- 706 Okunma
- 1 Yorum
- 0 Beğeni
428 - GECELİK
Onur BİLGE
Define, son sözcüğünü dedi ve hemen toz olmamızı söyledi. İtiraz temyiz kabul etmiyordu. Çok ısrar ettik, sohbete devam etmek için. Yakınlarımızı daha fazla bekletmememizi, bunun hiç de iyi bir şey olmayacağını, kendimize yapılmasını istemediğimiz şeyleri başkalarına yapmamız gerektiğini tekrarladı. Bütün bunları biliyorduk, biliyorduk da onu hiç bu kıvama getirip, söyletememiştik. Elimize bir fırsat geçmişti. Sonuna kadar değerlendirmek istiyorduk.
“Madem çok istiyorsunuz, o zaman yakınlarınıza telefon edin, izin isteyin ya da bir şekilde haber gönderin, kalın. Benim için hava hoş!” dedi. “Siz acıkmadınız mı? Ne yiyeceksiniz? İzin kopardınız mı gitmek bilmezsiniz! İpi kırdınız mı tamam!..”
Hepimiz çil yavrusu gibi dağıldık! Kimimiz telefona gitti, kimimiz haber iletecek birini aramaya koyuldu. Zaten gececi öğrencilerdik. Ailelerimiz alışıktı akşamları evlerimizde olmamamıza. Hepimiz evin yolunu biliyorduk. Hem grup halindeydik. Tehlikede değildik. Anarşik olaylara karşı birbirimizi kollamakta, her konuda koruyup gözetmekteydik.
Zaten Kıbrıs söz konusu olanca sağ sol diye bir ayrım ortadan kalkmış, halk rahat bir nefes almıştı. Tek gaye galibiyetti! Çünkü artık bıçak kemiğe dayanmış, canımıza tak etmişti! Bütün Ülke el eleydi.
Biz akademi öğrencileriydik ama daha çok Virane gençliğiydik. Lacivert yaz gecelerini süsleyen göz alıcı yıldızlar gibiydik. Öylesine albenili, güvenli, dimdik… Akşama doğru Altıparmak Caddesinde birer birer belirirdik. Bir araya gelirdik, Bursa gecelerinde. Caddelerinde, sokaklarında gezinirdik. Geç vakitlere kadar semalarını biz süslerdik. Biz en çok Define’nin öğrencileriydik. Başta sevgi ve aşk olmak üzere ondan çok şey öğrendik. Onun için vardı aramızda birlik ve dirlik. Biz geniş bir aileydik ve birbirimizi gerçekten çok severdik.
Define’nin yaldızlı yıldızlı hayalleri bize masal gibi gelir. Gerçekten, bazen anlatırken kendini kaptırır, uzatır da uzatır… Neler yaptığını, nerelere gitmek, neler yapmak istediğini, farklı ortamlarda nasıl davranacağını anlatır da anlatır. Aslında ezik bir kişilik taşımaktadır. O, ancak Virane’nin padişahı, bizim kralımızdır. Dışarıda, kenara kıyıya kaçar, geri planda kalmayı yeğler. Sinemaya, tiyatroya falan gitsek, en arkada bir yerleri tercih eder. Oturmaz bile. Duvar diplerinde dikilir. Oysa daha uygun yerler vardır. Hepimiz için yeter. Zorla getiririz yanımıza. Sanki vaktiyle tiyatroculuk yapmamış gibi... Yaşadıkları onu bu hale getirmiş mutlaka. Özellikle cehalet ve yoksulluk…
Çekingendir. Kimseyi rahatsız etmek istemez. Ziyaret etmekten kaçınır. Kimseden rahatsız olmaz. Misafirperverdir. İnsan sevgisiyle dolu bir kalbi vardır. Yüreği stadyum kadardır. Değil tribünler, yeşil saha da insan dolu olsa, o kadar insanı alır, dahasına da yer kalır!
Zaman acımasız… Zaman geçmekte ve ekin biçer gibi insan biçmekte… Önüne hiçbir engel geçememekte…
Zamanının bıçkın delikanlısı gitmiş, yerine sinmiş bir ihtiyarcık gelivermiş. “Mahallenin kızlarını sinemaya, denize ben götürürdüm. Anneleri bir bana emanet ederdi onları. Evlerinden alır, kapılarına kadar götürür, teslim ederdim. Eskiden İstanbul’daki sinemalarda art arda filmler oynatılırdı. Bir bilet alır girer, çıkarken yerimizi başkasına satar, diğer sinemaya koşardık! Annem babam yaşlıydı. Öyle düğünlere falan çok gitmezler, vekâleten beni gönderirlerdi. Ben de mahallenin en güzel, en şık kızını alır giderdim.” diye anlatır yaşadıklarını. Bir vakitler neler yapmaya, neler yaptırmaya muktedir olduğunu saya saya bitiremez, temcit pilavı gibi önümüze getirir durur.
