- 491 Okunma
- 1 Yorum
- 0 Beğeni
İŞÇİ
İŞÇİ
Sonbahar, pastel rengi görkemiyle doğaya hâkim oldu. Yapraklar, toprakla buluşup başka canlılara yiyecek ve yaşam alanı olmak için terk ederken yuvalarını; bu olan biteni meydandaki büyük çam ağacı hüzünle izledi. Ölürken yaşatmak. Yaşatırken, çıplaklığın o tüm masumiyetiyle toprağa daha bir sıkı tutunmak ve ortaya çıkmış bu yeni tuvale yalıngözlere bırakmak.
Sabahın altısı oldu. Gün iyiden iyi ağardı. Etrafta, yerlere dökülmüş yaprakların sabah rüzgârıyla oynaşmalarından başka ses yok. Gece vardiyasına kalan işçi servislerinin fren sesleri ve egzoz gazları bu doğal ses bütünlüğünü bozarak arabesk bir hâle getiriyor. Sabah işçi ve memurları taşıyacak olan servis araçları sokakların ilk konukları oldu.
Halis, durağa gelebilmek için üst geçitten aşağıya inerken soğuk bir rüzgârın yüzünü yaladığını hissetti. Acı ve sertti. Yaşamı tarif ederken aslında doğa olaylarından örnekler verebileceğini düşündü. Kendi yaşadıklarına baktığında yaşamın içinde hepsi fazlasıyla vardı.
Simitçi, susam kokan sabah simitlerini getirdi.
“Sıcak simit abiler el yakıyor!”
…
Çok beklemeden servis aracı geldi. Aynı yerden Behzat’ı alıyorlardı ama ortalıkta yoktu. Halis şoföre seslendi; “Bir dakika daha bekleyelim abi neredeyse gelir. O kolay kolay geç kalmaz hatta ilk gelen hep o olurdu. Şaşırdım doğrusu.” dedi.
Servis şoförü Abbas Bey orta yaşlarda yaklaşık 8 yıldır bu fabrikanın servis işini yapmaktaydı. Daha evvel özel bir araçla şehirlerarası yolcu taşımacılığı yaparken; karıştığı kazadan dolayı uzun yol şoförlüğünü bırakmıştı. Bu nedenle arabasında uzun yol araçlarında bulunan tüm aksesuarlar mevcuttu.
Çeşitli küçük aynalar… Yol sloganları. "Sollama beni sollarım seni", "Yolların kralı BMC ise BMC’nin kralı benim." gibi kendilerine özgü "özlü" sözler aracın her yanında asılıydı.
Behzat’ın ağırbaşlılığı şoförün de dikkatinden kaçmamıştı. Bu geç kalışa o da anlam veremedi. “Hayret! Kaç yıldır bu servise biniyor hiç geç kalmazdı. Hatta bir defasında kaynanası hastalanmıştı da yine de durağa gelip haber vermişti.”
Halis servisten inip şöyle bir etrafı kolaçan etti ama hâlen yoktu. Birkaç dakika daha bekledikten sonra mecburen hareket ettiler.
Serviste kuru bir gürültü başladı. “Acep ne oldu?”
Emel “Behzat geçen gün kollarının çok ağrıdığını söylüyordu. Bir şey mi oldu acaba? Ben de doktor edasıyla taşıdığın yüktendir diye dalga geçtim. Geçen günde küçük oğlunun rahatsızlığından söz etti. Herhalde ona bir şey olmuştur.”
Halis “Yok yok ya hep aklınıza kötü şeyler getiriyorsunuz. Tüm bunları nereden çıkarıyorsunuz?”
Bahtiyar “Geçen Cuma işten çıkmadan önce dört gibi idareden çağırdılar. Acep işine son vermiş olmasınlar” dedi.
Servis şoförü TRT1 radyosunu açmış sabah ajanslarını dinliyordu ki spiker “İstanbul Nurtepe’de yasadışı bir örgüte yapılan operasyonlarda çok sayıda silah ve mühimmat ele geçirildi. Yakalanmasalardı İstanbul’u kan gölüne çevireceklerdi” haberini geçti.
Bir süreliğine içerde bir çöl sessizliği, bunu bozansa bölümünde çalıştığı Şevki bozdu. “Arkadaşlar olay anlaşıldı. Behzat mutlaka bunların içindeydi. Çünkü uzun süredir bana sendika, parti falan deyip duruyordu. Bak bak ben anlamıştım. Bunun böyle parti marti işleriyle uğraştığını. Hep yere bakardı. Demek ki bu yere bakışlar sessiz ve derinden çalışmasıyla alakalıymış. Ama bak! Devletimiz nasılda yakalamış öyle sessiz ve derinden çalışmanın bir önemi yokmuş demek ki. Yedi kat yerin dibine de girsen seni bulur çıkarır gün yüzüne.”
Emel “Doğru geçen gün bana da birkaç defa ücret, adalet, kreş gibi şeyler söyleyip durdu. Benim oğlan yeni doğmuştu. -Emel bak! Fabrikanın kreşi olsa çocuğu sağa sola bırakmazsın. Hem çocuğun psikolojisi ve dayanışma bilinci gelişir mi?” demişti.
