- 657 Okunma
- 1 Yorum
- 0 Beğeni
426 - DUYGU
Onur BİLGE
Antalya… Akdeniz’in kıyısında, Torosların iki kabuğu arasında bir inci.. Dünya şehirleri arasında birinci! Antalya ovası, ovaların en âlâsı! Berrak akarsularla yeşerdikçe yeşeren ormanları, bereketlendikçe bereketlenen tarlalarıyla, seralarıyla eşsiz narenciye bahçeleriyle meyve, sebze ve çiçek kenti…
Necmettin bir İstanbul çocuğu… Tip itibarıyla halis muhlis Karadeniz uşağı… Denize, suya, ovaya doğaya hasret değil ama yâre hasret! Sevgili sılada. İstanbul’da… Tek iletişim yolu mektuplaşma… Onun da imkânsızlaştığı bir durumda hepten elleri kolları bağlanmış bir vaziyette… Tamamen çıkmazda…
İstanbullu gurbette. Gurbetin neresi olduğu karşı tarafça gayet iyi bilinmekte ve o adrese, kardeşe hitaben mektuplar gelmekte… Telefon denen bir şey de var. Her gün kullanılmakta ama olmaz ama yasak ama gurur hatta kin ve nefret…
Sanki ev, ev değil, cezaevi… Ne kadar bilinse de açık adresi, açık açık haber gelmez, gelemez! Muhatabına gelir, onca okunarak sansürden geçirilir, sakıncası yoksa gösterilir, aksi halde iç edilir, hiç edilir.
Yol uzak, ayrılık tuzak! Yakalanmışlar bir kere… Ne bir yere gidebilir ikisi de, ne de haberleşebilirler! Orada bir nöbetçi, burada bir bekçi… Birer püsküllü bela başlarında… Ne ileri ne geri… Çakılıp kalmışlar, elleriyle kurdukları tuzaklara! Tuzaklardan tuzaklara gidebilirler ancak… Uzaklara gidemezler.
Ulaşamazlar onlar artık, ulaşılmaz yerlerdeler. Kavuşamazlar da… O defter, çoktan kapanmış! Bir daha açılmamacasına hem de… Önce kızın, sonra da delikanlının önüne nikâh defterleri açıldıktan sonra hangi kapı açılır onlara artık, kabir kapısından başka!
İçinde ayrılıklar, hasretler, kinler, nefretler, daha neler neler olsa da aşk, yeryüzündeki en güzel en harika duygu! Bin kere bin pişmanlık duyulsa da tövbe etmek imkânsız aşka! Bu çok yüzlü çok köşeli, bazen kederli bazen neşeli his, hisler içinde bambaşka! Anlatılır gibi değil!..
Kısa bir sessizlikten sonra Define, İhsan’a baktı. O, o sırada, sol tarafına yaklaşan Ahmet’e bir şeyler fısıldıyordu. Piposuyla mektubunu biraz ileriye kaktırdı. Masanın üstüne dirseklerini dayadı ve:
“E, İhsan! Sen neler hayal ettin ben mektubu okurken? Anlat bakalım da bir de senden dinleyelim!” dedi.
“Ne düşüneceğim, dede! Hiçbir zaman böyle bir mektup yazamayacağımı… Sevgilim de yok ama sevdiğim var. Belki bi zaman sonra sevgilim olur. Fakat ben ona böyle bir mektup yazamam. Elimden gelmez. Beceremem. İki satır yazı yazamam.”
“Yazabilseydin, sevdiğin kız şimdiye kadar çoktan sevgilin olurdu!”
“Sen okurken ben de onu düşündüm, dede. Kendime kızdım ama kabiliyet meselesi… Herkese has bir meziyet değil ki!”
“Neler canlandı gözünün önünde? Ya da ben hangi halet-i ruhiye içinde yazmışımdır onu? Nasıl bir şey sebep olmuştur?”
