- 1236 Okunma
- 1 Yorum
- 0 Beğeni
424 - BİR AŞK MEKTUBU
Onur BİLGE
Define’nin ağzı tavanlıdır. Biz daha çaylarımızı elimize alır almaz, bakarız ki o bitirmiş, boş bardağı tabağına koyuyordur. Ne çabuk içtiğine hayret ederiz. “Çiğneyecek miydim!” der bir de… Yine nasıl döktüyse kaynar çayı boğazına, kalktı içeriye gitti. Döndüğünde elinde çok eski, sararmış, kenarları yer yer yırtılmış birkaç dosya kâğıdı vardı. Yakın gözlükleri burnunun ucundaydı. Eliyle onları yerine yerleştirirken ünlü sandalyesine kuruldu, şöyle bir soluklandı ve:
“Size, çok beğeneceğiniz bir yazımı getirdim. Bu, Nesrin’e yazdığım adressiz pulsuz mektuplardan biridir. Bilmem sizler de sevdiklerinize böyle mektuplar yazdınız mı yazar mısınız… Yazacak olursanız, belki faydası dokunur.” dedi.
Hayretler içindeydik! İlk defa bizimle bir mektup paylaşacaktı. Şaşırdık! Çünkü mektup, hele hele aşk mektubu ise, çok özel duyguların yazıldığı, sır gibi saklanması gereken yazılardandır. Ancak muhatabıyla paylaşılabilir.
“Okumamı ister misiniz, çocuklar? Yoksa…”
“Nasıl istemeyiz, dede!” “A!.. Sahiden okuyacak mısın?” “Yaşa dede, yaşa!..” “Dedem benim be!..” “Susun da dinleyelim! Oku dede, hadi! Lütfen oku!..”
Define bir süre daha, seslerin iyice kesilmesini bekledi ve küçük öksürüklerle boğazını temizledi. Sesinin kontrolünü sağladığından emin olmak için, birkaç sözcükle okumaya başlayacağından bahsetti. Hazır olduğundan emin olunca da en duygusal, en romantik şiir sesiyle okumaya başladı:
"Sevgili!
Senden ayrılalı ne kadar zaman geçti, ifade edemem. Her ne kadardıysa, onu binlerle çarp! O kadar uzun geldi ki bana, anlatamam!
Hal hatır soracak değilim, çünkü nasıl olsa bu mektup sana ulaşmayacak ve cevap yazamayacaksın. Ben sana içimdekileri anlatmak, deşarj olmak niyetindeyim. Aksi halde daha fazla dayanamayacağım! Zira kendime kötü bir şey yapmaktan korkmaya başladım.
Hatırlıyor musun, birlikte çıktığımız zamanları? Ne kadar mutluyduk! Dünya yansa umurumuzda değildi! Öyle değil mi?
Uzun yürüyüşlerimiz vardı bizim el ele. Girip çıkmadığımız hiçbir sokak kalmamıştı, İstanbul’da. Karış karış gezmiştik her yerini. Bütün muhallebici dükkânlarını bilirdik. Müdavimiydik çay bahçelerinin. Piknik alanlarını da epey bir parsellemiştik. Ya o yaz sıcağı altında yanan kumsallar, o serin kaldırımlı deniz kenarları…
Albümler dolusu siyah beyaz resim, hatırımda kalan kalmayan yüzlerce isim… Kare kare sen, kere kere ben… Kaç kere bensem, on katı sen… Kaç şarkı banaysa o kadar da sana… Hatırlıyor musun birlikte gittiğimiz tahta iskemleli yazlık sinemaları? Arkalarda oturup çekirdek çitlediğimiz, fısıldaşmamızdan mı çıtırtımızdan mı rahatsız olup yer değiştirenleri? Onlar çekip gidince daha da rahatlayarak biraz daha arttırışımızı rahatlığımızı, konuşmaktan ve çitlemekten yana…
Sen hep sağımda olurdun ve söyleyecek bir şarkı bulurdun mutlaka. Aslında senin yerin sol yanımdı. İyi bilirdin ama hep boş bırakırdın o yanımı. Canımı isteseydin, düşünmeden verirdim. Ilgıt ılgıt erirdim, Torosların karı gibi… Ağrıyan yerime yanağını yaslardın. İçlenir içlenir ağlardın arada bir. Ara da bir defacık sesini bari duyur! Şimdi hepten unutuldum mu yani ben?
Kalın kitaplar arasında kurutulan çiçekler vardır hani… Ansızın presleniverirler! Yavaş yavaş verirler özsularını, yavaş yavaş o güzelim renklerini, kara mürekkepli sararmış samanlı kâğıtlara… Neleri varsa verirler, canlılıktan, tazelikten, güzellikten yana… Kupkuru kalırlar. Kupkuru ve solgun, kalıplanmış… Oralara bırakılırlar ve unutulurlar. Kimbilir ne kadar zaman sonra, tesadüfen ele alındığında, o sayfalar şöyle bir çevrildiğinde ya da bir aralık veya tümsek fark edilerek: “Ne var bunun arasında?” diye bakıldığında ortaya çıkar ya… Anımsanmaya çalışılır ya neden ya da ne zaman oraya konduğu… Ya hatırlanır ya da hatırlanmaz ama eski değerinden eser kalmaz.
