- 494 Okunma
- 0 Yorum
- 0 Beğeni
ÇEYİZ
ÇEYİZ
Her sabah önce perdeleri sonra da camları açardı ardına kadar. Daha çok gün ışığı girsin daha çok toprak kokusu sinsin istiyordu. Gözlerini karanlığa açmamak için, geceleri holün ışığını açık bırakırdı.
Şu koskoca hayatı yirmi iki kilo metrelik alanda gidip gelmekten ibaretti. Yarısı yerin altında yarısı üstünde geçen bir hayat… Yerin altına bu kaçıncı inişiydi hiç hesaplamadı. Hesapladığı şey ise emekli olacağı gün sayısıydı. Tıpkı şafak sayan asker gibiydi. Hep sayılar vardı hayatında. Bir de yerin kaç metre altına gireceğini biliyordu. Bin iki yüz metreydi yerin altındaki hayatı.
…
Şevket emekli olduğu gün “Şükür, şükür bugünlere.” diyerek tuttuğu çeteleye son çentiği attı. Son çentiği atıp yeryüzüne çıkışının üstünden iki yıl geçti. Kızı Zeynep nişan hazırlığı içindeydi ama eksiklikler vardı. O kömür karası gözleri olan güzel kızının çeyizi eksikti. El âlemin karşısına böyle çıkmak olmazdı. Onu evine yolladığı zaman güven içinde kimsenin ona söz söyleyemeyeceği çeyizle yollamalıydı. Eşiyle konuştu, düşüncelerini paylaştı. Zeyneb’in çeyizi tamamlamak için para biriktirmesi gerektiğini anlattı. Yeniden çalışmak için ocağa girmesi gerektiğini söyledi ve iş başvurusunda bulundu. Firma başvurusunu kabul etti. Ondan iyisini mi bulacaktılar, ne de olsa onca deneyimi vardı. İyi de o her gün ocağa girerken teskere bekleyen asker gibi şafak saymamış mıydı? Kolay mıydı kömürün karasına girmek, ocağa girdiği vardiyalardan gün yüzüne çıkmayı beklemek… Ayakları eskisi gibi ileriye doğru değil hep geriye doğru gidiyordu. Her vardiya değişiminde gün yüzünü gördüğünde ışığa yönelir avuçlarını açar dua ederdi. Bugün de kaza geçirmedi.
Baharları hep özleyendi, bir türlü çiçeklerin kokusunu içine çekemedi. Meyveler tomurcuğa durduğunda, göze ve gönüle; o mutluluğu sunduğunda hep yeraltındaydı. Oysa baharları yaşamak, domur domur bir yaşama kuşanan sevgililerin bahardaki yürüyüşlerini görmek; el ele tutuşup kır kahvesinde şöyle doyasıya karşılıklı çay içmek; belki de bahara dair bir türkü çığırmak, düşlerini iki dudak arasında baharda fısıldamak… Yok, yok bir türlü baharı istediği gibi yaşayamadı. Evinin bahçesindeki erik ağacı çalkaya dönmüş hayat gibiydi. Her zamanki gibi madenin yolunu tuttu. Sabah selamlarıyla birlikte yeraltına yolculuk başladı yeniden. Maden ocağındaki insanlar birbirini hep tanırlardı. Bir nefes kadar birbirlerine yakınlardı. Onlar kocaman bir aile gibiydiler. Ne çok birlikte yan yana oturmuşlardı. Ne çok grevlerde, düğünlerde omuz omuza durmuşlardı…
Mehmet, “Şevket hayırdır bugün afyonun patlamamış.” dedi.
