Karanlık
İçinde uyandığım karanlık odanın çıplak zemininde sırt üstü uzanıyordum. Üstümdeki yıldızların sarı ışıkları altında, keskin dişli, kanatlı bir köpek balığından sürekli kaçan; odanın üç duvarında basılmadık yer bırakmayan kadın, karşımdaki duvarda yıldızların sinsi bakışları eşliğinde çapkın iki aya yakalanmış, tüm çıplaklığıyla, muhteşem bir tabloya erotizm katıyordu. Doğruldum ve başımı hayretle ona çevirdim; yanımda yatan Siyahlı Kadın’a. Gözlerimi üzerinde gezdirdim, upuzun saçları altındaki tüm güzelliğiyle kara boşlukta asılı bir silüet gibiydi.
“Başarmışsın, nasıl yaptın bunu?”
Sessizlik.
“Sen gerçek bir sanatçısın” dedim, öpmek için ona eğilerek. Dudaklarım dudaklarına değdiğinde silüet dağılmaya başladı, yavaşça, çatlayarak… Yüzlerce yıldız gökyüzünden düşerken beliren kırmızının, önce zemine, sonra tüm odaya ağır ağır hakim oluşuna eşlik eden sese yöneldim. Siyahlı Kadın penceredeydi. Elinde keskin nişancı tüfeği… Korkuyla onu izliyordum. Ateş etmeyi keserek bana döndü, silahı açık iki avucu üstünde tutup bana uzattı. Ayağa kalktım. Ağır, ürkek adımlarla ona yöneldim. Pencereden baktım. Sert bir rüzgar esiyordu. Ve bulutlar… Bulutlarla iç içeydik. Silahı aldım, gözümü dürbüne dayadım. Binlerceydiler. Kanlar içinde yerlerde yatıyor, kanlar içinde ceset dağları oluşturmuşlar, kanlar içinde… Binlerceydim.
Gözlükleri ve nefes cihazını sinirle çıkardım ve aptal dikdörtgen metal yığınını yumruklayarak nefesim yettiğince bağırmaya başladım.
“Çıkarın beni buradan, çıkarın!”
Adi görevli sesimi dakikalar sonra duyabildi. Cihazın kapağı açılır açılmaz tekmeyi savurdum. Üstüne yürüdüm.
“Beni öldürmek mi istiyorsunuz siz, ha, öldürmek mi?”
Etrafım bir anda sarıldı. Karnıma yediğim yumrukla kıpırdayamaz olmuştum ki suratıma yediğim yumrukla yere serildim. Tekmelenirken bağırmamak, tüm nefretimi üstlerine kusmamak için kendimi zor tutuyordum.
“Lütfen, özür dilerim, lütfen”
Beni oda görevlisiyle bırakıp görev yerlerine dağılırlarken mırıldanıyordum.
“Güzel bir rüya istemiştim, sadece güzel bir rüya…”
Üstümü başımı düzelterek, görevli eşliğinde odadan çıktım. İki yanı odalarla dolu uzun koridorda topallayarak yürürken az önce üstüme çullanan gönüllülerin sinirli bakışlarını ve sırasını bekleyen bitkin müşterileri görüyordum. Gönüllüler ve müşteriler aynı sınıftandılar: İşçiler. Danışmaya yöneldim.
“Paramı geri istiyorum” dedim sakince, “ne yapmam lazım?”
“Böyle bir şeyin mümkün olmadığını biliyorsunuz.”
“Bakın” dedim kibarca, arkamı dönüp parmağımla koskoca ışıklı yazıyı işaret ederek, burası Rüya Dükkanı değil mi? Ben sizden güzel, şirin bir rüya istedim, siz bana kabus verdiniz!”
“Zaman zaman böyle olabiliyor” dedi pişkin pişkin, “bazı müşterilerimizin geçmişi öylesine kirli ki…”
Bizi dakikalardır uzaktan izleyen iki gönüllü bize doğru geliyordu. Tüm öfkemi içimde tutarak asansöre yürüdüm.
