- 617 Okunma
- 1 Yorum
- 0 Beğeni
421 - KİBİR
Onur BİLGE
Işıl, dersi kaynatmak isteyen dalgacı öğrenciler gibidir. Fazla ciddi konular onu sıkar. Başlar şaklabanlık etmeye… Bundan acayip bir haz alır. Bu zamana kadar böyle gelmiş, böyle gider artık! Onu, olduğu gibi kabul etmekten başka çare yok. Çünkü normal de değil, anormal de… İkisinin arasında… Biri engellemezse, asla frenleyemez kendisini! Mutlaka birinin müdahalesi gerekir. Onun için Define’ye:
“Birlikte karar almıyor muydunuz, öyle şeyler için?” diye sordu, Orçun. Konu değişsin istemiyor, Işıl’ı bertaraf etmeye çalışıyordu. O da biliyordu ki bir başladı mı susmak bilmezdi. Bütün işi gırgır şamata… Beş kuruş ver, açtır ağzını, on kuruş versen kapatamazsın!
“Hanım, egoistti. Hep kendisini ve rahatını düşünürdü. Başkalarına hava atmaktan başka derdi yoktu. Geçim derdi nedir, ondan da habersizdi. Her şeyin en iyisi, en güzeli, en moderni onun olmalıydı! En bakımlı olmayı, en iyi giyinmeyi isterdi. Yakışsa canım yanmaz!” Yavaşça:
“Kim istemez!..” dedi, Neşe.
“Çoğu kadın ister. Belki de tamamı ama yerine göre… Böyle hastalık derecesinde değil. İyi yiyecek, iyi giyecek, hiçbir iş yapmayacak, orda burda aylak aylak gezip tozacak! Hayat, onun dıştan seyrettiğinden çok farklıydı ve o henüz mali sıkıntının ne olduğunu görmemişti. Yokluğun anlamını bilmiyordu. Çaresizlikten bihaberdi.
Biliyorsunuz ben, elimden geldiği kadar, hatta insanüstü bir gayretle gerekeni yapmış, ne kadar zor durumda olduğumu ona sezdirmemeye çalışmıştım. Sonunda, bıçak kemiğe dayanmış, tek mülkümüz olan evini satarak anamı sokağa atmıştım, yani kiraya çıkmak zorunda bırakmıştım. Elimde artık çok miktarda para vardı ama hazıra dağ dayanmazdı! Damlaya damlaya göl olduğu gibi, damla damla sızarsa da tükenir giderdi. Acilen gelir getirecek bir yatırım yapmam gerekiyordu. İş kurmak gibi…
Çevreye yabancıydım. Hangi caddeden daha çok kişi geçiyor, halk nerelere gidiyor, nerelerden alışveriş ediyor, nerelerde yemek yiyor; turistin tercihi nasıl yerlerdir ve nelerdir, bilmiyordum.
Turistik yerdi. Yerliye de yabancıya da yönelik bir iş yapan aç kalmazdı. İşlek bir caddede bir lokanta açmak akıllıca bir düşünceydi. Karar verdim. Et yemekleri ağırlıklı bir yer olacaktı. Balık çeşitleri falan… Ev yemekleri de olmalıydı. Sabit müşteri de olacaktı. Civardan esnaf, memur falan…
Bu düşünceler içinde şehri kaç kere turladım, bilmiyorum. Bazen ailecek çıkıyor, muhtelif yerlerde yemek yiyorduk. Para boldu. Çocuklar hep döner, kelle, kebap, tandır yiyor: “Hangimiz daha çok yiyeceğiz!” diye yarış yapıyorlardı! Malum, ben de içiyordum, o zamanlar. Yavaş yavaş şaraba indirdiğim tercihimi yine yukarılara çekmiştim. İlle de şarap içeceksem, bulabildiğimin en eskisini ısmarlıyordum, en pahalısını…
Bazen de seçtiğim yiyecekleri tamamlaması açısından, içki çeşidini değiştiriyor, fiyatını hiç umursamıyordum.
