- 834 Okunma
- 1 Yorum
- 0 Beğeni
425 - HAYAL ETMEK
Onur BİLGE
Dede, o eski aşk mektubunu titreyen ellerle, buğulu gözlerle mi yazmıştı acaba? Baştan sona titrek bir sesle, titreyen elleriyle tir tir titreterek okumuş, yavaş yavaş toparlayıp düzeltmiş, katlayıp önüne, piposunun yanına koymuştu.
Vakit ikindiydi. Akşama az vardı. Dedenin vaktine benziyordu. Güneş batmaya yakın… Acaba nasıl bir ortamda, ne zaman kaleme almıştı bu mektubu? O zamana neler şahit olmuştu? Merak bu ya! Belki merak edilecek çok daha önemli şeyler var, hem de çok ama ben o ortamı merak ettim. Sormasam çatlayacaktım!
“Dedeciğim. Harika bir mektup olmuş bu! Ne kadar beğendim, bilemezsin! Sadece sana, bende de mektup yazma arzusu uyandırdığını söylesem, belki kâfi gelir, beni ne kadar etkilediğinin ifadesi olarak. Ancak ben bir şeyi çok merak ettim!”
“Neyi merak ettin yine?”
“Şeyi.. Hani bu mektubu yazmak içinden geldi ya… O zaman nasıl bir ruh hali içindeydin? Ne oldu, nasıl oldu da bu satırlar döküldü kaleminin ucundan? Böyle bir mektup yazabilmek için adeta transa geçmek gerekir. Hayal dünyasına dalmak ve orada kaybolmak… Kendinden geçmek, aşk olmak… Hasret olmak, bir baştan bir başa… Onu anlatabilir misin, rica etsem? Yani seni yazmaya sevk eden neydi? Bir olay olmalıydı ki bütün bu duyguların patlama ve fışkırma noktasına gelmeliydi. Durduk yerden: “Ben bir mektup yazsam!” diye eline kalemi kâğıdı alıp yazmamışsındır mutlaka. Değil mi? Ya bir olay vardır öncesinde, ya ağzına kadar dolmak, taştı taşacak hale gelmek… Bilmem anlatabildim mi? Bir de dedeciğim, bu derin duyguların nasıl bir ortamda yazıldığını merak ediyorum. Nerdeydin? Nasıl bir ruh hali içinde? Nasıl bir zamanda? Çok mu sordum, dede? Affet! Fakat cevapsız bırakma beni, olur mu?”
“Sen ne yaman kızsın yahu! Başka işin yok mu senin? Tövbe tövbe!.. Okuduğuma dua edeceğine, imini cimini soruyorsun! Meraklı gördüm, gördüm de senin gibisini görmedim! Şuna bak yahu! Neleri merak ediyor!”
Orçun başta olmak üzere bütün masadakiler birkaç cümleyle beni desteklediler. Onlar da benim gibi merak ettiklerini, ille de ille öğrenmek istediklerini belirttiler. Hatta Neşe:
“Dedeciğim, sen okurken ben seni bir masa başında, şinanay ışığında, dolma kalem elinde, bu kâğıtlar kar beyaz bir halde önünde, sol elini şakağına dayamış, öylece, gözyaşlarıyla, özene bezene yazdığını hayal ettim. Soba çıtır çıtır yanıyordu. Pencere camının aralıklarından esen rüzgâr, perdeyi hafif hafif kıpırdatmakta, ayaklarında içleri tüylü terlikler, dizlerin üşümekte, ellerin, özellikle parmak uçların ve burnunun ucu buz gibi olmuş durumda yazdığını düşündüm. Arada bir sol elinle yanağından akan yaşları siliyor, kâğıda düşerek mürekkebi dağıtmaması için özen gösteriyordun.” dedi.
“Daha başka… Daha başka neler hayal ettin, küçük hanım? Keyif oldun o halimden, değil mi? Başkalarının acıları bazılarına haz kaynağı olurmuş. Demek beni öyle hayal ettin! Ya siz? Ya siz nasıl hayal ettiniz? Haydi bir anlatın bakalım! Ben de bunu merak ettim! Sen Orçun? Nasıl hayal ettin o zamanı?”
“Ben çok meraklı değilim. O konuda Semiray’a çırak bile olamam dedeciğim ama ister istemez o mektup, beni de bir yerlere götürdü. Bilmem nasıl anlatsam!”