“Bilmem ki dede! Günlerden pazarmış. Sen evdeymişin, picamalarınla… Böle bi ikindi vakti… Hanımla ağız dalaşı yaparken tutuşmuşunuzdur kavgaya! Sonra kafan bozulmuştur! İki tane patlatmışındır! Kadıncağız başlamıştır ağlamaya!..”
“İşte İhsan bu, çocuklar! İşte İhsan bu!.. Şimdi anlıyor musunuz, kızın bunu neden fark etmek istememesinin esbab-ı mucibesini?”
“O gitmiştir yüzünü kapata kapata banyoya ya da yatak odasına kapanmaya. Sen de kalkıp gitmişindir peşinden. “Tamam, ağlama artık! Sus! Komşular duyacak! Zaten rezil olduk millete!” diye… Bakmışındır hüngür hüngür hüngürdüyor… İyice koyvermiş kendini! Duracağı susacağı yok!.. Giyinmişindir, alıp başını gitmişindir, bi yerlere. Ne bileyim, bi parka falan…”
“Duygusuz şey, sen de!.. Kadına el kalkar mı!.. Çocuklarımın anası… Peşime takılmış, ta Antalyalara kadar gelmiş! Ailesini oralarda bırakmış. Bir düşünsene! Laf mı yani senin bu dediğin şimdi?” İhsan’ın da duracağı yoktu. Gırgır, onun arayıp da bulamadığıdır! Fırsat bu fırsat! Pis pis sırıtarak devam etti kaldığı yerden. İlle de ille bitirmek istediği, masanın üstüne doğru eğilmesinden, anlatımını el kol hareketleriyle desteklemesinden belliydi. Atılırcasına sözünü tamamlamaya koyuldu:
“Oralarda bi çay bahçesinde falan oturmuşundur. Bi de çay söylemişindir kendine. Şöyle tavşankanı! Çıkarmışındır sırtından yün hırkanı… Koymuşundur sandalyenin arkalığına! Dönmüşündür kalabalığa arkanı, çıkarmışındır pantolonunun arka cebinde taşıdığın bloknotunla ağulu kalemini… Oturmuşundur, başlamışındır döşenmeye… Aranız açıldı ya hepten… Yalnız hissettin tabi kendini… Al eline kalemi, yaz başına geleni, hesabı…”
“Ağılı kalemmiş! ‘Sabit kalem’ de bari… "Kopya kalemi de!" Ben muhasebeci miyim oğlum, sabit kalem kullanacak! Madem atıyorsun, bari destekli at!”
“Ne oğlan parkıydı o dede?”
“Karaloğlu Parkı… Hissettiklerine bakın! Hissiz herif, ne olacak!..”
“İşte o parka gitmişindir, diye düşündüm. Hani anlatırdın ya… Parkın içinde gazinolar, bahçelere atılmış masalar, sandalyeler… Çevrede çeşitli çiçekler… Çimenler arasında renk renk güller, sümbüller… Palmiye ağaçlarının altında, denize karşı kurulmalar… Gelsin çaylar, gitsin kahveler…”
“İşte, bu çocuk da böyle bir âlem! Oğlum, sen daha çok yalnız kalırsın, böyle gidersen! Ne zaman büyüyeceksin sen yahu! Biraz kitap bari oku! Oku da ufkun açılsın!” dedi, dede. Sonra bize bakarak devam etti: “Dersleri de zayıf değil mi bunun? Mahir’le aynı odada kalıyorlar. O bari ilgilense… Yazık annesine babasına… O kadar da dökünüyorlar, bunun okuması için! Vah ki vah!..”
“İhsan nerde, romantizm nerde, dede! O anlamaz öyle şeylerden. Derslerle de arası yok! Bütün gün akşama kadar işi gücü gırgır şamata!..” dedi, tebessümle Ahmet. “Az önce bana da sataşmaya başladı da ufaktan… Ben uymadım. Konu çok güzel olduğundan pürdikkat dinlemeyi yeğledim. Yoksa yine güreşmeye başlayacaktık, buralarda!”
