- 516 Okunma
- 1 Yorum
- 0 Beğeni
423 - SEZGİ
Onur BİLGE
“Taşra paklardı bizi! Kendimizi uzaklara atmalıydık. Baş başa kalmalıydık. Belki benden kaynaklanıyordu aramızdaki soğukluk. Ben normal davrandığımı sanıyordum ama Nevin, hemen hemen her kadında olan o kuvvetli sezgiyle yapmacık olduğunu hissediyordu da onun için mi kayıtsız davranıyordu bana karşı? Tüm olumsuzlukların ana sebebi benim hâlâ maziye takılı kalmam mıydı?
Nasıl anlıyordu? Nasıl seziyordu? Nerelerde açık veriyordum? Yanlışlıkla birkaç kere Nevin diyeceğime Nesrin demiştim ama yıllar önceydi. Sonraları bir daha olmaması için çok dikkat etmiştim. Hatta ilk heceyi uzatarak aklımı toparlama süresi kazandırmıştım kendime. Dilimi Nesrin’den Nevin’e birden bire döndürmem hiç de kolay olmamıştı! Kim olsa yanlışlık yapar, yapıverirdi. “Dil alışkanlığı…” demiştim her seferinde… Mazeretim kabul edilmiş miydi? Yoksa öylemi görünülmüştü?
Biliyorum, kadınlar unutmazlar! Birer mim koyarlar böyle yerlere. İtiraf edeyim, mimler birkaçı geçmiş, daha çok olmuştur. Şimdi düşünüyorum da… Akılda gönülde kim varsa dildeki de odur. Yalan değildi ki! İçim dışım oydu!
Zaten ilkin ablasını tercih etmiş, onun yüzüne bile bakmamış olmamı, hiçbir zaman hazmedemedi. Hatta baş başayken yanımıza geldiğinde uzaklaştırmak için: “Git kız, burnumuzun dibine sokulup durma! Uzak dur şöyle! Bizi mi dinliyorsun sen!..” diyerek azarlamalarımı asla unutmamıştı. Başıma kakar dururdu.
Biliyordu ki aşk, sıyrılıp atılacak bir kaplama değildir. Yüzeysel değildir, tamamıyla içseldir. Aşk kabuk değildir, çekirdek hiç değil… Aşk özdür! Aşk sinedir, gönüldür, gözdür. O gözden çağlar var gücüyle! Öyle kolay kolay kurur mu pınar! Dere değil, sel değil, gölet değil, göl değil! Yüce dağların dibinden, yarılmaz kayaları yarıp, kırılmaz taşları kırıp, göz göz oyup fışkırıp gelen en berrak, en soğuk, en nefis sudur. Başka duygular gibi katışık, bulanık değil, duru mu durudur, saftır. İçine çıkar karışmış sevdalar bozbulanık akar. Ne süzme ne bekletme kâr eder onlara, ne arıtma ne de klorlama…
Sevgi, Yaratan’ın bana bahşettiği en kıymetli duygudur. O rahmet, varlığımı karlarla kaplı dağlar gibi kaplar. İçimin ılıdığı her varlığa doğru yol bulur, akar ha akar… Yükseklerden kopup gelen halis kar suyudur. Yıkar, serinletir, ferahlatır, rahatlatır. Mutluluk getirir beraberinde… Önce şırış şırıl coşku, sonra sükûnet, huzur…
Aşk, yüce gönlümüm doruklarından sızarak yol bulan, ciğerlerimi delik deşik ederek inen, içimin katmanlarından süzülerek arınan, ruhumda barınan en berrak, en saf duygudur. Ruhumun derinliklerine iner, benliğime siner, göllenir de göllenir. Öyle bir an gelir ki çalkanmaya başlar. Bir yol arar gönülden gönle… Bir kanal, akmak için yürekten yüreğe… Bir çift göz, fışkırıp çıkmak için… Bir çift göz, bir ahu bakış… Arzuyla bakmak için… Çağıl çağıl çağlayarak akmak için… Sevdayı fısıl fısıl anlatmak için… İçin için ağlamak için…
Sevgi gibi değildir aşk, her yerden kolayca yol bulan, her yere akıveren sıradan bir su akıntısından çok farklıdır. Kolayca oluşuvermez. Her güzele bakıvermez, her yüreğe akıvermez. Değerli mi değerlidir! Suyu sebil değildir.