“Anlat anlat! Çekinme! Oldu olacak, kırıldı nacak!.. Bir de senden dinleyelim! Enteresan tablolar… Film parçaları… İnsan beyni nasıl bir tasavvur gücüne malik! Boyuna işliyor, arkadaş! Biri bir şey anlatıyor, o anda o da sanki oradaymış gibi hayal ediyor. Bir yer buluyor, bir sahne yapıveriyor, bir zaman tahayyül ediyor, başlıyor hayal âleminde seyretmeye… Sözlere film çekiyor. Bende de olurdu böyle şeyler, çocuklar. Sinemada olmasına gerek kalmazdı, zaten hayal eden etmiş, çeken çekmiş, gözler önüne sermişti. Bize bir şey bırakmamıştı da radyo öyle değildi. Sadece ses, müzik ve efektler vardı. Onlara göre kafamızda hayaller canlanırdı. Beynimizin içine bir sinema perdesi yerleştirilmiş gibi, kendimiz tahayyül eder, kendimiz seyrederdik. Ne büyük bir haz alırdık!..
‘Tütün Zamanı’ diye hani neydi o avukatın adı, bilmem biliyor musunuz, işte o avukatın yazdığı, Arkası Yarın programı için radyoya uyarlanan bir roman vardı.”
“Necati CUMALI, dedeciğim. Tütün Zamanı, onun başyapıtı! Zeliş vardı, on altı on yedi yaşlarında… Ben de dinledim onu. Günde yirmi dakikalık bir programdı. Nasıl merakla beklerdik, ailecek! Hatta mahallecek! Kabul günlerinde bile oradaki olaylardan bahsedilirdi. Cemal vardı. Kızın sevgilisi… Hani kaçtılar beraber! Sonra olaylar olaylar…” dedim.
“Yaşa kız Semiray, sen! Maşallah hafızana!.. Öyleydi ya… Zeliş’le Cemal vardı. Hayalimde canlandırırdım o mahalli, o âşıkları… Gizli gizli buluşurlardı tütün tarlalarında… Uçsuz bucaksız tarlalar gelirdi gözümün önüne, güneş yanığı bir köylü kızı… Gözleri cayır güneşe dayanamayan, sakınıp duran… Cemal… Yeni yetme delikanlı! Ne cesaret, değil mi!.. Al sen kaçır kızı! Tut elinden, götür!.. Ben yapamadım! Ah, akılsız kafam!.. Adam olmam ben ya! Olamadım ya zaten!”
“Onun kitabını da aldım ben. Okudum. Şöyle içime sindire sindire… Öyle güzel yazılmış ki!.. Kurgusu, örgüsü… Çavlan gibi akmaktaydı olaylar… İki kitapçı, iki üç kırtasiyeci vardı o zamanlar Antalya’da. Kolay olmadı, o romana ulaşmak. Bursa’da her şey elimizin altında…”
“Semiray! Eskilerden bahsetmek güzel hoş da… Konuyu dağıtmayalım! Bir de Orçun anlatsın bakalım neler tahayyül ettirmiş bizim mektup yakışıklıya! Orçun! Haydi!..”
“Tamam dedeciğim, anlatacağım ama kızmak yok! Hayal bu ya! Benim suçum yok! Yalan da söyleyecek değilim. Nasıl düşlediysem öylece anlatacağım.”
“Tamam, oğlum yahu! Ne düşündürdüyse kabulüm! Kızmak falan yok!”
“O gün işten yorgun bir halde çıktın. Lokantayı yirmi dört gibi kapatıyordun. Vakit gece yarısıydı. Evine dönecektin. Ayakların geri geri gidiyordu. Buz baltasıyla karşılaşmayı ya da yalnızlığa koşmayı hiç de istemiyordun. Evde seni bekleyen iç açıcı bir şeyler yoktu. Tam o sırada, kol kola bir çift gördün. Karşıdan geliyorlardı. Gece karanlığında birbirlerine iyice sokulmuşlardı. Ilık bir bahar gecesiydi Antalya’nın. Bahçelerden çiçek kokuları, bazı mekânlardan da içki kokuları geliyordu. Onlar da alaca karanlık bir ortama kadar geldiler. Gülüşerek yanından geçip gittiler. Kadının parfüm kokusu karıştı havaya. Bir süreliğine duydun. Çiçek ve meyve kokusu karışımıydı. O koku seni bir anda İstanbul’a götürüverdi. Sevgiline…
Ayakların ileriye gitmek istemedi. Oralarda kalmak, bir meyhanenin kalabalığına karışarak kafa dağıtmak istedin. Geri döndün. Meyhanenin birinden fasıl sesleri geliyordu. Sazlı sözlü bir yer değildi. Biraz kıyıda köşede kalmış, işlek fakat ucuz bir yerdi. Harcıâlem… Plak çalıyorlardı. Çünkü gelirken de işitmiştin o şarkıyı ama sonunu… Tekrar koymuş olmalıydılar. Baştan dinliyorlardı. İşte önüne ilk gelen, en yakın dükkâna dalıverdin.