“Sen ne düşündün, bahsettiğimiz konuda, Ahmet? Bir de sen anlat, hele! Biraz otur oğlum yahu! Hep ayaktasın!”
“Ama müşteriler…”
“Duygu bakar. Neşe de bakar. Gel şöyle, bu tarafa! Otur! Hah!.. Anlat bakalaım!”
“Ben, Duygu’yu düşündüm, dede. Zaten hiç aklımdan çıkmıyor ki! Sanki onunla ayrılmışız da ben ona yazıyormuşum gibi geldi. Düşünmek bile istemiyorum! Allah korusun!.. İnşallah hiç mi hiç ayrılmayalım, biz! Çok hüzünlendim! Gözlerim doldu, Az kalsın ağlayacaktım! O sırada kulak kesilmiştim ama bir taraftan tezgâhın üstündekileri kaldırıyor, bardakları falan raflara yerleştiriyordum, bir taraftan da servis yapıyordum. Buna rağmen bir kelimesini bile kaçırmamaya çalıştım! Çok güzel yazmışsın dede yani! Nasıl desem… Neyse… Anlatayım:
Bir nedenle Duygu’yla aramız açılmış. Yüzüğü falan atmış, çekip gitmiş! Burada yalnız kalmışım. Ne geri dönme ümidi, ne evlilik… Kahrımdan ölecek raddeye gelmişim! Bir gece el ayak çekildiğinde büzülmüşüm Virane’nin bir köşesine… Kendi kendime söylenmekteyim… İki gözüm iki çeşme… Senin yazdığın kadarıyla da kalmamış. Sabah da olmuş, ben de olmuşum! Gün ağarıncaya, arkadaşlar birer ikişer kalkıp aşağıya gelinceye kadar buralarda ağlayıp sızlamışım!.. Sonra kimseye belli etmemek için silmişim gözyaşlarımı, yakmışım çayın altını!”
“Duygu! Bak, Ahmet ne dedi! Ayrılırsanız, sen terk eder gidermişsin. Bu demek ki, o seni asla terk etmez, edemez! Gider misin kız?”
“Biz muâciriz, dede! Biz sevdik mi tam severiz! Asla terk etmeyiz sevdiğimizi! Artıkın ölünceye kadar epten böyle gider bizim aşkımız. Anca beraber, kanca beraber!.. Ne olursa olsun, ayrılmayız!”
“Sana neler düşündürdü mektup, Duygu? Anlatmak ister misin, kızım?”
“İsterim ya dede. Ben imrendim ona şimdik! Yani bu mektuptaki laflar bana söylenseydi, diye düşündüm. Acaba Âmet beni bu kadar seviyor mudur? Atta sordum kendisine de. “Sever misin beni bu kadar, Âmet?” diye. O da dedi: “Daha da fazla severim!” Ne diyelim? Zor!.. Ayrılmak çok fena! Âmet beni dilim dilim kesse, sucuk keser gibi, tost basar gibi iki taşın arasında ezse, gene de ayrılığı aklımın ucundan bile geçirmem! O kadar severken nasıl dayandın be dede? Evliya sabrı varmış sende! Ayde ayırlısı! Beni çağırırlar!”
“Her şeyi öylece bırakır koşar giderdim, Duygu’ya ben olsam! Ne olursa olsun!.. Hapsetseler kaçardım! Zincirlere vursalar, kırardım! Prangaları parçalardım, dede! Yapamazsam da çırpınırken paralanırken ölür giderdim!.. Benim tek derdim, Duygu’dur. Tek dermanım da Duygu!”
“Zaten başıma ne geldiyse duygudan geldi, evlat! Ah o duygu! Ah o duygu!..”
***
Onur BİLGE
BİN BİR GECE ÖYKÜLERİ - 426