Öyle ya! Onca sıkıntıdan sonra refaha kavuşmuştum. Zengin bir adam olmuştum. Beni doğar doğmaz anne olamayan kadının elinden alıp analık eden, beleyen besleyen, koruyan gözeten, yemeyip yediren, giymeyip giydiren, canı gibi seven annemi falan karımın güzel hatırı için sokağa atmışım, kimin umurunda!.. Varlık sarhoşluğu içindeydik, ailecek!
Parka, hayvanat bahçesine, pikniğe, sinemaya falan da gidiyorduk. Yalnız, ziyaret edebileceğimiz veya bize gelen hiçbir aile yoktu. Misafirliği, annem gibi eşim de sevmiyordu. Annem babam yaşlı olduğu ve ekmek paramız tezgâhtan çıktığı için bir yere gidemezdik, uzaktan yakından eş dost, hısım akraba, herkes bize gelirdi. Nevin, İstanbul’da da ailesiyle kenetlenmişti. Ancak hava atmak için çevreye ihtiyaç duyardı. Antalya’da hiç arkadaş edinmek istemedi. Ancak benim tanıdığım bazı kişiler, akvaryumlara ve balıklara falan bakmak için gelirlerdi. O kadar.
Konuyu dağıtmayalım, geziyorduk gezmesine ama bir taraftan uygun bir yer arıyordum. İşlek bir caddede, kirası çok yüksek olmayan…
Nihayet bir gün Güllük’te, devren kiralık bir dükkâna rastladım. Dönerci kapatıyormuş. İçinde ne varsa bir nefeste saydı döktü! Arkasından da yüksek bir fiyat çekti. Ben de yılların esnafıyım. Adetlerimizde de var ya, sıkı bir pazarlığa giriştim. Alnımdan ter süzüldü ama üç aşağı beş yukarı, anlaştık.
Bizim evin Pis İşler Bakanı da benim. Yuva kurulduğundan beri değişmeyen kaderim… Soba borularının ve bacanın temizliği, bahçe süpürme, balkon yıkama, çöp atma... Bütün bu pis işler benim asli görevim olup karım tarafından belirlenmiş ve kesinleşmiştir. Sık sık hastaneye yatan oğlumuza refakatçilik de bunlara dâhil…
Tırnaklar uzun ve ojeli… Eller çamaşıra bulaşığa girmez! Ne varsa makineye… Ondan yardım isteyebilir miyim, dükkân temizliği için! Kolları sıvayıp işe giriştim.
O bomboş dükkândan aman ne döküntü çıktı! Ne kadar pislik! Hiç kimse bu tür yerlerin mutfağının nasıl olabileceğini düşünmeden içeriye girip yemek yemeye kalkmasın! Aman Allah’ım! O ne pislik! O tencereler, tavalar… O pencereler kapılar… Üstlerinde kalıp haline gelen yağları bıçakla sıyırdım! Sil Allah sil!.. Ettim edemedim, yağ çözücü aradım, fellik fellik! Ocak, yağdan kirden pisten görünmez olmuş, fırın ona keza! Kap kacak yamuk yumuk! Tabak çanak çizik, bakırlar kalaysız, çömlekler çatlak! Dükkâna dükkân demeye bin şahit ister! Olur, olur da bu kadar olmaz!..
Bizde de kabahat var. Hem de çok! Alelacele, kör gibi daldık! “Ucuz olsun da nasıl olursa olsun!” dedik, mal bulmuş mihribi gibi atladık!”
“Ucuz etin yahnisi…” dedi, İhsan.
“Ah, sorma!.. Böyle durumlarda hemen atlamayacaksın! Bir durup düşüneceksin! Acemilik. Açıkgöz enayilerdenim ben. Ah, akılsız kafam!..”
“Allah, birini mal sahibi yapacağında diğerinin aklını alırmış. Öyle mi oldu?” dedi, Işıl.
“Halk arasında söylenen öyle bir söz var. Ne derece doğru, bilmem. Cahil cesareti bizimki!” Yine Orçun, Işıl’ın lafı uzatmaması, sulandırmaması için müdahale etti:
“E, dede? Ürküttüğünüz tavuğa değdi mi bari?”