Hiç de plânlamamıştın. Ayakların götürdü seni oraya. Adeta sürüklendin. Bir şeyler sipariş ettin. Mutlaka şarap istedin. Hani o pahalıcalarından… Sence enfes bir marka… Artık dere kavaklı mıydı, neydi? Bir süre demlendin, iyice. Sonra eşlik etmeye başladın milletle beraber şarkılara… Of anam of!.. Sonra da efkârlandın. Bir kalem bir kâğıt arandın. Çevreye sordun. Kimsede yok. Kalem uzattı sarhoşun biri… Ucu küt bir kurşunkalem… Mutlaka esnaftandı. Veresiye defteri tutan bakkal falan… Kimsede kâğıt yoktu. Ne arasın! Okula mı gidiyorlar, kafa çekmeye gidiyorlar. Garsonu sıkıştırdın.
“Kâğıt yok bey amca! Dediyse de sen ısrar ettin. O da gitti, patatesleri boşalttı, içi topraklı kesekâğıdını getirdi koydu önüne! İster yaz, ister yazma! Sen de: “Tamam yahu! Kâğıt olsun da… Dilekçe mi yazacağız! Şunun şurasında bir iç dökeceğiz!” dedin. Yarısını duydu, yarısını duymadı. Arkasını döndüğü gibi uzaklaştı zaten. Sana daha fazla yakalanmak istemediği her halinden belliydi. Hiç de umurunda değildi senin için de dışın da onun! Sen de öyle ettin işte. Hemen oracıkta içini dışına çevirdin! Sonra evirdin çevirdin o yırtıp açtığın, ikiye ayırdığın, içini dışını bir güzel yazıp doldurduğun kesekâğıdının parçalarını, okudun okudun… Sonra da katlayıp, Açık mavi Frenk gömleğinin sağ cebine, tam yüreğinin üstüne koydun. Düşürmemek için şöyle bir yokladın. İç rahatlığıyla masadan kalktın, giderken kalemin sahibini aradın. O çoktan toz olmuştu oralardan. Kalem derdinde değildi. O verdiği anda unutmuştu onu zaten. Elinde kalakaldı. Garsonu aradın. Dışarıya çıkmıştı. Kapının önünde rastladın. Bir kediyi kovuyor, tekmeler savuruyor gibi yapıyor, acayip sesler çıkarıyordu. Eline tutuşturdun. O adama vermesini söyledin, bir daha görürse… Senden gittiğine sevindin. Haramdı neticede… İçtiğinin haram mı helal mi olduğuna bakmazdın da yarım kurşunkalemin hesabını tutardın!”
“Bana bak, Orçun! Almayayım ayağımın altına ha!.. Çizmeyi aşma!..”
“O öyle değil, dede! ‘Çizmeden yukarıya çıkma!’ Nerden çıkmışsa bu değim de…” dedi Işıl, kırıtarak ve sırıtarak.
“Onu unutma, kızım! Bana hatırlat da sana nerden geldiğini anlatayım, daha sonra. Radyodan dinlemiştim onun hikâyesini.” dedi, dede. “Oğlum, senin de amma da geniş muhayyilen varmış ha! Az daha öyle olduğuna ben dahi inanacaktım! Olayı yaşamamış, doğrusunu bilmiyor olsaydım, “Yüzde yüz böyle olmuştur!” derdim! Aşk olsun sana!..”
“Sen sordun ben de dedim. Böyle hayal ettim ne yalan söyleyeyim! Hem, benim sana yalan borcum mu var!”
***
Onur BİLGE
BİN BİR GECE ÖYKÜLERİ - 425