Sabah saatlerindeki aşırı sıcak havadan öğle vakti görevi teslim alan yağmurun, yerini hava kararmak üzereyken kar yağışına teslim ettiği görülüyordu. Merdivenlerde bir an öylece durdum; suratıma çarpan dengesiz rüzgar yüzünden kıstığım gözlerimle çevreyi taradım. Etrafı koca gölge gibi görünen ağaçlarla çevrili boş tarlaya gelişigüzel dağılmış yıkık dökük tek tük bina, ağaçlar, hurda arabalar ve her yanı saran yaban otları ve görünürde ölü diri ne varsa kara bulanmışlardı. Merdivenlerden indim; tam kırk basamak. Arkamı döndüm. Girişteki dev tabelaya baktım: ANIBRİKA kara bulanmıştı. Kana bulanmasınaysa yıllar vardı. Sözde liderimizin bize sunduğu hizmetlerden biriydi, tıpkı pazar gibi. ANIBRİKA! ANIBRİKA! Geçmişinizi mi unuttunuz? Eski boktan dünyanıza ait bölük pörçük anıları birleştirmekte zorluk mu çekiyorsunuz? Gelin birleştirelim! Diyorlardı pis yalancılar. En son yeni açılan bölüm Rüya Dükkanı olmak üzere bu binaya üçüncü gelişimdi. O aptal dikdörtgen metal yığınlarına tam üç kez girdim. İçine uzanıp kapalı kapağın altında kalan cihaza zihninizi kurcalayan anının kodlarını girdikten sonra sırayla iki avucunuzu cihazın üstüne koyup sizi tanımlamasını bekliyordunuz. Gözlüklerinizi takıyor ve başrol oyuncusu olduğunuz filmi izliyordunuz. İlkinde bir katildim. Sevgilimi öldürüyordum. Olamazdı. Böyle bir şey olamazdı. Kafamdaki o güne ait anılar böyle değildi. İkincisinde sevgilisini öldüren bir katil ve tecavüzcüydüm. İtirazımın bedelini dayak yiyerek ödedim. Direnmedim. Direnmenin bedelinin Aylaklar sınıfına dahil edilmem olması kaçınılmazdı. Asilere Aylaklar ismi verilmişti. Ve bir aylak vahşice öldürülmeyi hak ediyordu.
Yürüdüm. Ortalıkta kimseler görünmüyordu. Elimi Lider’in, şimdiye kadar hiç görmediğim, kimsenin gördüğünü de sanmadığım Lider’in, söylentiye göre üç metrelik iri bir vücuda sahip Lider’in emrettiği gibi kısacık kesilmiş saçlarımın üzerinde gezdirdim, karları temizledim ve cebimden çıkardığım sarı başlığı kafama geçirdim. Biz işçilerin rengi sarıydı. Ne olduğunu bilmediğim bir maddeden yapılma sarı çoraplar, botlar, pantolon, yelek, başlık hem yenidünyamızın değişken hava koşullarına hem yaptığımız işe uygundu. Yaptığımız iş neydi? Taş taşımak. ANIBRİKA’nın tam ortasında yer aldığı bu devasa tarlanın bir köşesinde biz yüzlerce kişi eli silahlı Koyu Yeşiller gözetiminde, yüklendiğimiz taşları yaklaşık elli metrelik bir mesafeye taşıyor, taşıyacak taş kalmayınca da taşıdığımız taşları geri taşıyorduk. Ayda bir günlük izin hakkımız dışında sabahtan akşama böyle geçiyordu. İşçilerin birbirleriyle konuşması yasaktı, iş süresince ve hava kararınca. Sarılıların en büyük eğlencesi izinli oldukları günlerde kurulan pazardı. Aldıkları günlük çeyrek parayı biriktiriyorlar ve izin günlerinde pazara koşuyorlardı. En çok ilgiyi iki tezgah görüyordu: Ölüm ve Seks. Bu tezgahlarda ele geçirilen Asiler sergileniyordu. Beğendiğiniz bir Asiyi kiralayıp onu belirli para karşılığı orada öldürebilir ya da onunla hemen orada seks yapabilirdiniz. Ücret, öldürme ya da seks şeklinize göre değişiklik gösteriyordu. Mesela Asiyi bıçakla öldürmek istiyorsanız farklı pompalıyla kafasını dağıtmak istiyorsanız farklı, hem seks hem ölüm derseniz farklı tarife geçerliydi. Kadınlara özel indirimler de mevcuttu. Öldürülen asiler söylentiye göre tarlayı çevreleyen ormanda yaşayan Köpekbaşlılara yem ediliyordu. Asilerin nerelerde yaşadığı, nerede ve nasıl ele geçirildikleriyse çoğu şey gibi muammaydı. Bunun dışında pazarda yiyecek kapsülleri de bulmak mümkündü. Fakat bunlar oldukça pahalıydı. Mesela en pahalı ölüm ve seks tarifesi 3 buçuk parayken, ufacık bir tatlı kapsülü için tüm aylık birikiminizi vermek zorundaydınız. İşçiler çoğunlukla buna yanaşmıyor, iş alanına girişte kendilerine verilen ve gözetim altında yuttukları tek kapsülle yetiniyorlardı. Tadının neye benzediğini söylemek zor; hiçbir şeye benzemiyordu. Fakat açlık da hissetmiyordunuz.
