- 610 Okunma
- 0 Yorum
- 0 Beğeni
Ormanı Göremezdi
Çok dağınıktı. Savunmasız… Diğerleri gibi o da derli toplu bir gülümseme iliştiremez miydi yüzüne? Her şeyin yolunda olduğunu söyleyen… Hayır, ille de ele verecekti kendini. Gülüşleri hep sahte kaçacaktı yüzünde.
“Bu ne hâl böyle?!”
İşte yine başlıyordu sorgulama. Bir kez de sormadan alamazlar mıydı cevapları? Yeterince cevaplamıyor muydu bedeni, elleri? Yığılıp kalmıştı yine işte! Koltuk mezarı olmuştu yine geçici de olsa. Bütün bunlar yanıtlamıyor muydu varlığına dair her şeyi?
“Yine gömüldün o koltuğa!” dedi babası. “Artık saatlerce ne bir ses ne bir nefes, orada öyle yığılıp kalacaksın yine. İşten değil de cenazeden geldin sanki!”
“Aslında tam da üzerine bastın.” dedi içinden. “Her akşam bu saatlerde üzerimde bir ölünün ağırlığı… Sabah ruhunu vermiş cansız bir bedeni tüm gün sırtında sürükleyen birinin duyacağı cinsten bir bezginlik…”
Annesi çay tepsisini uzatırken, “Oğlum, bu kadar mı cehennem azabı çekiyorsun orda?” diyordu gözleriyle. Anneler azap çeken ruhları hemen tanırdı çünkü. Babalar gibi uzaktan uzaktan bakmazdı onlar. Ormanı değil ağaçları görürlerdi.
Hikmet Bey tipik bir baba gibi bütününü görüyordu resmin. Anlara, ifadelere takılıp on sene sonrasını göz ardı edemezdi. Şermin Hanım gibi bakakalsaydı oğlunun gözlerine, o da görürdü şüphesiz, derinlerdeki o karanlığı. O zaman o da başka türlü düşünür, başka kelimeler söylerdi.
“Çok mu canın yanıyor?” derdi mesela. On sene sonrasını bir saniye bile aklına getirmeden, hep bu an’a yönelik cümleler kurmaya başlar, ağaçlara bakmaktan ormanı göremezdi.
Bu yüzden böyle uzaklara kaçıyordu ya gözleri… Oğlunun içinde yer almadığı daireler çiziyordu odada bakışları. Sanki koltuklarla konuşuyordu… Ya da avizeyle, oğlu yerine bakmayı seçtiği diğer şeylerle… Eşinin, olduğu yerde mıhlanıp kalmasına tahammül edemiyordu artık. Onun oradaki o taşlaşmış hali, bakışlarını ister istemez o yöne çekiyor, içinde oğlunun da olduğu dar bir çerçeveye hapsediyordu gözlerini.
Ne kadar zayıflamıştı yüzü! Annesine neden hâlâ orda durduğunu sorarcasına baktığında görmüştü Hikmet Bey; avurtlarının ne kadar çöktüğünü, yüzündeki o ölüm solgunluğunu…
Orası bu kadar mı soğuktu? O masalar, dosyalar, bilgisayar ekranları, bir ölüye çevirmeye yetebilir miydi bir insanı? “Ben orada çalışamam!” demişti Ahmet. İşe başlamasına birkaç gün kala… “Boğulurum o ruhsuz yerde.”
Hikmet Bey ona çocukken olduğu şekilde yaklaşmış, mızmız bir çocuğun her zamanki kaprislerinden biri olarak karşılamıştı sözlerini. Eşinin kaygılı bakışlarını görmezden gelmiş, bakışlarını başka yöne çevirmesinin her şeyin istediği yönde geliştiği bir dünya kurmaya yeteceğini sanmıştı yine o günlerdeki gibi. Ama oğlu o afacan oğlan değildi artık. Babasının kararlı tavrı karşısında bir anda değişime uğrayacak kadar uçucu değildi istekleri ve hayalleri. Nasıl bir yaşam sürmek istediğini üç aşağı beş yukarı biliyordu artık. Kurguladığı dünyada bazı belirsiz alanlar olsa da en azından nasıl bir işte çalışmak istemediğini biliyordu. Çünkü işin ruhunu doyurmaya yetmiyorsa, o ruh hep aç kalmaya mahkum olacak demekti. Günün en can alıcı saatleri; yaşamın kapılardan, pencerelerden sızıp sesini en gür perdeden duyurduğu en civcivli anlar iş yerinde tüketilen o anlara rastlıyordu tam da çünkü. O seslere karışıp gitmiyorsa sesin, yaşama bir ucundan sen de dokunamıyorsan, bir mezardan ne farkı kalırdı ki bulunduğun yerin?
“Daha ne kadar orda dikilmeye devam edeceksin?” dedi karısına. Kadın derin bir uykudan uyanmışçasına anında döndü ve elinde tepsi ona yaklaşmaya başladı. Ama artık çok geçti. Yeterince görmüştü Hikmet Bey, aylardır kaçmaya çalıştığı, bir baba olmasını önleyecek kadar yüreğine dokunan her şeyi. Oğlunun gözleriyle yüzleşmişti. Yüzündeki ölümle… Şermin Hanım yine anneliğini yapmış, didikleyip durmuştu oğlunu bu kadar mutsuz eden o karanlığı. Kıyısında durduğu uçurumu görmüş, bakakalmıştı biricik yavrusuna. Öyle bir bakıştı ki bu, sadece sahibine değil herkese de gösteren bir ışığa bürüyordu gördüklerini.
Artık istediği kadar kaçırsındı gözlerini Hikmet Bey, nafile! Bir kez bir annenin gözlerinden bakmıştı ya oğluna, artık geri dönemezdi bir babanın tarafsız bakışlarına. “Onun iyiliği için göz ardı ediyorum duyguları. Gelecekteki mutluluğu için…” diyemeyecek kadar bu an’ın içinden seyrediyordu her şeyi. Bu andaydı tüm hayat şimdi. Oğlunun kıpırtısız bedeni, hiçbir şey görmeyen sönük gözleri… Karısının oturduğu sandalyeden taşan kocaman anneliği… Ve bir annenin evladı için sızlayan kalbi… Hepsi de bu andaydı.
YORUMLAR
Henüz yorum yapılmamış.