- 524 Okunma
- 1 Yorum
- 0 Beğeni
-İŞ VE ÇALIŞMA YAŞAMINI SPOR OLGUSU ÜZERİNDEN OKUMAK-
2008 Avrupa futbol şampiyonası günlerinde bir spor programı izliyorum. Konuklar arasında eski hakemlerimizden Ahmet Çakar’ın yanı sıra bir müddet sonra hayata gözlerini yuman spor yazarlarımızdan Kazım Kanat’ta yer almaktadır. Bir ara Alman milli takımının orta saha oyuncusu Michael Ballack’ın bir hareketi tartışılır. Açıkçası, Almanya adına Portekiz’e attığı bir gol öncesinde faul yapmaktadır. Ahmet Çakar bu durumu emek hırsızlığı olarak değerlendirirken; merhum Kazım Kanat, futbol bu hakemin görevi bunu belirlemek der.
Bunun üzerine eski hakem Çakar sözü atletizme getirir. Atletizmde bir maraton yarışında birinciliğe doğru koşarken yere yığılan rakibini kaldırmak için geri dönen bir atleti örnek gösterir. Kazım Kanat’ın cevabı, Ahmet Çakar’la birlikte televizyonlarının başındaki binlerce seyirciyi de koltuğuna mıhlayacak cinstendir; iyi de hocam atletizm sporların en şereflisidir demez mi? Hani insanın hadiiyy! Buyur burdan yak diyesi gelir. Öyle ya, atletizm sporların en şereflisi de futbol şerefsizlik abidesi midir? Hani spor dallarını da şeref haysiyet bağlamında ölçüp biçtik ya daha artık sırtımız yere gelmez vesselam.
Hiç kuşkusuz atletizm, takım sporlarından farklı olarak bireysel özellikleri dairesinde teşekkül eden branşlardan oluşmaktadır. Takım sporları tüm bir çalışma hayatı ve sosyal yaşamda ekip ruhunu pekiştirirken atletizme dayalı dallar ise bireysel düzlemde kendini gösteren teknik, kondüsyon, dayanıklılık, motivasyon, taktik ögeleri karşımıza çıkartmaktadır.
Bu bağlamda birinciliğe koşan bir atletin diğer bir sporcuya yardımcı olmayı öne çıkartabileceği bireysel karar mekanizmasına daha ziyade açık görünebilir de. Hatta bu hususu besleyebilecek bir öge de atletizmin diğer spor dallarından farklı olarak dünya spor tarihinde eksen teşkil edecek bir zemine sahip olmasıdır. Öyle ya; eski çağların klasik olimpiyatları bile ağırlıklı olarak atletizm üzerine kurulu değil midir? Hatta binlerce yıl öncesinde yapılan bir harpte zafer müjdesini koşarak başkentine ileten bir askerin maraton koşusuna ilham kaynağı olduğu da bir efsane dâhilinde günümüze intikal etmektedir.
Son zamanlarda izlediğim bir insan kaynakları etkinliği bünyesinde de buna benzer bir sunumla karşılaşmaktayız. Bir panelist tarafından spor dünyasıyla iş dünyası arasında bağ kurulmaktadır. Bir ilaç firmasının genel müdürü Cüneyt Balıkçıoğlu “İş Dünyası’nda Yüksek Atlama” başlıklı sunumuyla bizlere hem iş hayatı hem de bir spor dalı üzerine dikkat çekici bilgiler vermektedir. Konuşmacı genel anlamda sporun taşıdığı ve kazandırdığı kararlılık, sonuç odaklılık, hedef yükseltme, disiplin, sistemlilik, planlama, sosyalleşme, verimli kılma, stres atma gibi türlü ögelerden söz etmektedir. Açıktır ki; kişinin kendisini ve yeteneklerini tanımasını sağlamakta, dinamizmini ve girişkenliğini arttırmakta, ufkunu geliştirmektedir. Elbette çalışma hayatı ve iş dünyasının dinamikleriyle kişiyi uyumlu kılmakta bireysel hayatımızla çalışma yaşamımız arasında ahenk ve denge oluşturmaktadır.
Balıkçıoğlu böylesi bir kesişim kümesinin tesis edilmesinde en çokta bireysel bir spor dalı olan atletizmin yüksek atlama branşının rolü üzerinde durmaktadır. Yüksek atlamanın teknik özelliklerinden söz eder. Öncelikle konsantrasyon ögesi dikkat çekmektedir. Atlet, çıta yüksekliği dairesinde yapacağı atlayışa odaklanır. Hatta beden diliyle yaşadığı anı sergiler. Yapacağı atlayışı önce beyninde oluşturur. O esnada vücudunu hafif yana kırarak parmaklarını birbiri etrafında döndüren ardından olduğu yerde hafif sıçrama hareketleriyle adım ayarlaması yapan, sonrasında koşu ritmini sağlayan sporcu doğru noktada sıçrayarak çıtanın üzerinden geçecektir. Konsantre olma, koşu ve atlama tekniği süreçleri birbirini izler. Açıkçası süreç yönetiminin nirengi noktası sporcunun kendisidir. Atletin müsabakaya hangi yükseklikte başlayacağını, yarışma sırasında hangi yükseklikleri pas geçeceğini belirleme hakkı saklıdır. Bazen öyle olur ki; bir yükseklikte ilk iki hakkında başarısız olan sporcu o yüksekliği pas geçerek üçüncü hakkını bir sonraki yükseklikte kullanır. Takdir edersiniz ki, atlet o an da risk almaktadır.