Evime yöneldim, tüm benliğimi saran mide bulantısıyla. Zihnimi sürekli delik deşik eden, öncesini hatırlayamadığım dünyaya ait o görüntülerle. Anımsıyorum. Bir kafedeydik, kafenin cam kenarında. Siyahlı Kadın karşımda… Resim çiziyor. Keyfimiz yerinde.
“Belki tam da buraya, şu iki evin arasına, şirin mi şirin bir köpekbalığı gizlenmiştir, dişleri sipsivridir, herkesi yemeye hazır."
“Böyle mi, oldu mu?”
“Olmadı, şu köpekbalığına kanat da çiz, dişleri bıçak şeklinde... hatta... dur bir dakika... kısa kızıl siyah saçlı, gözlüklü, 35 yaşlarında bir kadını kaçarken bacağından yakalamış olsun."
“Aysel mi bu?”
“Evet! Dur bir dakika, sonra da çapkın iki ay ve yıldızlar da çiz, aralarına Aysel’i, çıplak olsun. Tarihi de yaz şu köşeye.”
“9 Mart 2016, oldu mu?”
Anımsıyorum. Kafenin önünde küçük bir çocuk… Üç tekerlekli bisikletinin kornasına dakikalardır basıp, bağırıyor.
“Yağmur yağacak! Yağmur yağacak! Şemsiyelerinizi alın, şemsiyelerinizi alın!”
Anımsıyorum. Az sonra gürleyen gök. Çocuk bisikletinden iniyor. Kollarını açıyor ve etrafında dönmeye başlıyor. Yağmur damlalarına aldırmadan…
“Ha ha, demedim mi ben size, demedim mi! Yağmur yağıyor, yağmur yağıyor!”
Anımsıyorum. Siyahlı Kadın kalemi bırakıp çocuğu izlemeye başlıyor. Elimi cebime atıp çıkardığım yüzüğü ona uzatıyorum.
“Benimle evlenir misin?”
Anımsıyorum. Bu ses gök gürlemesi değil. Çocuğun bir anda göğe yükselişi... Kaçışan insanlar… Havada uçuşan kollar bacaklar... Ellerindeki silahlarla rasgele ateş eden maskeliler.
Siyahlı Kadın’ı elinden tutup kafenin bahçesine koşuşumuzu anımsıyorum. Duvardan atlayıp koşmaya devam edişimizi. Sağa sola düşen bombaları. O mermer merdivenden yuvarlanışımızı… Merdivene adım atamadan düşen kızın yalvaran bakışları. Kopan kolu. Anımsıyorum. Siyahlı Kadın’la göz göze gelişimizi… Ve onun gözleri… Sonrası yok. Gözlerimi o harabe binanın bir köşesinde açtığımda çırılçıplaktım. Eli silahlı iki Koyu Yeşilli beni ayaklarıyla dürtüyorlardı. Ayağa kaldırdılar. Sarı giysilerimi uzattılar ve taş alanına geldik.