O kadar çok zaman geçmiş olur ki aradan! O kadar değişikliğe uğramış olur ya yapısı… Ne zaman o zamandır, yaşanası ne de o eski o… Zaman, her zaman aleyhte işlemektedir. Zaman herkesi ayrı ayrı işlemektedir.
İşte öyle kupkuru bıraktın beni, anılarımızın arasında… Hatıra defterlerinin yaprakları arasında kurutulan, sonra unutulan güller gibi… Yaprak yaprak dağıttın. İçtin özsuyumu, renklerimi emdin. Canlılık namına ne varsa üzerimden çıkarıp aldın. Zıpzırlak bıraktın ya beni, darmadağın… Çırılçıplak bıraktın ya duygularımı. Beni, anılarımızın arasında, yapayalnız… Kokusuz, renksiz, tatsız tuzsuz… Sana aç, aşkına susuz… Canın sağ olsun!
Kanım çekiliyor damarlarımdan! Dilim damağım kuruyor. Ruhum kuruyor! Başımda bir karasevda dolam dolam… Orman yangını gibi döne dolana her yeri sarmakta…
Tenhalarda nasıl ağladığımı bilemezsin! Silemezsin gözyaşlarımı, parmaklarının ucuyla. İşin olmaz artık senin bu Karadeniz çocuğuyla. Yapayalnız yanarım yangınıma… Kahrına kahrederim. Kahrolurum kahrımdan! Issızlarda kaybolurum.
Beyaz elbiseli bir kızın poyrazla uçuşan eteklerinde bulurum seni… Seni bulduğumda da kendimi… Kendimi sende… Kendimi bende bulurum. Bir sen olurum bir ben olurum o esintide…
Kimbilir nerelerdesin şimdi. Kiminlesin, nasıl… Hangi sevilenin yahut sevilmeyenin ikliminde… Ben mi? Ben hep seninle… Hep seninle… Hep ama hep seninleyim. Dağ kovuklarında unutulmuş, parça parça karlar gibiyim… Orda burda kalmışım paramparça… Parça parça, yapayalnız… Sessiz sedasız dolanmakta, şurda burada pineklemekte, beklemekte, hep beklemekteyim ve erimekte… Erimekte ılgıt ılgıt… Sensizlikte azala azala… Sessizlikte çıldıra çıldıra… Çılgına döndüren sensizlikte sessiz sedasız… Sessizlikten deli divane…
Ağır çekim ölüyorum sensiz. Sessiz sedasız, sensiz… Vedasız…
Vedasız bir ayrılıkla duçar oldum bu belaya… Bakışlarından uzağa düştüğüm günden beri düşmekteyim. Düştükçe düşmekte… Üşüşmekte ne kadar vehim varsa üstüme… Gözlerinden uzakta delireceğim!
Nasıldı bakışların? Hani okşar gibi baktığın zamanlarda… Yavaş yavaş kaldırarak kirpiklerini… Gözlerin yarı açık…
Nerdesin sevgili? Siluetini yakalamaya çalışırken telaşım engelliyor, hayalimde şekillenmeni. Yüzünü yerli yerine koyamıyorum tasavvurumda. Dağılan gül yaprakları gibi dağılıyor yüz hatların. Gözlerini anımsayamıyorum. Bakışlarını yakalayamıyorum. Yaklaştıkça kaçıyorsun, alaimisema gibi…
Renklerin mi solmuş, kuruyan yapraklar gibi… Beynim mi durmuş? Duyularım mı kurumuş? Hayalimde bile oluşmuyorsun.
Ben seni çok ama çok özledim sevgili. Çok ama çok… Seni, sesini… Sesini fısıl fısıl… Gülüşünü çağıl çağıl… Kahkahalarını, hem de nasıl!.. Sağımdaki sıcaklığını… Berrak sesinle söylediğin şarkıları özledim. Durmaksızın konuşmanı… Anlatmanı, anlatmanı…
Ah bu sessizlik… Sessizlik, kimsesizlik… Hele sensizlik, sensizlik…
Hastane önünde, eli çenesinde düşüncelere dalan, orada öylece, taş olup çakılı kalan adam gibiyim Toroslar’ın kovuklarında…
Torosların kovuklarında unutulmuş… Sevgisizlikten buz tutmuş… Ilgıt ılgıt erimekte… Eriyip gitmekte…
Sensizlikte sessiz sedasız…
Sessiz sessiz…
Vedasız…"
***
Onur BİLGE
BİN BİR GECE ÖYKÜLERİ - 424