Sarhoş Tanrılar-2
Muhabbet ilerledikçe çaresizliğim ve promilim artıyordu. Hikâyeciydim ben, en çok istediğim ve en değerli anlarımdan bir tanesine çıkartacak kurgumun olmayışı sanki yazan eller benim değilmiş gibi bir his vermeye başlamıştı. Gerçekliğimi yitirmek üzereydim. Kadıköy’de ilk içtiğimiz zamanları düşünmeye çalıştım, belki oralardan bir hikâye çıkar umuduyla.
Her varoluşun bir hikâyesi olduğunu da söylemiştim ya hani. Kadıköy’de bu kuralın dışında tutulamazdı elbette. Hatta Kadıköy’ü özel kılan, hikâyelerinin içinde B’nin ve F’nin yani benim hikâyelerimin olmasıydı. İlk zamanlarımızda ne de güzel hikâyeler vermişti bize. Mesela hikâyecilerin hikâyesini içinde taşıyan ve şeytanın ilk ayak bastığı yer olarak ilan edilen bu semtte daha evvel B ile kim daha az içerek daha çok sarhoş olacak diye bir oyun geliştirmiştik. İlk dört yılımızda oyunu hep ben kazansam da, efkârımdan olsa gerek artık oyunları o kazanıyordu.
Son oyunumuzdu bu haliyle, düşündükçe canım acıyordu. Düşündükçe kendimi kimsesiz hissediyordum. O olmazsa hayatta hiçbir şey yapamazdım ve boş boş tavanı seyrederdim biliyorum. Bu yüzden oyunu da umursamıyordum. Bugüne kadar hikâyelerimle beslenmiş dostluğumuzu ebedi kılacak bir hikâye düşünüyordum hala. Galonla mucize içmiştim de bana mısın demiyordu hala aklım. Hiçbir kıpırtı, herhangi bir fikir yoktu. Sessiz sedasızdı bu gece hayallerim. Oysa başka zamanlarda beynimi tırmalarcasına saldırırlardı, sağdan beni yaz beni yaz soldan beni de unutma diyerek fikirler. B’yi çok sevmiştim belli ki, belli ki alkolle romantikleşmişti içimde ki delikanlı. Vaktim de çok kısıtlıydı bir müddet sonra sızıp kalacaktık masada. Gün geceye bırakıyordu artık yerini ve biz değil bir hikâyenin peşinde koşturmak tuvalete gidecek durumda bile değildik.
Durumun vahameti o kadar içler acısıydı ki B, masayı devirmeden gördüğü ateş böceğini takip etmek için kalkmaya hazırlanıyordu ve bende onu izliyordum. Haliyle düştü. Yere oturdu ve kahkahalarla gülmeye başladı. Bu manzarayı otuz yıl sonra bile özleyeceğimi biliyordum. Vazgeçemezdim. Bana inanmasını sağlamalıydım ve o yazlarımız olmasa bile, benim yazarlığım için benimle uğraşmaya devam etmeliydi. Başka kozum yoktu çünkü, bildiğim tek şeydi yazmak. Onu kaldırmak için yanına gittim. Kolundan tutup yukarı çekiştirmeye başlarken, bile bile kendimi yere attım ve yanına oturdum. Kilit taşlarının üstünde ellerimizi omuzlarımıza dolayıp beraber kahkahalarla güldük.
Tanrının işi, o an ağzımdan bir cümle çıkıverdi “hayatları hikâye olmuş adamların hikâye yazması kadar komikti düşüşün” cümle bana planı fısıldamıştı. Düşünmeye lüzum yoktu. Hayatımız zaten hikâyeydi. Tek beklemem gereken Tarid’den gelecek işareti okumak ve doğru zamanda onu kabul edip peşinden gitmekti. Böyle afilli bir anlatım benimsediğime bakmayın, asıl düşündüğüm bir hırsızlık yapmak için ya da bir yerleri kırıp dökmek için B’yi ikna etmekti. Zaten içtiğimiz şeyin yarısını yere döker vaziyetteydik yolda sadece sallana sallana yürüsek bile güzel ülkemde en kötü dayak yerdik ve oradan bir macera, unutulmaz bir kader ortaklığı çıkardı. Çıkmazsa da ben bir şekilde onu çıkartırdım.
