- 698 Okunma
- 2 Yorum
- 0 Beğeni
420 - NEFİS
Onur BİLGE
Her zamanki gibi Virane’de buluştuk. Neşe, Orçun, Işıl ve İhsan ile. Diğerleri de zaten oralardaydılar. Çoktandır merak etmekte olduğumuz bir Antalya’ya taşınma olayı vardı dedenin. Onu dinlemek istedik. Önce nazlandı:
“Ya çocuklar, ya! Yapmayın şimdi! Hiç de keyfim yok!” falan dedi ama sonra çukuruna kaçmış ufacık kara gözleri parlak boncuklar gibi ışıdı… Bu, yumuşadığının, razı olduğunun, anlatmaya başlayacağının işaretiydi.
Nazlanıyor, hatta eşini ve kâbusa dönen o menhus dönemi anmak bile istemiyordu. Çünkü hiç de iyi gitmeyen bir evliliği olmuştu. Eşinin ablasıyla onca zaman aşk yaşadıktan sonra onu bir fabrikatörün oğluna kaptırmak ve hiç de hoşlanmadığı, aralarında parazit kabul ettiği, o zamanlar ‘Sümsük Sümüklü’ dediği küçüğüne kalmış olmak nefsine çok ağır gelmekteydi. O aşk onu okumaya ve yazmaya sevk etmiş, bir defter dolusu şiir kazandırmıştı. Yaşı ilerledikçe, gördükçe geçirdikçe bir nebze de filozoflaştırmıştı. Şimdi ondan yüzlerce kişi istifade etmekte…
Birçok konuda nefsin emrettiklerinden uzak kalmayı başarmış görünüyordu ama tütüne dayanamıyor, ondan uzak kalamıyordu. Bir ara parasız pulsuz kalmış, üç gün üç gece ağzına koyacak bir lokma bir şey bulamamış. Kimseden de isteyememiş. Piposuna tütün bulamamış ama birilerinden bir sigara istemekten çekinmemiş. Nasıl olsa yadırganmıyor ya toplumda: "Bir sigara da bana versene!" demek... Ondan utanılmıyor, nedense... Dilencilik de sayılmıyor. O zamanlar içki de içermiş ama kimseye: "Bana bir bira alır mısın?" bile diyemezmiş. Denmezmiş. İçki müptelalılığı daha beter bir şeymiş!
Neler yaşamış neler, Define... Ne sıkıntılar çekmiş! Böyle böyle nefsiyle mücadele ede ede bugünlere gelmiş. Arada sırada uzun bir of çeker: "Neler geldi bu garip başıma! Daha neler neler gelecek, kim bilir!" der.
Ah nefis! Zalim nefis!.. Yine yumuk elleri meşhur is kokulu piposunun olduğu yere kaydı. Şöyle bir yokladı, buldu. Sıra tütün doldurmaya gelmişti. Alışık hareketlerle sağ elinin üç parmağını kullanarak tutam tutam alıp, kara kuruma dönen yere tıkmaya başladı. İşlem bitince üstünü belli bir basınçla düzledi ve çakmağı çakmaya koyuldu. O tütün rutubetten mi, tıka basa doldurulduğundan mı nedendir, tek alevle yanacak cinsten değildir. Üç beş, bazen daha çok alev ister. O da sahibi gibi nazlıdır. Yandı mı da yeri yöreyi dumana verir! Yine öyle oldu. Yanmasını ve ortalığı dumana boğmasını bekledik. Nihayet gönlü oldu. Dede ilk nefesi çekti, yüzünü yukarıya doğru kaldırarak o ağır kokulu dumanı havaya savurdu, rahatlamış ve artık yeterince hazırlanmış bir vaziyette anlatmaya başladı:
“Antalya’da, bizim oturabileceğimiz çok semt yoktu. Konyaaltı Caddesi çok güzeldi. Denize nazırdı. Hayran kaldık ama Bahçelievler ve Işıklar’daki daire kiralarını öğrendiğimiz için sormaya bile cesaret edemedik. Varoşlarda oturamazdık. Şehir merkezine yakın olmalıydı. Memurevleri, Güllük, Şarampol ve Meydan… Gezmediğimiz mahalle, girip çıkmadığımız sokak kalmadı. Hanım: “Karaloğlu Parkına yakın olsun bari!” diye söylenip duruyordu. Bana Kaleiçi evleri çok güzel geliyordu. Fakat oldukça haraptılar. Çoğu bakımsızlıktan yıkılmak üzereydi. Bazı yerleri çoktan göçmüş, yürekler acısı bir haldeydiler. Çoğunun sıvaları dökülmüş, duvarların ahşap kısımları ortaya çıkmıştı. En çok ahşap ve cumbalı oluşlarından hoşlanmıştım. İstanbul evlerine benzediği için bana çocukluğumu ve gençliğimi geçirdiğim sokağı hatırlatıyorlardı. Hanıma bunu söylemeye bile çekindim. Asla kabul etmeyeceğini gayet iyi biliyordum.
Doğugarajı ile şehrin o en eski ve en geniş parkı arasında dolaşmaya başladık. Nihayet Pali Bahçesi’nde, portakal bahçeleri arasında yeni yapılmış bir apartman dairesinin ikinci katını kiralamaya karar verdik.