Hurda arabanın önünde durdum. Arkamı döndüm ve birkaç kilometre ötede tüm iğrençliğiyle duran ANIBRİKA’ya baktım. Zirvesindeki ışık hava kararır kararmaz devreye girmiş ve her yanı hafifçe aydınlatıyordu. Sonra bakışlarımı birkaç yüz metre ilerdeki kuleye diktim. Tarihi gösteriyordu. Sadece tarihi. Parlak ışıklarla, onu ilk gördüğüm günkü gibi 2682 yazıyordu. Tüm sırrı çözmeme yıllar vardı. Büyük savaşa yıllar vardı. Eğildim ve hurdanın aynasında kendime baktım. Çatlamış tüysüz suratıma. Morarmış, patlak gözlerime… Elimi tenimde gezdirdim, derim günden güne kalınlaşıyordu. Arabanın kapısını açtım, evime girdim. Arka koltuğa uzandım ve gözlerimi uyumaya kapadım, bir daha uyanmamayı dileyerek.
YORUMLAR
En koyu karanlık şafaktan önceki andır derseler de inanmıyorum ben
Karanlık karanlığı doğuruyor ha bire
Kabus bir başka kabusa gebe
Daha kötüye zincirleme gidiyoruz işte
Üstelik bu karanlığı da kabusa da balıklama atlıyoruz
Buna düzen diyorlar
Zihin dediğin nedir ki dünü bugünle siliyor
Öyle de mükemmel bir sistem işte!
Hayr olsun hayra yor derler adattendir
Sonumuz hayr olsun
olricx
dün bugün karanlık aydınlık iç içe
kimlği unutturuluyor insanın, ki çoğumuz da buna meyilli
Yazıya ait pek bir şey söylemeyecegim. Önceden var olan; bir tutku gibi unutamadığın çok şeye denk geldim ama asıl demek istediğim şöyle bir kanalları gezerken burayı şu an okumamla rahatlamış olmam.
Beden acı ne kadar çekerse çeksin, görünmeyenin acısıyla kıyaslanabilir değil ve karanlık daha ne kadar sürebilir ki..
olricx
devekuşu bile bir tehlike hissettiğinde başını kuma gömer, tehlikeyi anlamaya çalışır, ona göre savunmaya hazırlanır ya da kaçar.
insan öyle değil ki, gömer kafasını kuma, sonra bir kurtarıcı gelsin diye bekler. "ulan biri de çıkmadı şöyle..." laflarını çok duyarız. o kafa kumdayken etrafında neler neler döner ruhu duymaz, duyanlar olmaz mı, olur tabi, onlar Cassandra gibi delirdiğiyle, kafası kumdakiler de öyle domaldığıyla kalır.
bütün siyah tonları giyinmişim...hastalığım...sessizliğim...dünyayı sırtımda taşıdığımı hissediyorum...eskiden dünya güzel bir yerdi oysa...şimdi karanlık...hep karanlık...sadece bi çocuk yüzüyle karşılaşınca gülebiliyorum...tek tük çocuklar kaldı artık...
yazıya geliş nedenim iyi olmasından kaynaklı...yoksa ki konuşmak dilimin yuvasında yine aynı zehir...
olricx
o konuşma isteksizliği bende yıllardır var, söyleyecek çok şeyin varken, tam sözler ağzından çıkacakken görünmez bir el ağzına tepiveriyor onları, içine akışlarını hissediyorsun...
bugün işten eve dönerken yeğenime hediye getirdim, kendisi 4 yaşında... hediyem iki büyük boş, bomboş oyuncak kutusu. havalara uçtu. aldı hemen önce yan yatırdı birini kendine ev yaptı içine girdi, diğeriyle park yaptı, sonra dönme dolap yaptı...
Gule
dünyayı yeterince cehenneme çevirdik... hiç değilse bu çocukların masum dünyasını kirletmeyelim...
metruk bir arkabina ve metruk düşünceler...güzel olan ne var ki.. güzel rüya görelim... hay..
olricx
bi rahat bıraksalar böcekeer her yandan saldırıyorlar
olricx
teşekkürler.
sevgiler...