Masaya oturduk. Ben Tarid’den işaret beklerken biraz daha içtik. B içince kökenine döner ve laz ağzıyla konuşmaya başlar genellikle. Yeniden o ağızla bir şeyler anlatıyordu ama ne onu dinleyecek dermanım kalmıştı nede göz kapaklarımı açık tutma isteğim. Hatta Tarid’den işaret gelse de bitse de gitsek diyordum. O an B’ye hak verdim. Bu kadar önemsediğim konuda bile tembellik ediyor, sadece bekleyerek işleyecek planımı, beklemeye bile üşeniyordum. Tam da B’ye hak verdiğim sırada, tıpkı hayal ürünü olan neredeyse her eserde sıkça gözden kaçtığı gibi tam olması gereken yerde olması gereken zamanda akordeon çalan bir çocuk belirdi yanımızda.
Zaten bu akordeoncu çocuklar her yerde bulur beni ve hep bana söyleyecek özlü sözleri ve bir işaretleri vardır. Vallahi işin bu kısmı kurgu değil. Ne zaman bir akordeoncu çocuk görürsem, tanrının benimle konuştuğunu bilirim. Neden aksakallı dede değil, bilmiyorum. Şair Leyla sokakta, Eminönü vapurunda ve şimdi, hepte bir mesajları vardır dedim ya. Burada ki çocuk “Abi evden ışık geliyor, gözlüklerinin camları mı yok” deyiverdi. “Şair Leyla” sokaktaki de “ayakkabılarını büyüt” demişti.
Her neyse ben akordeoncu çocuğa mesajının bahşişini verip gönderirken, çocuğa ismini sordum ‘Özlem’ dedi. Aç mısın diye soracaktım ki bir kedi fırladı çocuğun üstüne. Çocuk kediyi tek bir el hareketiyle bizim masaya atıverdi. Allah’ım! o ne çevik bir hareketti. Hala aynısından bende yapmak istiyorum. B’de bende it gibi korktuk haliyle. Kedi masada gözlerini bana dikip bakarken ben ona biraz mucizevî yakuttan uzattım. Öyle iştahla içiyordu ki, garsona ikinciyi söylemek zorunda kaldım. Şimdi üç kişiydik. B’de bende hayatın bize sunduğu tuhaf şeylere şaşırmayız. Üç sarhoştan ikisinin tanrıyı konuşuyor ve bir kedinin onları dinleyerek cehennemi hatırlarcasına efkârlanıyor olması tüylerimizi ürpertmez mesela. Ürkmüyor olmamız zaten aklımıza olan güvenimizin pamuk ipliğine bağlı oluşu ve imkânsız görünen fakat bizim başımıza gelen şeylerin her zaman bir başkası tarafından anda ve mekânda olsalar bile tecrübe edilmeme ihtimalinin var oluşundan kaynaklanıyor. Eğer ki biz böyle şeylere ürperir tepki verirsek -ki başımıza çok sık geliyor- yanımızda ki insanlar bizde problem olduğunu hemen anlarlar ve afişe oluruz. O yüzden biz inanılması imkânsız olan fakat yaşadığımız her şeye hakikaten bir kedi olsalar bile kedidir o kedi der, geçeriz. Gelin görün ki bunları hikâye olarak anlattığınızda, dâhi bile ilan edildiğiniz olabiliyor. Yani aslında Tarid işaretini vermiş ve kediyi hikâyeye dâhil ederek hikâyeyi başlatmıştı. Tanrı sesimi duymuştu. Bekleyip görmek kalmıştı artık.
Kedi istihkakını doldurmuş olacak ki çenesini kaşımaya ve vücudunu yalamaya ritmik bir şekilde başladı. Belli ki bizi terk etmeye pek niyeti yoktu. Zaten masada da terk edeceğini düşünen yoktu. Kedinin gerçekliğine pek inanmasam da kafamda kediyle ilgili hayaller kurmaya başlamıştım. Acaba okşasam biraz diyordum, kurbağa prens gibi o da muhteşem bir kadına dönüşür müydü? B ise yeşil gözlerini gökyüzüne dikmiş katatoniye girmiş Psikiyatrik hastalar gibi hareketsiz seyrediyordu yıldızları. Kedi bir anda cırlayıverdi ve şişman vücudundan beklenmeyen bir çeviklikle bu seferde yere atladı. Yere değdi an çıkan tok sese ben gülüyordum, B ise irkilmişti.
