayırıp bir parantezin içine koymak, sıcacık bir kucak yapmak ondan; yeni haftaya başlamadan önce iyice bir ısınmak içinde, gevşemek...
Yine de yalnız kalmanın başka türden bir katkısı vardı uzaklaşmaya. O çok özel birkaç insanlayken bile kıyıdan çok da uzağa savrulamıyordun çünkü. Tamam, çok da sıkı oturması gerekmiyordu ruhuna geçirdiğin o elbisenin... Sağa sola gönlünce hareket edebiliyor, çocukça kelimeler sarf edebiliyordun mesela. Ya da tek bir kelime söylemeden, ’sadece var olma’nın ılık diyarında dakikalar geçirebiliyordun kendinle. Ama yine de bir yerde dikiş yerleri atma tehlikesi geçiriyordu. "Çok da bırakma kendini!" der gibi... "Sonuçta koca bir kadınsın sen, küçük bir kız değil..."
İşte bu güneş bana o küçük kız olmayı vaat ediyordu. "Bırak, deli sansınlar seni..." diyordu. "Pamuk şeker yemek için bu kadar da olsa bir boşluk açamaz mısın kendine? Ya da öyle boş boş bakmak için, bir köşede çevrene..."
Bir yabancı konumunda olan insana bakılan pencerenin çerçevesi çok daha geniş oluyordu... Çok daha ileriye taşıyordu ufuğu. İşte ben pencereden görünen o insan oluyordum böyle günlerde... O insanların, onlara âşina olanlara baktıkları küçücük pencerenin sınırlarına mahkûm olmadan, önlerinden geçip gidiyordum bakışlarında en küçük bir yadırgamaya neden olmadan... Her şeyi yapabilirdim. Kendi çevremde dönebilir, hatta şarkı söylemeye bile başlayabilirdim birden... Nadiren bakışlarda birkaç barikata toslasam da beni kıyıdan çok ötelere savuran bu uzun kulaçlar yüzünden, yine de ancak birkaç saniye sürerdi bu "fazla uzaklaştın" ikâzları... Sonuçta bir yabancıydım çünkü, nereye kadar gideceğimi ben bilebilirdim.
Küçük komşumun kapısının önünden geçerken durdum kaldım yerimde birden... Tıklatsa mıydım kapısını?.. Ve onun aracılığıyla içindeki diğerlerini... Küçük de olsa bir aralık açar mıydı bana? Kabul eder miydi dâvetimi? Ellerim de öyle ısınmıştı ki az önce pencerenin önünde yaptığım bol güneşli kahvaltıdan sonra!.. Tam da küçük bir kızın üşüyen ellerine deva olacak kıvamda...