- 704 Okunma
- 4 Yorum
- 0 Beğeni
Atlar Ve Rüzgar/1
Bozarmış gök yere inince çok kar yağdı. Bulutlar boşalınca da her yer beyazlandı. Sonra çok ayaz oldu. Dereler, çeşmeler hep buz tuttu...
Kandil is çıkarıp yanadururken yer yatağındaki Nayme kadın sancılanınca başında bekleyenler ayaklandı. Biri koşup ebe kadına giderken biri de kara kazana su doldurup ocaklıktaki çengele astı, odun atıp ateşi harlattı.
Doğum yakındı…
Ikın dediler, ıkındı. Açtı ağzını bağırdı, çığırdı. Sesinden duvarlar sallandı, tavan alçaldı, saçaklardan sarkan buzdan kılıçlar kırılıp parçalandı. Sonra sustu kadın. Bu sefer çıplak bir ses çıplak duvarlarda yankılandı…
“Gözün aydın” dediler adama, “bir oğlun” oldu. Baba adam, iki kızdan dokuz yıl sonra bir de erkek çocuğu olunca sevincinden delirdi, ne yapacağını bilemezken kapıdan çıkıp derin karlara dala çıka ahıra gitti.
Birazdan şafak söküp sabah olacaktı ama dünya hala karanlıktı. Kandili yakıp içeriyi aydınlatınca hayvanların durumuna baktı. İpini koparan veya dolaşan yoktu. Önce boklarını çekti, sonra önlerine saman verdi. İçi içine sığmazken peşi peşine iki de sigara içti. Küreği alıp ahırdan eve kar yolu açacaktı ama hava çok soğuktu, "daha sonra" dedi…
Eve geri geldiğinde yeni doğum yapmış karısının yanına giremiyordu. Çaresiz öte odaya gitti. Orada iki kızı vardı ve onlar da uyanıp kalkmışlar, sıcak sobanın karşısında oturuyorlardı.
“Adını ne koyalım?” diye sordu onlara.
Çiçek:
“Yağız olsun” dedi.
Pürçek:
“Doru” dedi.
Bu cevaplar karşısında duraksadı. İki kızına kaş altından baktı. İçinden; "bak hele şunlara" dedikten sonra dönüp öte odaya gitti. İçeriye girmeden kapı aralığından seslendi;
“adı ne olsun Nayme!”
Karısı:
“ben bilmem.” dedi.” “Ne koyarsan koy."
Koca anası:
“Bocuk olsun” dedi.
Ebe kadınsa; “Şafak…”
Çiçek:
“Bocuk da neymiş?” dedi babasına.
Pürçek:
“Şafak da neymiş?”
Adam da; “hey gidinin uyanıkları, yağız ne, doru ne peki? Adı memiş olacak, hadi bakalım!” dedi.
Kızlar ayağa kalkıp diklendiler, ağızlarını uzatarak; “Babaa…” dediler. "Emişle memiş mi? Keloğlan gibi bir şey bu! Şaka mı yapıyorsun bize?”
“Şaka tabii. Adını rüzgâr koyalım, özgürce esip gezsin. Bir adını da doruk koyalım, başı göğe ersin…”
Gece bitti gündüz geldi, gece gündüz anasını emdi, günden güne serpildi. Sonra kış gitti yaz geldi. Su içti, ekmek yedi; biraz daha irileşti. Kış derken yaz derken beş sene geçti. Bu sürede nenesinden masallar, destanlar, türlü hikâyeler dinledi. Altıncı sene babasına diklenip ondan bir at istedi. Babası “olmaz” dedi. “At olmazsa tay” dedi, babası “olmaz” dedi. “Eşek öyleyse…” Babası; “döşekte kedi, eşikte köpek, ahır dolusu sığır, kümes dolusu tavuk varken oğlak istedin aldım, kuzu istedin aldım, güvercin aldım, ördek aldım, kırdan çil yakaladım sana. Keklik de yakalarım ama o tek tırnaklıları kapıma sokmam, kes artık” dedi.
Ondan sonra huyu suyu değişti. Kızlar da rüzgâr olan adını değiştirip ona fırtına dedi. Es fırtına, kes fırtına…
Baba adam ön yargılıydı. Hem de takıntılıydı. Hayır dediyse hayırdır, inatçı mı inatçıydı. Pişmiş sebze yemez, salçalı soğanlı kuru fasulye istemez. Canı köfte çeker ama kıyma alıp getirmez. Para yok dese de kahveye gider, pişti oyar, çay içer. Çapaya gitmez, orak biçmez. İş çok der ama her öğlen yatıp güzellik uykusu çeker.