Selsebil’dir benim şair yüreğim. Her gözünden en yakıcı aşk şarabı akar. O mey ki zencefilli cennet şarabıdır. Bir yudum içenin ayakları yerden kesilir. Adeta buharlaşır. Bulutların üstünde uçmaya başlar. Bir daha da aşağılara indiremezsiniz! Ancak gözyaşları iner, bulut yanaklarından damla damla… Sağanak sağanak yola koyulur… Sicim gibi yağar hasret vurduğu zamanlarda. Öyle ki hıçkırıkları, dağların ardından duyulur. Yüreciği oyuk oyuk oyulur.
Bu dünya öyle bir dünya ki anlaşılır gibi değil! Çarşaflı peçeli döne döne giderken, salına salına güneşin etrafında dolanırken, öyle işveli cilveli, öylesine şuh bir güzel ki! Eline erkek eli değmemiş nâzende… Kaldırdı peçesini de bir baktım ki suratı şerifine, ahı gitmiş vahı kalmış üç otuzunda bir acuze!
Ben, Define… Asıl adım Necmettin… Ana gibi ana olamayan ne idiğü belirsiz Karadenizli Aysel Mahzun tarafından bu adı batasıca dünyaya bir şekilde getirilmiş, henüz üç günlük bebekken ak kundakla Hüseyin Aktan ile Ayşe Aktan’ın yabancı ellerine evlatlık olarak bırakılmak suretiyle bütün bakım, masraf ve mesuliyetinden kurtulunmuş, yediğini ödemek için ırgat gibi çalışarak büyümüş biriyim.
Beni doğuran kadından yalnız birak kundak almışım, hâlâ saklarım. Bir de soyadındaki mahzunluğu… Onun için hüzün benden hiç uzaklaşmaz. Define diyorsunuz bana… Gömü… Hiç de yalan sayılmaz. Gömüyüm ben. Gömülüyüm. Çoktan ölmüşüm de namazımı kılan yok!”
“Sen bir hazinesin, dede! Öyle deme!” dedim.
“Onun da büyük bir kısmı bende… Hazin kısmı… Hazineyi el aldı, Necmettin bakakaldı! Ah, akılsız kafam!.. Sonradan aklım başıma geldi: “Necmettin! Ne ettin!.. Ne ettinse kendin ettin! Kendi kendine ettin!” dedim ama olan oldu, biten bitti! Giden gitti! Gelinliğini giyerek, telini duvağını takınarak, etrafına çalımla bakınarak gitti.
Alıp gidemez miydim onu! Kandıramaz mıydım! Kaçıramaz mıydım!.. Yapamadım işte! Yapamadım! Hep böyle olmuştur, zaten. Ben sevmişimdir, el almıştır. İlk aşkım vardı ya… Çocukluk aşkım… Aliye… Onda da öyle olmuştu. Öyle başladı öyle devam etti… Alıştım ben kaybetmeye. Kanıksadım.
Hiçbir şey anlamadım ben bu dünyanın yeşilinden alından, kovanından balından… Bir âlem ki çalgılı çılgılı, sazlı sözlü, dansözlü, köçekli… Lain, cümbüşlü curalı… İnsan, oralı buralı… Aşk, yazılı turalı… Bir tarafı kara bir tarafı ak… Sevda, karasevda olsa da hep buralı, hep buralı... Nereye gitsen, ne etsen buralı…
Sevgilinin yanı, harikalar Diyarı… İrem Bağı… Antalya Türkiye’nin gözbebeğiymiş! Cennetin ta kendisiymiş! Şöyle güzelmiş, böyle güzelmiş… Ne anlamı var, içinde o olmadıktan sonra!”
