- 534 Okunma
- 1 Yorum
- 0 Beğeni
435 - KİMSESİZLİK
Onur BİLGE
Ahmet, Virane’de kalan, her gittiğimizde orada gördüğümüz, en sık görüştüğümüz okul arkadaşlarımızdan biri olduğu halde hakkında hiçbir şey bilmiyormuşuz meğer. Ne merak edip sormuşuz ne de o gerek duyup anlatmış. Bir Güneydoğulu, yoksul bir genç olduğunu, bir de çok güzel bir göçmen kızı olan Duygu’yla nişanlı olduğunu biliyorduk. Bir de ablası vardı. Öğretmen olmuştu. Ona ara sıra az da olsa harçlık gönderiyordu. Virane işlemeye başladıktan sonra o da kesilmişti, hatta gerektiğinde o ablasına üç beş kuruş göndermeye başlamıştı.
“Eşek eşeği ödünç kaşır, evladım!” diyordu dede. “Dede, yediğini öde! Şimdi artık sen ona arka çıkacaksın! Dayanak olacaksın. Sıra sende…”
Günlerden bir gün, Ahmet de oturmuştu Makro Paşamızın önüne, kendisini anlatmak, içini boşaltmak için. Yoksulluktan söz açılmıştı da…
Çok kişi yoktu masamızda. Soğuk bir Bursa akşamıydı. Dışarıda diz boyu kar vardı. Yılbaşına az kalmıştı. Çarşılar pazarlar o şartlarda dahi alışveriş edenlerle doluydu. Dükkânlar rengârenk süslenmiş, caddelere apayrı bir ruh gelmişti. Vitrinler yeni yıl için özene bezene dekore edilmiş, allanıp pullanmış, çamlanmış karlanmıştı. Akşamları renkli ışıklarla donatılmış halde daha da cazip bir biçimde ortaya çıkıyorlar, ışıltılarıyla göz alıyorlardı. Esnafta bir telaş, bir heyecan! Sözleşmiş gibi hareket ediyorlardı. Toplu halde müşteri avına çıkmışlardı. Geç vakitlere kadar dükkânlarındalar. Daha bir alakalı, daha bir nazik… Olabildiğince davetkâr… Kapı önlerinde çığırtkanları, kapılara kadar uğurlamalar…
Dünya, menfaat dünyası… Herkes çıkar peşinde… Para önde, onlar arkada… Koşup durmaktalar… Dünya sarı öküzün boynuzunun üstünde dönmekte değil artık sadece. Arzla talep arasında gidip gelmekte…
“Eskiden gelir topraktan elde edilirmiş. Sarı öküzlerle sürülen tarlalardan çıkarmış nafakası milletin. Ekerler dilerler, geçimlerini sağlarlarmış. Onun için öyle demişler. Sarı öküzün boynuzlarının üstünde döndürmeye başlamışlar dünyayı.” derdi babam. “İnsanlar laf olsun diye birbirlerine: “Kıyamet ne zaman kopacak?” diye sorarlar: “Koca öküz kafasını salladığı zaman…” diye cevap verirlermiş.” Galiba artık o zaman, alışverişin bittiği, piyasanın durduğu zamandır.
Ahmet de geçimini Virane’den sağlıyor. Duygu’yla el ele vermişler, kimseye muhtaç olmamak için çalışıyorlar. Arttırabilirlerse çeyiz için düğün için bir köşeye bir şeyler koyacaklar. Koşuşturup duruyorlar. O akşam şöyle söz etmişti kendisinden:
“Herkes okuldan çıkınca evine, annesine koşarken, benim kucağına atılacağım bir annem olmadı. Okuldan gelip de çantasını bir tarafa fırlatan, hazırlanmış bir sofraya oturuveren, yemekten sonra derhal sokağa çıkıp akşama kadar arkadaşlarıyla oynayan, kan ter içinde eve dönen çocuklara karşıdan baktım, gıptayla. Bir evim de olmadı benim. Başkaları gibi akşamları olsun bir araya gelebileceğimiz, mutlu ve sıcacık saatler geçirebileceğimiz bir ailem de olmadı. Ne evimiz oldu, kapısını açıp içine girebileceğimiz, ne de etrafında toplanabileceğimiz bir masamız… Bize ait bir göz odamız, bir yer soframız bile olmadı. Keşke olsaydı da haftada bir gün olsun bir araya gelebilseydik! Sobamız bile olmasaydı da serseydik yer yataklarını, çekseydik yorganlarımızı üstlerimize, birbirimize sokularak ısınsaydık.