“Yok, gardaş yok. Aha da bahar mevsimi geçiyor bir türlü içime çekerek yaşayamadım onu. Çiçeklerini koklayamadım doyasıya toprağın kokusunu alamadım. Hep şu maden var ya tüm kokuları bastırdı. Kokusuz ve renksiz bıraktı bizi.” dedi. Gözleri kömür karası içinde karşı duvarda kaldı. Duvar gözünde eriyip kocaman bir deniz oldu. Akşam vakti portakal renginde bir güneş çalındı maviye. Renkler turuncu ve maviye dönüştü. Bir pırıltı olup aktı gözlerinde sonra irkilip döndü o gerçeğe;
“Bizimki de yaşam mı be Şevket. Anne karnında kal bir süre karanlık sonra işe gir yine karanlıkta kal. Ve kaçınılmaz sonumuz yine kara toprak yine karanlık.”
“He gardaş. Şu Zeyneb’imin nişan işi olmasa iner miydim bu karanlıklara ve karalara?”
“Sahi Zeyneb’in nişanı ne zaman olacak?”
Az zaman kaldı. Çeyiz tamamlanmak üzere. Zeyneb’im için dayanıyorum. Kadere bak ki yine indik madene.
Her gün bir ilk yaşıyorlardı. İlk kazma ve ilk kürekle ilk vagonun doldurdular. Ustabaşından duydukları tek söz “Ha gayret ha gayret”ti. Maden ocağında kazma sesleriyle kömür vagonlarının raylardaki sesleri birbirine karıştı.
Mehmet, yıllarca hep bu ‘gayret’ sözünü duydu. Söylendiğinde kanını donduruyor, nevri dönüyordu.
“Ya sanki bizim arkamızda motor var. Sonunda insanız, burada elimizden geldiği kadarıyla çalışıyoruz. Ama bunlara yaranılmaz ki.” dedi.
Şevket, Mehmet’in bu söylemlerini duydu. “Ha gayret! Ha…” diye takıldı.
Mehmet tam yirmi yıl bu madende farklı bir ses ya da yaklaşım görmedi. Hep o kazma salladı. Buyruk verenler çalışanlara laf vurdular, çalışanlar kömür kayalarına kazma… Vurdukları her bir kazmanın ardından blok blok kömür kopup geldi kayalardan. Çalışanlar laflardan bir ömür sundular onlara.
…
Nihayet, harala gürelenin içinde yemek molası verildi. Kumanyalar dağıtıldı. Bir taraftan da yine yüksek sesli homurtular geliyordu. Sorunsuz geçen bir gün, istekleri ve sorunlarının çözüm bulunmadığı bir hayat…
Ustabaşı her zamanki gibi sorunları, kömürün külleri ile örtmeye çalıştı.
“Ne var… Dünya standartlarının üstünde bir maden ocağında çalışıyorsunuz. Siz biliyor musunuz? Fransa’nın Marsilya şehrinde maden ocaklarında bir franga insan çalıştırırlardı ve hiçbir güvenceleri yoktu. Hatta şu gördüğünüz tahkimat kuyu ve üretim yerlerini mal ve can emniyeti bakımından çalışılabilir durumda tutmak için yerine göre ağaç, demir ve beton kullanılarak yapılan takviye hiçbir yerde yoktur. Hatta artık ölümlü maden kazaları bile olmuyor… Yılda birkaç tane oluyor. O da işin fıtratında var.” dedi.
İşyerinin fiziki koşullarından hep şikâyetçi olan Mehmet, bazen yüksek sesle bazen ise yanındakinin duyabileceği bir sesle, “Yahu ne biçim şeyler bunlar. Biz sendikadan güvenlik istiyoruz. O, bize kaçıncı yüzyılın maden ocakları ve koşullarından söz ediyor” dedi.
Şevket, bir köşeye çekildi, kızının yaklaşan düşünüyor. Her kazma vurduğunda, her nefes aldığında aklına kızının çocukluk serüveni geliyordu.
Mehmet, Şevket’in bu hâline tanık olduğunda bir şeylerin yolunda gitmediğini düşünerek laf attı. “Öyle değil mi Şevko?”