“Yapacağım iş konusunda tecrübem yoktu. Üvey evlat olarak yaşamış olduğum, baba ocağı sandığım evde, kuru diri ne bulursak yerdik. Geçim derdi… Annem, işten güçten başını kaldıramaz, sipariş yetiştireceğim diye tezgâhtan kalkamazdı. Acıktığını bile fark edemezdi. Bense, yetişme çağındaydım. Sık sık karnım acıkıyor, doymak nedir bilmiyordum! Acıkınca karnım ağrıyordu, açlığa dayanamıyordum. Onun için ocağın başına geçiyor, elime ne geçerse, uyduruk kaydırık bir şeyler pişiriyor, nefsimi körlüyordum. Bizimkiler de yiyor, beğeniyor ya da beğenmiyor: “Eline sağlık, evlat! Merhem gibi geldi!” diyorlardı. Böyle böyle cesaretim artmış, yemek yapar olmuştum. Karımın yemeklerini yiyinceye kadar, damak zevki diye bir şey yoktu bende, balık haricinde. Bizimkisi yemek yemek değil, çorbaya kaşık sallamak, yumurtaya talim, ekmeğe yüklenerek karın doyurmaktı. Mısır ekmeği, pilav, makarna, karalahana… Hamsi mamsi… Neyse… Ne yer Karadenizliler? İşte onlardan…
Hanımın yemeklerini tadıncaya kadar kendimi yemek konusunda bir şeyler biliyor sayıyordum ama daha o aileye girer girmez aldım boyumun ölçüsünü! Meğer ben bir hiçmişim! Annem de bir şey bilmezmiş pek. Yemek demek, Güneydoğu mutfağı demekmiş!
Her türlü balık konusunda rakip tanımıyor, diğer yemekler konusundaysa hanıma güveniyordum. Zaten yemekten başka bir şey bilmezdi! O kadar yıl ona, onun için katlanmıştım.
O kadar aşağılandığım halde sabretmeyi yeğlemiş, çocuklarımı analı babalı büyütmek için bağrıma taş basmıştım! Bir kere bana: “Seni seviyorum!” dememiştir. Bir kere şefkatle okşamamıştır. Kapıya kadar uğurlamamış, arkamdan hiç bakmamıştır. Geldiğimde karşılamak yok, elimdekileri almak yok! Sabahları uykudadır, süzülerek çıkarım yataktan. Ses çıkarmadan giyinir, usulca savuşurum. Kapı tık etmez çekerken. Çünkü henüz çok erken… Aman hanım rahatsız olmasın! Akşamları, iş dönüşü, elim kolum dolu olsa bile anahtarla açarım kapıyı. Buna rağmen yaranamam. Zaten eskiden nursuz, kaprisli bir şeydi, giderek daha hırçın, huysuz, geçimsiz bir kadın oldu. Bir kibir bir kibir!.. Kendini ne sanıyorsa… Bildim bileli herkese yukarıdan bakmıştır.
Her ağacın bir kurdu vardır. Her yaratılanın bir benzeri, bir zıddı… Herkesin bir düşmanı… Hani her şey zıddıyla bilinir ya… Kurt ağacı kemirir, mahveder. Günah, sevabı yer bitirir. Ablasının zıddı bu! Düşmanı da bu!.. O da bunun düşmanı!.. Sevabın düşmanı da kibir… Hardal tanesi kadar kibir, dağlar kadar sevabı eritir, bitirir! Nevin de beni yedi bitirdi!
Günahı sevabı kendine… Allah’la onun arasında… Kibri beni helak etti! Sabredebilseydim, sonum selamet olacaktı mutlaka. Belki ucunda cennet de vardı.
Hataları kusurları bir iki değildi ki! Habbe habbe, kubbe kubbe… Küçük büyük, birikti de birikti, dağ oldu! Bir affettim iki affettim, olmadı! Yenilendi, yinelendi…
Ben direndim, o direndi… Sonunda yenişemeyeceğiz belli oldu. Olan bize oldu. Olan bizden çok, günahsız yavrularımıza, dünyadan bihaber evlatlarımıza oldu!
Neyse! Zararın neresinden dönülse kârdır.”
***
Onur BİLGE
BİN BİR GECE ÖYKÜLERİ – 421