Koca adamın güzellik neyine! Hem fakirdir hem de şakir…
Bir gün çok yağmur yağdı, her yerden seller aktı. Yağmur dinince yalınayak olup dışarı çıktı rüzgar. “çıpıl çıpıl derecik hani bana paracık” deyip suyun yırttığı yerlerde bozuk para aradı. Sonra gide gide köy içine vardı. Sarı sel dere yatağından taşmış ağaç köprüyü sallamaktaydı. Karşıya geçemeyince orada kaldı.
Beklerken sel bitti. Sel bitince arkadaşları geldi. Birlikte dereye girip arandılar, küflü enser, cıvata, at, eşek, ve öküz nalı, eskimiş pulluk demiri gibi şeyler topladılar. Bunları verip tuzlu leblebi alacaklardı ama leblebiciyi beklerken akşam oldu. Topladıklarını avuçlarına alıp dağıldılar…
Eve geldiğinde sudan çıkmış balık gibiydi. Anası Nayme, “su kurbağası” dedi ona. Islak giysilerini çıkarıp soyuk soğana çevirdi, sonra da çıplak üstüne ak bir gömlek geçirdi. Ablası Pürçek güldü o haline, “deli deli” dedi. Çünkü sırtındaki deli gömleği gibiydi. Rüzgar kızdı bu duruma. Geçti öteye, arkasını ak toprak boyalı duvara dayayıp oturdu. Uzun deli gömleğinin eteklerini de diktiği dizlerine geçirdi…
Bezi yere serdiler, üstüne tahta siniyi indirdiler, etrafını çevirdiler. “Gel” dediler ona da. Gelmedi. “Acıkmadın mı?” dediler, konuşmadı. Birkaç kez üstelediler, dinlemedi. Sonra bıraktılar kendi haline, oralı bile olmadılar.
Rüzgar kızdı gamsız atalarına. Kızdı, o burada açken çanaklara kaşık çalmalarına. Dizlerini iki yana açıp amerikan bezinde dikilmiş ak gömleği cart diye yırttı. Sinirlenmiş babası tekme tokat dövünce sabaha kadar ağladı. Astımı tutup nefessiz kalınca kin yaptı…
Gün yarın olunca kinlendiği Pürçek ablasını taşladı. Kız şaşırdı. Neyin var ulan? Gene taşladı. Kaçmasaydı başı yarılacaktı. Kız, bu vahim vaziyeti Şakir babasına anlattı. Baba bağırdı; ablanı niye taşlıyorsun ulan? Onu da taşladı. Sinmeseydi onun da başı yarılacaktı. Gel ulan buraya! O zaman kaçtı. Tuttular ensesinden, o vakit kesik başlı tavuk gibi havalara sıçradı. Ellerini ısırdı, yüzlerini çizdi. Kudurmuş gibiydi. Baş edemeyince urganla dolaya dolaya direğe bağladılar, boynuna da muska astılar. Pürçek ablası gene güldü, ona “muskalı kedi” dedi. “Deli deli tepeli hem de cinli perili…”
Onlar toprağın çocuklarıydı. Sürecekler, ekecekler, biçeceklerdi. Sabanı iki öküz çekecek, tohumu el serpecek, sapı eller kesecekti. Arabayı öküzler çekecek, harmanı birlikte dövecek, çıkardıklarını birlikte yiyeceklerdi.
Bir gün “Baba” dedi kızlar. “atlarımız olsa, bir de talikamız; binip gitsek tarlaya orağa, ormana oduna, çayıra ota. Yürürken yoruluyoruz, hem de geç varıyoruz; gün çıkıyor doruya. Çalışınca çok yoruluyoruz, akşam olunca yorgun bedenimizi eve zor taşıyoruz.”
Onlar kutlu hayvanlardır. Asil, hassas ve zeki… Hem de sadık. Rüzgârdan yaratılmışlardır ki güçleri ve hızları ondandır. At olan eve şer girmez, nefesleri kovar şeytanları. Hem ruhları öbür dünyaya taşıyandır onlar. Ey Şakir oğul, niyedir bu inadın? Yüz yıllarca at binmedi mi senin ataların? Kılıç sallamadı ok fırlatmadı mı uçsuz bucaksız bozkırlarda. Onlar ki devlet kurmadı devletler yaşatmadı mı bin yıllarca?
Sonunda inadı kırıldı baba adamın. Öküzleri satıp iki at aldı. Biri doru, biri yağızdı. Dönerken tekerlekleri çan gibi öten talika maviye boyalıydı.
Kızlar çok sevindi buna. Hele Rüzgâr, çok ama çok…
At arabası otomobile benzermiş. Atlar motor, dizginler direksiyon, kamçı gaz pedalı; beygir Ali öyle diyormuş. Deh dediğinde gider, oov dediğinde dururmuş. Sağ dizgini çekince sağa, sol dizgini çekince sola dönermiş…
Kimi rahvan kimi dörtnala gittiler; uzak yerleri yakın eylediler. At arabası ne güzel bir şeymiş…
LaTekmen/2016