Şevket birdenbire sesin geldiği yere baktı. “Şevko” işçiler arasında ona söylenen bir söz değildi. Ona hep kızı “Şevko” derdi. İrkilmesi biraz da ondandı.
Onun çalışma deneyimi diğer işçilere göre fazlaydı. Şu sendikaların işçilerden ne kadar kopuk olduğunu ustabaşına anlatmaya çalıştı Mehmet. Şevko’dan bir yardım bekliyordu, ne de olsa onca görüp geçirmişliği vardı. Sorunlar sanki maden gibiydi. Hayatları tıpkı maden gibi kara ve yeraltındaydı.
“Yirmi yıl dilimde tüy bitti. İşçi kardeşlerime, temsilcilerimizi biz seçmedikten sonra bu hikâye hep böyle gidecektir, dedim. Bizi kim dinler. Hep aynı hayatlar, aynı hatalar, aynı başlangıçlar…”
Mehmet bu işe gülsün mü ağlasın mıydı? Diyecek söz var da söyleyecek zaman değil miydi yoksa?
“[ italik ]Güzel söyledin de geçen gün Hasangillerin Salih burada arkadaş arasında konuşurken gelecek dönem sendika yönetimine aday olacağını söyledi. Ne oldu? Salih, verimsiz çalıştığı bahane edilerek sendika temsilcisinin ve idarenin bir tutanağıyla işten atıldı."
Levent Kaptan ustabaşına dönerek; “Gaz drenajında geçen gün gelen denetim elamanları bir sıkıntının olduğunu gördüler ama rapor yapmaya gerek duymayarak konuyu sadece idareye yönlendirdiler. “Kısa sürede halledilebilecek bir iş olması münasebetiyle.” demişler.
Ustabaşı bir taraftan işyeri koşullarının düzeltilmesi ve düzeni, bir taraftan işçilerin sorunları iyice bunaldı. “Kaptan sen her şeye maydanoz oluyorsun. Büyüklerimiz işini bilir onlar halletmiştir.” dedi.
Mehmet de aklında kalan bir olayı paylaşmak istedi. “Hep büyüklerine havale ediyorsun ama onların da adım attığı yok. Kaçamak yolunda kömür molozları gördüm. Allah göstermesin bir sıkıntı olsa o yolu kullanmak imkânsız gibi.” dedi.
Şevket başını yukarı kaldırdı. Gözlerini tavan korumalarına dikti. Maden ocağının eksikliklerine mi kafa yorsun, Zeyneb’inin eksik çeyizlerine mi? Yeniden ocağa inişine neden olan şeyle o an konuştukları mevzu, kafasını dağıtmaya yetmedi. O da hafta sonu tatilinde çarşıda Salih’i görmüştü. Betine benzine kan gelmiş. Birkaç da lakırdı etmişti. Köyde organik tarım yapmaya başlamıştı, çok iyi gitmese de hayatından memnun sayılırdı. Kömür tozları boğazını karıncalandırdı. Boğazındaki gıcığın gitmesi için bir hareketle yere tükürdü. Ne iyi etti, güzel de oldu.
Ortalık toz duman, bedenler birer siluetti ve eğilip doğruluyordu sadece. Sesler görüntünün önüne geçiyor, kömür madeninde üretim sürüyordu. Ustabaşı, “Çok laf ediyorsunuz. İşinizi yapın aklınıza da kötü şeyler getirmeyin.[ /kalin ]” dedi.
Levent Kaptan, kazma seslerinin arasından “Bana bak ustabaşı burnuma kötü kokular geliyor. Yahu bu kadar da işveren yardakçısı olunmaz ki” dedi ve kazmayı yeniden sert bir şekilde madene indirdi. Arkasından lafları. “Biraz da söylenenlere kulak tıkama, geçen gün aha şu gacamak yolu üzerine koyduğunuz molozlar kızışmıştı. Panolar bozuk, yetersiz havalandırma var. Kömürün içindeki piridin yanması çok yavaş, ısı dağılmıyor, kömürün ısısı iyice yükseldi.”