Servisin en sessiz ve tıknazı olan işçi, “İnsanlara iyi davranıyor hep yardımına koşuyordu. Demek ki tüm bunlar bizleri o işlere bulaştırmak içinmiş. Arkadaşlar, verilmiş sadakamız varmış. Bak yarı yoldan dönmüşüz. Ona uysaydık şimdi nerelerde olurduk bilmiyorum.”
Bahtiyar “Behzat abi farkında mıydınız bilmiyorum ama haklarını hep korurdu. Onun için direnirdi. Bir keresinde hiç unutmuyorum iş yoğunluğundan dolayı iki hafta üst üste mesaiye geldik. Bizim, hiç sosyal yaşantımız olmayacak mı demişti. Sosyal yaşantı ha. O da neyse. Bizim bir yaşantımız o da ekonomik yaşantı. Çalış çabala, çocukları yedir, içir, geçindir. Başka ne isteriz ki devletimizden” dedi.
Bu konuşmalar boyunca Halis sinirlendi, gerildi. Ağzına gelen laflar boğazına dizildi. Bir iki laf söylemek için hamle yaptı ama sonra içinden “bulaşma şunlara” dedi. Sadece çakmak gibi olmuş gözleriyle dışarıya baktı. Ve servisin bir an önce fabrikaya ulaşmasını istedi.
Sonunda dayanamadı Halis; “Bravo yani. Ortada Behzat’ın adı bile geçmiyor. Sadece bizim mahallede yapılan bir operasyondan yazmadığınız senaryo kalmadı. Söylesenize hakkımız olan ücreti istemek, hak hukuk aramak, kreş talep etmek, fazla mesaiye gelmemek suç mu? Bilmiyor musunuz ağlayan çocuğa meme verilmez. Sahi, siz hakkınızı almak için ne yapardınız? Bir araya gelmeyecek miyiz, sendikamızı kurup örgütlenmeyecek miyiz? Sorunlarımızı konuşup tartışmayacak mıyız? Hakkımızı savunmayacak mıyız? Yok, yok siz öyle yan gelip yatarak haklarınızı kazanacağınızı sanıyorsunuz. Utanın bu söylediklerinizden. Gerçi utanma nerde? Siz içinizdeki tüm safraları döktünüz zaten kokuttunuz ortalığı. Gerçeği bilmeden kötülük düşüyorsunuz yollarda. Her izbe ve bataklık, kötülük için bir mekân değildir ama. En aydınlık anda kötülük hemen dilinizin ucunda. Zaten aslını öğlene varmaz öğreniriz.” dedi.
Servis aracı fabrikanın önüne geldiğinde şoförün ani freniyle işçiler kendilerine geldiler. Birbirini meraklı bakışlarla süzdüler. İşe başladıktan sonra da fısıltılar ortalıkta iyice yaygınlaşmaya başladı. Bu durum idareye yansıdı. İdare, neredeyse işçilerin tüm bu söylediklerine inanacaktı. Oysa Behzat cuma günü idari bölüm şefinden yarım gün izin almış akşam da servise binmeden memleketine gitmek için başka bir araçla işyerinden ayrılmıştı.
Bölüm şefi düzgün giyimli sert mizaçlı kırk beş yaşlarında yüzü bakımlı, yuvarlak burunlu, sol yanağının altında derin bir çizgi olan iri yapılı bir adamdı. O derin çizginin mevzusu da derindi. Olaylara bakışında da ayrı bir derinlik vardı. Merakla yanlarına gelen işçilere bir bilge edasıyla; “Biliyor musunuz? Tavşanlar, tez çanlılığı tosbağalara öğretemez. İyilik kendi özünüze duyduğunuz özlemdedir. Kötülük ise özünüzün posalaşmış hâlidir. İçinizdeki kötülükleri şimdi bir dışkı gibi çıkarıyorsunuz. Oysa bunları söyleyen siz değilsiniz. Bu kısacık yaşamınızda, önyargılarınızı en yakın arkadaşınızda test ediyorsunuz.” dedi.
Bölüm şefi daha sonra Behzat’ın durumunu açıklayınca hepsi apışıp kaldı.
“Ya Behzat pırlanta gibi adam onun bu işlerde tası tarağı olmaz.
O altın kalplidir.
O aslan parçasıdır.
O güvercindir, güvercin…
O kimsenin tavuğuna kış demez vs vs.” aldı başını gitti.
Halis tüm bu olan bitene şöyle bir baktı. Yarım saat önce arkasından demediklerini bırakmayan bu insanlar şimdi nelerde söylüyorlardı. Duyduklarına inanamadı.
Hayatın ritmini tutturmuş doğru ve cesur bir şekilde yürüyorsanız iyisinizdir. Ama bir gelin görün ki ayağınız aksadı mı? Arkanızdan söylenenlerin bini bin paradır. Ne iyiliğiniz ne çalışkanlığınız ne özveriniz ne de dostluğunuz kalır. Bunlar sizi gideceğiniz yoldan belki alıkoymayacaktır. Ama heyecana kapılan ağzından çıkanı kulağı duymayan bu “Tez canlılar şimdi merhametli olacağız diye öyle bir konuşmaya başlarlar ki ağızlarından gül kokuları gelir sanırsınız. Belki kötü değildirler ama dost olmadıkları da kesindir. Gerçekler, böylesi zamanlarda turnusol kâğıdı gibidir. Kimin dost kimin düşman olduğunu anlarsınız. Aslında iyi de oluyor. Kiminle hangi koşulda nereye kadar yürüyeceğinizi öğreniyorsunuz.”