Eşim, her şeyin en iyisine taliptir. Nefsine hakim olamaz! Ona kalsaydı, bambaşka bir hayat kuracaktık, elimizdeki parayla. Ne akıllara sığmaz hayalleri vardı! Kiralamaya bile güç yetiremediğimiz en mutena muhitte bir daire satın almamızı, eşyamızı tamamen yenilememizi istiyordu. Böyle bir şeyin mümkün olamayacağını aklı kesince, dilediği yerden üç odalı, geniş salonlu, kullanışlı mutfağı olan o daireyi kiraladık. Beğendireceğim diye göbeğim çatladı!..
Eşya taşımak ayrı dert, çocuklar. Nakliyatı, yenisiyle neredeyse başa baş… Bir de benim balık aşkım var, biliyorsunuz. Bir akvaryumlar vardı bende! Koskocaman! Envaiçeşit balık… Onlar hep bir arada olamıyor. Her türün ayrı akvaryum ve bakıma ihtiyacı var. Beslenmeleri farklı, üremeleri farklı… Hastalanmamaları için ihtimam isterler. Her şeyleri ile ilgilenmek lazım. Fakat harika şeylerdi! Usanmadan saatlerce zevkle seyredilebilirlerdi.
Nefis, doymak bilmez bir canavar! O kadar akvaryum yetmemiş gibi Antalya’ya gelince üç tane daha aldık. Evi akvaryumlarla süsledik desem yalan olmaz. Salonun muhtelif yerlerine, odalara yerleştirdik. Mutfakta bile küçük bir tane vardı. Dekorlarını sık sık değiştiriyor ve bundan büyük bir zevk alıyordum. Artık o konuda ustalaşmıştım, harikalar yaratıyordum! Görenler hayretler içinde kalıyor, o tasarımları nasıl bulduğuma şaşıyorlardı. Sonra, büyük balık almazdım ben. Küçük alıp büyütmekten hoşlanırdım. Çabucak büyümelerini istiyorsan, canlı yem yedireceksin. Kurtçuklarla besleyeceksin. Onların en iyileri Eskişehir’den gelir. Pis Porsuk’un çamurlu suyunda çoğalan kurtlar… Bayılırlar ona! Hepsi değil ama çoğu… Koy sepete, as! Gelsinler gitsinler yesinler… Yiyebildikleri kadar yesinler! Hazmı zor değil. Hiç dokunmaz. Bir şeycik olmazlar.
Cici cici eşyalarımız vardı, oralarda olmayan, bizimkinin göre göre bıktığı, atmak kurtulmak istediği... Yerine yenilerini düşleyip durduğu… Çeşit çeşit hayalini kurduğu…
Akvaryum dekoru değiştirmeye benzemiyordu, ev eşyalarını değiştirmek, yenilemek. O kadar köklü ve detaylı bir değişiklik yapmamız mümkün değildi. Mümkün olsaydı bile, o iş benim işim değildi. İçişleri bakanının konusuydu. Bakan ise o sipsivri Pinokya burnu gibi uzun ve kalkık sümüklü burnunu hiç aşağılara indirmiyordu!”
Hepimiz güldük, gülümsedik ama Işıl kıkırdamaya başladı. Hem fıkır fıkır kaynıyor, hem laf yetiştirmeye çalışıyordu. Gülmekten katılıyor, güçlükle konuşuyordu. Zor anlaşılan şu sözleri etme cesaretini gösterdi. Zaten bizden, başkası da diyemezdi dediklerini. Delidir, ne dese yeridir!
“Ya öyle miydi dede? Kusura bakma, kızma ama senin burnun da hiç yabana atılacak gibi değil yani! Ne bileyim! Nasıl denir, bilmem ki! Osmanlı padişahlarının burunları gibi okkalı… Şey… Haşmetli diyecektim! Teşbihte hata olmaz, değil mi? Pipo kadar var! Daha mı uzun bilmem ki! Ucu da top gibi… Osmanlı topu mu desem…”
“Sana ne kız, benim burnumdan!.. Almayayım ayağımın altına ha!.. Konuyu dinlemiyorsun da satır aralarında cevherler mi arıyorsun! Yok pipoymuş, yok Osmanlı topuymuş! Tövbe tövbe…”
“Diyecektim de vazgeçtim dede. O kadar da değil, artık! Tophane’de var ya bir tane… Ramazan’da kurusıkı ateşlerler! Biliyorum, çok abarttım! İkisinin arasında kalmalı…”
“Şimdi seni alacağım, iki dilim ekmeğin arasına koyacağım, Duygu’ya vereceğim, tost yapsın! Başka türlü yenip yutulmazsın!”
"Nefsine ağır mı geldi dede?"
***
Onur BİLGE
BİN BİR GECE ÖYKÜLERİ – 420
YORUMLAR
Sanırım 420'den daha ileride bu eser. Yanılmıyorum değil mİ? Buradaki bölümler geriden geliyor. Bence bir an önce bitirilip okura sunulmalı. Gerçekten yazı bölümündeki en ağır ve benim en önemsediğim eser Bin bir Gece Öyküleri. İşin garibi, o kadar zaman sonra okuduk sizi tekrar ama kahramanlar hala hafızamda. Ben ki bir önceki yazdığımın kahramanını hatırlamam.
Bu sıradan bir eser değil, bir kaynak eser. Kesinlikle Kültür Bakanlığı yayınlarında olmalı. ve kesinlikle bu eserin yeri burası değil.
Sevgilerimle.