“Kediyi takip etmeliyiz” dedim B’ye. Bana yalvaran gözlerle baktı. Bir adım atsa yıkılacağını kendisi de biliyordu. Ancak kedi bizim hikâyemizin anahtarıydı. Kediye yalvarır gözlerle baktım. Yapması gerekenden o kadar haberdardı ki masada duran altmış bin değerinde ki araba anahtarını ağzına aldı ve kaçmaya başladı. B arabasına dayanamazdı. Daracık sokaklarda benim kahkahalarım B’nin küfürleriyle yarı takılıp düşerek yarı koşarak kediyi kovalamaya başladık. Alem-i Tarid işte böyle bir şey dedim B’ye. Alem-i Tarid’e bir küfür savurdu ve tam o an masasından tuvalete kalkmaya hazırlandığı her halinden belli olan yeşil kıyafetli son derece güzel kadına çarparak yere yuvarlandı. Her zaman olduğu gibi ne yapacağını bilemediği zamanlarda ki o konuşamayan sadece kendi ağzıma sıçayım bakışıyla kızın yüzüne bakmaya başladı. Üç numara saçlarının arasında elini dolaştırıp dik dik kadına bakmaya devam etti. Kadın yanlış anlayabilirdi ama ben eminim ki aklından “ya ben burada ne arıyorum ki” diye geçiriyordu. Bir şeyler söylemezse kadının yanında ki erkeler bizi öldürebilirlerdi. Hoş hala öldürmemiş olmaları bile bu hikâyenin yaşanması gerektiğinin kanıtıdır ya neyse. Devreye girip kadından özür diledim B’yi ayağa kaldırdım. B hala dik dik vücudu benim ellerimle çekiştirilirken kadına bir şeyler söylemek için arkasına bakıyordu.
Kafasını önüne dönebildiğinde kedi durmuş bizi izliyordu. Kedinin de içinden bize güldüğüne eminim. Hatta çıkarttığı miyav mırr miyav tarzı sesler “geri zekâlılara bak” anlamı taşıyordu. B’ye göre kedi piçlik yapıyordu ve yakut masalarının bir adabı vardı. Kedi ayıp etmişti. İnsan mıydı hatta o kedi. İnsan içtiği arkadaşlarına bunu yapar mıydı? Bana göreyse bize bir hikâye vermek için tanrı tarafından gönderilmişti. Bir müddet daha kediyi kovaladıktan sonra daracık bir sokağın sonunda metalin taşa çarpma sesiyle kedi bir çırpıda duvarın üstünden kayboldu. B kediye sövüp arka sokağa doğru kedinin peşinden koşmak için çabalarken kolundan tuttum onu. Kolundan tutmamla düşmesi bir oldu. Gene uyandığında vücudumuzun neden ağrıdığını hatırlamayacaktık. Ama o gün sanki normalde daha az düşermişiz gibi defalarca düşmüştük. B’yi sürükleyerek karanlığın içine soktum ve yerde ki anahtarı gösterdim.
Hemen anahtarını kaptı ve geri dönecek oldu. Yeniden kolundan tuttum ve parmağımla ileriyi işaret ettim. Yavaş adımlarla gösterdiğim yöne doğru ilerlemeye başladı. Hemen arkasından takip ettim. Belki de yedi yüz yıldır tamir görmemiş bir evin kapısıydı bu. Sokağa göre hayli heybetli kapının üzerinde zürafa ve kuş figürleri vardı. Kapı ortadan kenarlara iki parça halinde açılan demirden imal edilmiş bir bahçe kapısı gibi görünmesine rağmen evin içine açılıyordu. Ev kapısının evin içini gösteriyor olması başlı başına tuhaftı. Bu benim için bile tuhaftı, çünkü ben yazsaydım bu kapıyı hemen hemen böyle yazardım. İçeri gireceğimizi muhakkak biliyordu B. Ben onun önüne geçtiğimde itiraz etmeden peşimden geldi. Kapıdan girer girmez ikimizi de saran ürperti B’nin geri gitmesine sebep olmuştu. Onu çağırdım. İstemeyerek de olsa benimle beraber içeriye girdi.
YORUMLAR
Nizeral
Kedilere gelince bence bu dünyaya ait olamayacak kadar muhteşemler. Tek sıkıntıları iki ayak üstüne kalkıp beş parmaklarının olmayışı bence. Bu dünyaya ait olamayacak kadar zekiler. Kediler Tarid'in kutsallarındandır :)
Devam hikayesi olan 'Nöbetçi Tanrılar'da çok daha fazlasını göreceğiz taridin. Elif romanındada büsbütün olarak tarid'in nasıl kurulduğunu ve benim kim olduğumu anlatır.
Tekrar teşekkkür ediyorum, mutlu ve gerçek günler dilerim :)
Yaşayan ve yaşatan Allah gibi tek ve hür
Aynalarında yansıyan güzelliğe ebed sür, esenlikler dileklerimle...