Eski İstanbul’u anlatır, özledikçe… Acıları depreştikçe Antalya’yı… Karadeniz’i hemen hemen hiç bilmez. Birkaç kere gidip gelmişliği, birkaç gün gecelemişliği vardır, o kadar. Bir de hatırası vardır, hayret ederek nakleder: “Karadeniz’de üç dört gün bir aile dostumuzun evinde kalmak icabetti. Bana bir oda açtılar. Akşamları yere bir yatak seriyorlar. Bir yastık, bir yorgan…
Bir yastık, bir yorgan ama nasıl! Bir yer yatağı, nihayetinde ama öyle alelade değil. Üstüne, kenarlarına kanaviçe çiçekler işli, uçlarına üç parmak eninde dantel geçirilmiş, kar beyaz, mis kokulu, ütülü bir çarşaf serilmiş. Yastık başlarında kırmızı satenler… Her iki tarafında da aynı kanaviçe ve dantellerden… Ayrıca, aynı şekilde yapılmış bir de yastık örtüsü, onun üstünde…
Yorgan da kırmızı satenden… Usta bir yorgancı elinden çıktığı besbelli… O kadar güzel bir desen işlenmiş ki yüzüne! Nasıl anlatsam! Asacaksın bir yere, seyredeceksin! İğneyle kuyu kazılmış adeta! Milim hata yok! Şöyle baktım, baktım da… Ben de dokuma ustasıyım. Anlarım resimden, desenden… Olur da bu kadar mı olur! O da itinayla kaplanmış. Dört bir yanında çepeçevre ince bir dantel… Yetmezmiş gibi bir de yorgan ağzı… Al gelincikler sıralanmış acı yeşil dallarla yapraklar arasına… Göbekleri kara kara tohumlu… Nefis bir uyum! Bayıldım!
İftihar ettim Milletimizle! Dünyanın neresinde vardır böyle bir incelik, itina? Ne kadar emek dökülmüş, örtüye döşeğe! Sanki herhangi bir yatak değil de gelin yatağı… Kıyılıp da kullanılacak gibi değil! Misafire verilen öneme bakar mısınız! İşte, Türk Milleti böyle asil bir millet!
O gece, orada geçireceğim son geceydi. Yine soyunup yattım, uyudum. Sabaha karşı kapının mandalının hafifçe tıkırdamasıyla uyandım. Hemen yorganı çektim üstüme, gizlendim. Belli belirsiz bir gıcırtıyla yavaş yavaş açıldı… Gözkapaklarımı araladım, kirpiklerimin arasından bakıyorum. Usulca bir kız girdi içeri. Elinde bir şey… Bir kumaş, bir giyecek… Gözlerim fal taşı gibi açıldı!..
Ben bekâr bir erkeğim. Zaten geç evlenmişim. O zamanlar yine nerden baksan, yirmi beşin üstündeyim. Ne arar bir genç kız benim yatmakta olduğum odada? Üstelik kimse de yok yanımda, yalnızım. O da biliyor. Evin kızı…
Sağa sola bakmadan, balerin gibi parmaklarının ucunda yürüyerek doğru karşımdaki duvara gitti ve oradaki bir çiviye elindekini astı. Sonra da yine aynı şekilde usulcacık çıkıp gitti.
Oda alacakaranlıktı. Onun ne olduğunu göremedim ama merak ettim. Kalkıp bakmadım. Üşendim. Biraz bekledim mayıştım… Ortalık ağarıyordu zaten. Duvardaki karartı yavaş yavaş şekillenmeye başladı. Bu bir giyecekti. Askıya takılmış halde durmaktaydı. Sonra renkler seçilmeye başladı. Pembe bir giysiydi. Dekolte olmalı… O kız bu kadar açık giyinir miydi?
Zaten kalkacaktım, sabah oluyordu. Kahvaltıdan sonra da vedalaşıp, İstanbul’a dönmek üzre yola çıkacaktım. Ne acelesi vardı onu oraya asmanın! Ben gittiğimde assaydı. Çok mu lüzumluydu!
Kalktım, giyineceğim. Önce ona bir bakayım, dedim. Nedir? Nasıl bir giysidir. A!.. Bir gecelik! Hem de dekolteliği yadırganacak cinsten…
Herkes çoktan kalkmış. Çay yapılmış, kahvaltı sofrası hazırlanmış. Aile efradı yerlerini almış. Ben de oturdum aralarına… Her zamanki yere… Başköşeye… Yedik içtik, kalkıp gittim.
İstanbul’a geldikten sonra bir gün dükkâna bir Karadenizli ahbap geldi. Ordan burdan konuşurken laf döndü dolandı, Karadeniz’e, Karadenizlilere geldi. Ben de, bana çok enteresan gelen bu olayı anlattım:
“Yahu köy yeri! Mutaassıp insanlar! Böyle bir şey olur mu? Aklım almadı! Ben orada misafirim. Bekâr bir erkeğim. O da bekâr bir kız… Bizim adetlerimizde var mı böyle bir şey!?”
“Var, tabi! Olmaz mı! Yaptığı o hareketle kız sana: “Ben seni beğendim. Sen de beni beğendin mi? Benimle evlenmek ister misin? Ben de seninle İstanbul’a gitmek istiyorum. Ne dersin?” diye sormuş sana kibarca. Sen ne yaptın? Hiçbir şey! Değil mi?”
“Hiçbir şey yapmadım. Ne yapacaktım? Ben İstanbul çocuğu, o Karadeniz kızı… Hem zaten ben ona kötü gözle bakmadım ki! Olur mu öyle şey! Hem evlerini açsınlar, hem kızlarına yan gözle bak! Delikanlılığa yaraşır mı!..”
“Adettendir. Namusuna göz dikmek değil ki! Allah’ın emri… Ne kötülük var bunda!”
***
Onur BİLGE
BİN BİR GECE ÖYKÜLERİ - 428
YORUMLAR
Henüz yorum yapılmamış.