Parçalanan bir aileydik. Annem, başka bir kasabada yaşlı bir kadına bakıyor, gece gündüz orada kalıyordu. Babam, nerde iş bulursa orada çalıyor, gurbet gurbet geziyordu. Ablam, daha küçücük yaşında zengin bir aileye hizmetçi olarak verilmişti. Bense hem okumaya hem orada burada çalışarak yiyecek bir şeyler ve yatacak bir yer sağlamaya uğraşıyordum kendime.
Okuldan artakalan zamanlarda, tatillerdeyse gece gündüz dayımın çayhanesinde çalışıyordum. Aralıksız bir aşağı bir yukarı koşuşturmaktan, dükkânlara çay taşımaktan ayaklarımın üstüne basamayacak hale geliyor, gece yarısı aynı mekânın arka bölmesindeki tahta bir sedire serili incecik minder eskisinin üstüne kıvrılıp yatıyor, tüyleri dökülmüş yün battaniyenin altına büzülüyor, bir türlü ısınmayan yatağımda, buz tutan ayaklarıma rağmen bir süre sonra yorgunluktan sızıp kalıyordum. Yine aynı yerde yatıyor olsaydım da keşke, beni birazcık olsun ısıtıvermek için yanıma sokuluveren bir annem, ablam ya da babam olsaydı. Olsaydı da bir kerecik güven içinde, sevmenin sevilmenin hazzıyla sarhoş bir vaziyette sıcacık bir uykuya dalıverseydim! Mışıl mışıl uyusaydım! Bir el olsaydı keşke bir kereliğine olsun saçlarımı okşayacak, sırtımı sıvazlayacak. Bağrına basacak biri olmamıştı, olması da muhaldi.
Her sabah gözlerimi kaşlarımı kaldırmak suretiyle, zorla açmaya çalışarak uyanıyordum. Gözlerimin içine birer avuç biber serpmişler gibi… Kirpiklerim çapaklanmış, birbirine yapışmış. Dinlenmiş halde ve zinde vaziyette değil de aksine, bir güzel dayak yemiş de yerinden kalkmaya mecali kalmamışçasına, o denli her tarafı ağrı sızı içinde kalkıyordum. Akşamdan kalma ayak ağrılarım nedeniyle bir süre yere basamıyordum!
Ben cinsellik istemiyorum. Sevmek ve sevilmek istiyorum. Sevmek ve sevilmek, hem de ölesiye! Saçlarıma, şehvetten arınmış bir el dokunsun, öylesine... Ya da oynasın saçlarımla bir gece, dizine başımı koyduğumda, ben uyuyuncaya, sevilmeye doyuncaya kadar şefkat dolu bir el... Bunun için evlenmek istiyorum ben dede.”
Ben olsaydım o hayatı yaşayan, ben de böyle ifade ederdim, kimsesizliğimi, sevgiye açlığımı ve asla aldırmazdım, kimin ne diyeceğine. Sözüne devam edemedi. Gözleri dolmuştu. Ağlamamak için kendisini frenlemeye çalışıyor, gözlerini kırpıştırıyor, kaşlarını çatıyordu.
Duygu hiç dayanamazdı ona! Onun üzülmesine değil birazcık hüzünlenmesine bile katlanamazdı. Hemen elini tuttu. Teselli etmek, sevgisiz geçen zamanları telafi etmek istercesine:
“Ben seviyorum seni.” dedi. “Em de çok seviyorum! Ayatım boyunca da ep seveceğim. Merak etme! Ben varım ayatında artıkın. Bak bakayım bana! Aydi unut o zamanları. Gül bakayım! Boy boy kızanlarımız olacak bizim. Değil mi Âmet?”
Ne güzel, ne şeker kızdır, o göçmen kızı! Tepesinden topuğuna kadar sevgidir, şefkattir, aşktır! Ne kadar sıcak bakar, ışıl ışıldır gözleri! Bir kere olsun sesini yükseltmemiş Ahmet’e. Her zaman sanki beş yaşında çocukla konuşuyormuş gibi konuşurmuş onunla. O kadar sevecen, o kadar yumuşak, okşarcasına…
Eskiden daha çok sinemaya gitme ihtiyacı duyardık. Artık hepimiz televizyon karşısındayız. Virane’deki televizyon pek iyi göstermese de, sık sık anten düzeltmeye çıkılsa da bizi mahrum bırakmıyordu. Reklâmlara kadar seyrediyorduk, akşamüstü yayın başladığında. Bazen de vazgeçiyorduk ondan. Böyle sohbeti tercih ediyorduk ama asla kapatmıyorduk. O oradaydı, hep açıktı ve izleyenler de vardı. Dersler sıkışık olduğu zamanlarda, imtihanlar yaklaştığında yasaklanıyor, bulunduğu yere Define’den başka kimse girmiyordu. O akşamki sohbette de ikinci planda kalmıştı.