Define, konuyu değiştirmek istiyor olmalıydı ki yüzlerimize, zaman zaman da uzak bir noktaya dalarak anlatmak olduğu hikâyesini:
“Duygu, kızım! Birer çay ver çocuklara! Bana da bildiğin gibi…” diyerek, araladı ve piposunu eline aldı. Yine üç tombul parmak, yine tutam tutam tütün, yine çakmak… Yine çakmak çakmak… Çakmak, çakmak, çakmak…
“Tavşan kanı mı dede?” diye seslendi, dalgalı sarı saçlarını sallayarak göçmen kızı, badem gözleriyle ela ela bakarak. Biliyordu işte ama yine de soruyordu. Hepimiz biliyorduk. Cevaplamadı Define. Bir şarkı tutturdu:
“Neyleyim köşkü, neyleyim sarayı
İçinde salınan yar olmayınca…”
Ahmet, elinde askıyla gelene, eline çayını verene kadar söyledi. Bir elinde kendi eseri olan meşhur piposu, bir elinde çay… Bu insan eskisi, bu çökmüş, bu göçmüş adam, bir zamanlar sevmiş sevilmiş, çalışmış kazanmış, evlenmiş, çoluk çocuk sahibi olmuştu. Gençmiş bir zamanlar… Taşı sıksa suyunu çıkarırmış! Kim inanır!.. Bir de bebekmiş o zamanlar. Ak kundak içinde aciz mi aciz bir bebek…
Aciz mi aciz bir bebek… Ana sütünden mecburen kesilmiş… Onu bile kana kana içememiş. Ana şefkatinden uzak, belki de hoyrat ellerde hırpalanmış durmuş…
Gerçeği öğreninceye kadar hiç hissetmemiş midir, onların gerçek anne babası olmadığını? Hiç sezmemiş midir, sevgi ve şefkat eksikliğini? Hiç şüphelenmemiş midir acaba?
Sorsam… Soramam ki! Olmaz şimdi. Ne gereği var! Zaten cevabı belli olan bir soru olur, soracağım. Hem onu daha çok üzer. Zaten ne kadar mahzunlaştı! Devam edemedi. Çay bahane! Bayağı bayağı efkârlandı, besbelli! Hemen piposuna sarıldı ya! İncecik bir poşetle kaplanmış gibi görünen perde inmiş küçücük siyah gözleri kızardı ya! Yaşardı yaşaracak! İyi ki çukurundalar. İyi ki hemen fark edilecek yerde değil… Buğusu daha kolay gizlenir. Yaşarsa da kolay kolay akmaz. O kadar derinden kolay kolay çıkamaz. O da biliyor da kısarak gizliyor, kırpıştırarak engelliyor.
İyi ki bir de ben o soruyu sormadım. İyi ki vazgeçtim. Kim sever, kim sevebilir, ana gibi! Tüm sevgileri toplansa anaların, imbikten geçirilse, acaba asıl anasının sevgisi gibi olur mu, olabilir mi!..
Acıyarak baktım yüzünün kırışıklıklarına… İçlerine siyah noktacıklar dolarak daha da belirginleşen, alnında kat kat, sıra sıra olan, göz kenarları başta olmak üzere tüm yüzüne çeşitli şekillerde yayılan, boynuna kadar akan çizgilere… Ellerine baktım. Tombik ellerine… Daha bir çaresizdiler… İçler acısı… Yoksulluğundan, yaşlılığından değil, sevgisiz bırakılmışlığından… Sevgisiz kalmışlılığından…
Kim ne verirse giyerdi, ne verse yerdi. Bir lokma bir hırka, geçinir giderdi. Herkesin derdini dinler, gerekeni gerektiği kadar derdi, herkesin gönlünü ederdi de: “Ne derdi var acaba?” demezdi kimse, o da derdini demezdi.
Hiç derdi yokmuş gibi, halinden memnunmuş gibi görünen bu dert babası, demek ki dert çeke çeke dert ustası olmuş da onun için dertlere derman bir hal almış zamanla.
O anlatmaya başladığında çıt çıkmaz. Herkes kaş göz işaretiyle anlatır meramını, sustuğunda bir cıvıltı başlar, bitmek bilmez. Herkes birden konuşmaya, fısıldaşmaya başlar. Bir karmaşadır gider!
***
Onur BİLGE
BİN BİR GECE ÖYKÜLERİ - 423