Ustabaşı iyice soru ve sorunlardan boğuldu. Kömür tozu kendisini bu kadar çok boğmadı. “Lan oğlum hepiniz bir mühendis oldunuz. Bak şuradaki genç mühendis bir şey demiyor ama siz her şeyi biliyorsunuz.” dedi.
Genç adam mühendisliği böyle konular gündeme geldiğinde anılıyordu yoksa bir kontrolörden başka şey değildi.
“Ustabaşı doğru söyler de dinleyen kim? Geçen gün kömür tozu infilakı oldu. Kısa süreliydi, kontrol ettik ama bu yakında olmayacak anlamına gelmiyor.” dedi.
Şevket Usta temiz havada tam iki yıl kaldı. Kokuları daha iyi alıyor ve ayırımına varıyordu. “Arkadaşlar burnuma kötü bir koku geldi.” dedi.
Kaptan yine işin dalgasında. “Get lan get! Psikolojiktir. Hani konuşuyoruz ya…”
Genç mühendiste sıkıntılı bir hâl ve telaş başladı. Kimse anlamasın istedi. Bir sızıntı ve sıkıntının içinde. Derdini anlatmak istese kime ne? Daha uyarısını yapmaya zaman bulamadan kocaman bir patlama. Boommmm.
Grizu infilakının etkisi ile çevrede bulunan kömür tozları havaya karıştı. Her şey birbirinin içine girdi. Hava basıncı ile çalışan pnömatik makineler de devre dışı olduğundan göz gözü görmüyordu. Madene kıyamet indi. İşçilerin her biri can telaşı içinde başka bir yöne doğru koştu.
Şevket ilgili madende yeni olduğundan “nefeslik”leri bilmiyordu. Olup bitene bakarken gözü Mehmet’e takıldı, daha on metre gitmeden olduğu yere yığıldı. Kucağına aldı, zorlandı. Havasızlık onu da iyice kastı, onu götüremedi. Nefes alacak bir yer aradı ama ortalıktaki toz dumandan görüş açısı sıfırlanmıştı.
Elini arkasına attı. Soğuk bir şeye temas etti. Oranın duvarın dip bölümü olduğunu düşünerek sırtını dayadı. Sonunun geldiğini anladı. Gözünün önüne Zeyneb’i geldi. Buraya kadarmış. Bu kadarmış. İçinden “Ah be Şevket ah! Kızın düğününü de gör(e)memek varmış. Hep bize mi düşer, bizden yana mı düşer bu kötü şeyler.” Gözü genç mühendise ilişti. Onun temiz hava alacağı alana doğru gideceğini düşündü ve olduğu yerden kalktı, peşine takıldı.
Mühendis hızlı hareket edeyim derken ayağı yerde yatan işçiye takıldı ve düştü. Şevket, panik hâlindeydi. Normal zamanda nabzına ve yüzüne bakardı. Şimdi ise nefes alıp almadığına bile bakmadan yeniden kalktı. Can havliyle bir hamle daha yaptı. Ama artık çok da adım atacak hâli kalmadı. Kömür tozları ciğerini doldurmuştu, nefes almakta zorlandı. Dizlerinin üzerine düştü. Telaşı iyice arttı. Son bir çıkış aradı. Yerde yatan mühendisin yanına kadar gelebildi. Genç adam zor nefes alıyordu. “Mühendis bey cebri havalandırma ne tarafta?” dedi. Mühendis elini kaldırdı ama işareti veremeden kolu düştü. Mühendis kömür tozlarıyla bir oldu. Şevket, bir hamle ile kucağına aldı.“Çok gençsin be oğlum, yaşamalısın.” dedi. Tünelin sonuna baktı çok karanlıktı, gözünün feri kaçtı.
YORUMLAR
Henüz yorum yapılmamış.