- 628 Okunma
- 0 Yorum
- 0 Beğeni
Bulutlara Dokunmak
Çok fazla toz var. Pencereler hep kapalı duruyor sanki bu evde. Oysa birsürü açık kanat var... Birsürü boşluk... Hava giriyor içeri doğal olarak, girmeli... Ama sehpada çatlaklar var. Duvarların rengi atmış, küf izleri var kimi yerlerinde... Oksijen miktarıyla ölçülemeyecek kadar başka türden bir havasızlık var yani. Doğal akışı bozan, hiç hesapta olmayan yerlere sürükleyen çatlaklar, pürüzler... Havayı yakalayıp içine hapseden küçük küçük onlarca kuyu...
Öylesine dolanmaktan alıkoyan odanın içinde... Çiğ ışıkta yüzüne aniden tutulan bir ayna gibi kaçmaya zorlayan seni sana hiç benzemeyen o görüntüden, kendine yeniden kavuşup sıkı sıkı sarılmak için... Benim bir uzantım oldu mu hiç bu oda ve içindeki şeyler? Yoksa hep böyle eğreti mi ilişiyordum koltuğa can sıkıcı bir ortamdan bir an önce sıvışıp kaçmak ister gibi, oradakileri kırmamak için bin bir bahane üretmeme neden olacak kadar yoğun bir suçlulukla.
Oysa tek bir toz yok görünürde... Ama ben yine de baştan ayağa onlara batıp çıkmış gibiyim. Eskimiş, dürülüp bükülüp bir kenara atılmış gibi...
Para yenileyebilir mi bir yüzü? Mobilyaları yeniler gibi tıpkı... Doğrudan doğruya böyle bir bağlantı olduğuna emin değilim... Ama paranın yeni mobilyalarla bir ilişkisi olduğu kesin... Onların de yeni bir yüzle...
Banyo yapıp saçını fırçalar gibi bir his veriyordur herhalde eskimiş bir mobilyanın yerine pırıl pırıl yüzüyle yeniliğini haykıran bir benzerini getirmek... Eskide ısrar etmekse, banyoyu geciktirdiğinde kendi kokundan iğrenir hâle gelmek gibi kendinden çok uzağa kaçmana yol açan bir ruh hâline sokuyor aksine.
Arkadaşımı çağıramadım eve. Gelmek istediğine dair hafif yollu imasını geçiştirdim, gözlerindeki pırıl pırıl göğe hüzünlü bir bulut iliştirerek... İki hafta olmuştu kurs başlayalı. Tanışır tanışmaz hemen kaynaşmıştık onunla.
Kurs çıkışı bir yerlere gidelim demiştik. Öyle bir yere yetişme kaygısı olmadan kendimizi ayaklarımızın keyfine bırakmış sürüklenip giderken, ertesi gün bizim oralarda bir işi olduğundan dem vurdu birden. "Uğrarım belki sana" der gibi bir anlamın içine hapsederek kelimeleri... Ya da ben o anlamı kendim verdim onlara. Evim ve tozlar kafamda öyle birleşmişlerdi ki; o yüzden onlara ilişkin en küçük bir gönderme uzun zaman havasız kalmış bir odaya hapsolmuşum duygusu veriyordu... Ve o duyguyu hissettiğim andan itibaren de tek amacım o havasızlıktan bir an önce kurtulmak oluyordu artık. Bu yüzden de olmadık sözcükler sarf edebiliyor, küçücük de olsa bir pencere açmak için debelenip duruyordum.
O yüzden benim arkadaşlıklarım hep belli bir noktada takılır kalır. Yolda giderken ayağın taşa takılması gibi sürecin bir yerinde bir engel belirir birden... ayaklar sürçer, düşme tehlikesi içinde geçen gerilimli birkaç saniyenin ardından yeniden yürümeye girişilir. Ama bu kez öncekinden çok farklı bir yaklaşımın yönlendirdiği adımlarla... Çok daha temkinli...
O noktadan sonra da hiçbir adım arkadaşlığın gelişmesi yönünde atılmaz olur artık... Bir kez o dehşet görülmüştür gözlerde... "Arkadaşım" olarak konumlandırılan insanı o konumdan çok başka bir yere koyan "aşılmazlık duvarı" girmiştir araya. Vazgeçilmiştir bir diğerinden.
İyi ki aşk diye bir şey var... Yoksa nasıl soyunurdum evimden? Aşk kadar bir insanı içinde var olduğu ortamdan soyutlayıp çırılçıplak brakan bir şey daha yoktur herhalde. Bir kır manzarası resminde; yaşadığı koşullara dair hiçbir iz barındırmayan sade bir giysi içinde, tebessüm eden genç bir kızın yüzünde ifade bulan türden sahici bir tek başına var olma hâli...
O kız hangi ülkede yaşıyor, takvimler hangi tarihi gösteriyor gülümsediği o anda? O tarihte o ülkede ve dünyada neler oluyor, hangi tüketim kalıpları, yaşam tarzları geçerli?.. Ve bunlardan da öte bir önem taşıyan diğer şeyler... Daha özel, onu daha net tanımlayan... Ailesindekiler nasıl insanlar? Nasıl bir evde oturuyor? Babasının mesleği ne?.. Ve daha bir sürü kalıplayan, hiç tanımadığın insanlarla seni aynı çerçeveye koyan şey... İşte tüm bu kat kat toplumsal kılıftan sıyıran o büyüyü nasıl yaratabiliyorsa o tablodaki atmosfer, o kızı çevresinden ve ona dayatılan her şeyden kurtarıp sadece kendisi olarak var ediyorsa; aşk da aynen öyle, insanı fazlalıklarından arındırıp özgürleştiren bir şey... "Sen varsın sadece!" diyen... "Gerisi önemli değil..."
*****************
"Yine oraya mı gideceğiz?" Sorudan çok bir yakarış ifadesi vardı sesimde... Utanmasam "lütfen oraya götür beni" diye yalvaracaktım nerdeyse. "Evet" dedi, sesi kocaman bir gülümsemeye sarıp sarmalanmış... Benim bu karşılığımdan sonra nasıl hayır diyebilirdi ki zaten? Acaba telefonu açarken kafasındaki yer orası mıydı gerçekten? Olmasa bile ne önemi vardı ki?!
Aşk; bir insanın kafasında kurguladığı geleceğe başka birinin gönlünce dokunup yeni yeni biçimler verme hakkını kendinde bulabilmesi değil miydi biraz da? O derece saltanat sürmek bir diğerinin kalbinde... "Ben böyle istiyorum" diyebilmek...
Eğer bu "astığım astık" yaklaşım karşıdakinin yüzünde dehşet ifadesine değil, sıcacık bir tebessüme neden oluyorsa, bu O’nun şahsiyetiyle ilgili bir zafiyetten çok aşkı tanıyor olmasıyla açıklanabilirdi: Aşkın insanı bulutlara dokunabileceğine inanan bir çocuk kadar özgür kıldığını bilmesiyle...
YORUMLAR
Henüz yorum yapılmamış.