Ahmet bir süre kendisini toparlamaya çalıştıktan sonra oldukça acıklı hayat hikâyesini anlatmaya devam etti:
“Küçücük bir çocuktum. Gücüm ne kuvvetim ne! Çayhanenin yan tarafında bir kuyu vardı. Gazoz sandıklarını oraya koyarak soğuturduk. Böyle buzdolabı falan nerde! Dayım gazoz şişelerinin sandığına bir ip bağlar, aşağıya sallardı. Gerektiği zaman da benim belime ip bağlar, aşağıya sallar, kaç gazoz lazımda aldırır, tekrar yukarıya çekerdi. Karnım kasığıma yapışır, belimi ip keser, canım çok acırdı ama yapacak bir şey yoktu. İş, işti!”
“Olur, olur ama bu kadarı da olmaz, yahu! Ne acımasız, ne düşüncesiz adammış o adam! Kendi çocuğu olsaydı öyle yapar mıydı acaba?” dedi, Define. Dayanamamıştı anlaşılan! Yoksa kolay kolay söz kesmez, öyle araya girmez. Anlatanın yüzünden gözlerini ayırmaz, arada dinlediğini belirtmek ya da onaylamak için sadece başını hafifçe sallamakla yetinirdi. Ancak akıl almaz ya da hazmedemeyeceği bir şeyler söylendiğinde böyle tepki verirdi.
“Vardı, dede. Kendi çocukları da vardı. El bebek gül bebek… Bir elleri yağda bir elleri baldaydı. Ben kimsesizdim. Onun kanadının altına sığınmıştım. Gidecek yerim yoktu. Orada barındığıma şükretmem gerektiğini söylüyordu gelenler gidenler. “Allah razı olsun bu adamdan! Yetime kol kanat geriyor! Başkası olsa bakmaz! Yurda veriverir! Dua et dayına! Sözünden çıkma sakın!” diyorlardı.”
“Vay namussuzlar, vay! Onlar necikçiymişler orda? Alacaksın bunları, sıraya dizeceksin! Her birini sırayla o kuyuya aynı şekilde indirip çıkaracaksın! Görsünler bakalım dayının iyiliğini! Tatsınlar bakalım, nasıl olduğunu! Acımasız herifler! Nemrutlar!..”
“El, elin çocuğuna acır mı dede! Onunkiler tertemiz giyinirler, ben pejmurde bir vaziyette gezerdim. Onların önlükleri her hafta yıkanırdı, benimki ayda yılda bir… Yarım pabuçla gezerdim. Aynı pabuçla giderdim okula. Onlar da onun çocuklarının eskisi… Ayaklarım buz! Ayaklarım su içinde… Ayaklarım hep yollardaydı yağmurda yaşta… Çoraplarım ya ondan ya da terden hep ıslaktı.
En küçük bir hatamda hak ettiğim hafiften ya da kuvvetli bir şaplaktı… Adamakıllı dayağa çekildiğim de olurdu şöyle eşek sudan gelinceye kadar… Onda hatam birse, onun da işi ters gittiyse ya da bir şeye kızdıysa on misline çıkarılırdı tarafından. Dayak cennetten çıkmaymış! Bir de cehennemden çıksaymış bilmem artık nasıl olurmuş!..”
“Vah evladım, vah!.. Adamın önüne vurmuşlar, “Ah, arkam!..” demiş! Arkan olmadı mı öyle oluyor işte! Neyse ben anlatmayayım, kalsın, başıma gelenleri…” dedi Define. Küçücük çipil gözlerini iyice açmış, acıklı acıklı bakıyordu Ahmet’ın suratına.
“Arada: “Git yıkan be bu gece! Teke teke kokmuşsun!” derdi dayım. Tamam, yıkanacağım da nasıl? Dükkânın tuvaletinde… Ayakta duracağım. Yazsa soğuk kuyu suyuyla, kışsa damarı kırık suyla, içimden rüzgârlar geçe geçe… Zaten soba ne yok orada geceleri. Akşamdan ne kaldıysa geceye kadar o! Öyle her daim odun kömür atılıp durulmaz. Kış günü kapı kapalı, çayhane küçücük, tıklım tıklım… Arkası buz! Pencere camları düşecek kırılacak sanki rüzgârda. O kadar sallanmakta… Ben ıpıslak, zangır zangır…”
“Ay! Anlatma artık! Bana fenalık geldi! Dayanamayacağım!” dedi Define. Titrermiş gibi bir ürperiş ürperdi ki ne olduğunu anlayamadık! Sanki o da oradaydı. Öylesine ıpıslak… Kurulanmaya çalışıyor. Aniden sıtmalanmış, tir tir titremekte…
***
Onur BİLGE
BİN BİR GECE ÖYKÜLERİ – 435