Bu renkli sunum beni bir nebze eskilere de götürecektir. Televizyonlarımızın tek kanal dönemini yaşadığı çocukluk ve gençlik yıllarımın atletizm şölenine uzanırım. Avrupa, dünya ve olimpiyat şampiyonaları zihnimden geçmektedir. Kenan Onuk tarafından sunulan, atletizm otoritesi Nejat Kök’ün de yorumlarıyla eşlik ettiği o heyecan atmosferini tekrar yaşadığım anlar. Dolayısıyla, yüksek atlama branşının bazı ünlülerini de hatırladığımı söyleyebilirim.
Öyleki, bu anımsamalarımı program sonunda konuşmacı ile de paylaşıyorum. O zamanki Federal Alman bayan yüksekçi Ulrike Meyfarth dediğimde Cüneyt hocanın yüzüne geniş bir tebessüm yayıldığını söylemeliyim. Ulrike Meyfarth’ı seçmem tesadüfi değilde ondan. Ünlü atlet, 1972’de Münih olimpiyatlarında şampiyon olduğunda henüz 16 yaşındadır da; dönem itibariyle kozasından yeni çıkmakta, bir kelebeğe dönüşmektedir.
Ancak ileriki yıllar genç atlet için buhranlıdır. Bir müddet spordan kopar. Ne ki, yıllar içerisinde muhteşem bir geri dönüş sporseverleri beklemektedir. Atlet küllerinden tekrar doğar. Benim izleme imkânı bulduğum, tam da bu dönem olmaktadır. 1980’lerin ilk yarısıdır. Atina’da Avrupa şampiyonluğu ve Los Angelos olimpiyatlarında altın madalya gelir. Arada dünya ikinciliği vardır. O dönemin Sovyet bayan yüksekçisi Tamara Bykova’nın ardından alınan bu ikincilik ihtiyat şerhi düşürebilir. 1984 Los Angelos oyunlarını Romanya hariç doğu bloku boykot etmektedir. Tamara Bykova olsaydı Meyfarth yine ikinci mi olurdu acep? Ne gam! Yaşanmayan bilinmez ki. Son tahlilde Ulrike Meyfarth 12 yıl arayla iki olimpiyat şampiyonluğunu elde eden ender bir sporcudur. Ayrıca gerçek bir başarı öyküsüyle bizleri baş başa bırakacaktır.
Yüksek atlama vesilesiyle bir husustan daha söz etmek istiyorum. Branşın tarihinde farklı atlayış stillerinin öne çıktığı dönemler vardır. Önceleri makas atlayışı, ardından binek usulü nihayet günümüzde geçerliliğini sürdüren “Fosbury Flop”ters uçuş metodu karşımıza çıkar.
Bu durum, iş dünyasında ya da çalışma hayatındaki teknoloji değişimiyle benzeşmez mi? Nasıl ki yeni teknoloji alışkanlıklara ters düşebilirse ve bazı çalışanları işlerinden edebilirse yüksek atlamadaki teknik değişimi de sporcuların bir bölümünü olumlu kimini ise olumsuz etkiler. Mesela üstte söz ettiğim Ulrike Meyfarth’ın bireysel yetenekleri yanı sıra fosbury flop sistemiyle 1972’de avantaj elde ettiğini düşünüyorum. Çünkü bir önceki binek usulü tıkanma noktasına gelir. Bir belgeselde izlediğim kadarıyla dünya rekorunun ulaştığı seviyeyi artık karşılamamaktadır. Atletlerin büyük kısmı ata biner gibi yapılan atlayış esnasında çıtayı düşürmektedir.
İşte böyle sıkıntılı bir dönem de 1968 Mexico City olimpiyatları hiç beklenmedik şekilde ters uçuş sistemini devreye sokar. Dönemin isimsiz bir sporcusu Dick Fosbury bu atlayışla altın madalyayı kazanır. Bu anlamda atlayışı gerçekleştiren Fosbury’den bir yenilikçi şeklinde söz etmek hatta alanında devrim yaptığını söylemek herhalde mübalağa olmayacaktır. Gerçektende Amerikalı atlet yüksek atlama tarihinde altın madalya almış bir sporcu olarak büyük bir atlet olarak karşılanmaktan ziyade belirli bir dalda mücadele eden sporcuların önünü açmasıyla anımsanmaktadır. Düşünsenize dünyanın 68 kuşağıyla çalkalandığı bir dönemde bir sporcununda kulvarında sahne alması ilgi çekici olmaktadır. Bu arada tekniğin önemli bir organizasyonda ilk uygulandığı sırada şampiyonluk getirmesi yaygınlaşmasında hatırı sayılır bir avantaj sağlamış olmalıdır. İşte Münih’te henüz on altı yaşında bir atlet olan Ulrike Meyfarth’ın çocukluk çağıyla birlikte bu stille kaynaştığı ve tarzı kolayca özümseyebildiği görülmektedir.
Kısacası yüksek atlama bir sportif kategori olmanın ötesinde yükseklik kazanmak isteyen insanlara ve kurumlara gerekli metodoloji ve stratejiyi kazanmalarında rehberlik edebildiği ve bilinç yüklediği ölçüde “İş Dünyasında Yüksek Atlama” bizlere dikkate değer bir konu başlığı sunacaktır.
L.T.
YORUMLAR
levent taner
Şükran duydum katılımınız dolayısıyla
Saygı ve selamlarımla...