- 765 Okunma
- 1 Yorum
- 0 Beğeni
MÜZEYYEN
Müzeyyen…
Elleri kan içinde yıkardı çamaşırları dere kenarında, dudağındaki kanı silmeden ve kimseye söylemeden tükürürdü ağzındaki türküyü eksik etmeden. Yanından geçenler aldırmazdı ona, o da yanından geçenlere…
Terkine bırakılmış köylerin, üç beş dumanı kış çökerken ve tüterken bacalardan “o” çamaşırları kış günü çalıların üstüne serer,seher vakti toplardı. Kalıplaşmış, buz tutan her giysiden çoğaltılmış Müzeyyenleri toplardı kendi ayakları üşürken. Yalınayak kar üstü düşlerine dalardı, içeri girdiğinde çalan radyonun yurttan sesler korosunda. Ezan sesleri yükselirken, dağ eteklerinden gelen kurt sesleri ve ulumlar etrafı salarken, gaz lambasının loş ışığını da kapatırdı Müzeyyen.
Yıkılmadan gök, ezilmeden yer, biz okula giderdik ve Müzeyyen izlerdi bizi. Ve kapısında her birimiz esas duruş bekler, onun yakamızı toplamasını ardından yaptığı iki lokmayı çantamıza koymasını can telaş beklerdik hep. Her Cuma günü özel bir tören olmuştu bize tıpkı üstümüzdeki siyah önlüğün beyaz yakalığı gibi. Ben onu şiir gibi seviyordum. Çünkü okulda bulabildiğim tek ve eski kitap şiirlerden ibaretti. Gülsüm Ebe benim okuduklarıma “tövbe…tövbe…” demeseydi eğer okuduklarımdan esinlenerek ona bir şeyler yazmayı da çok istemiştim…
***
Her sabah kara tahta, beyaz tebeşir endişesi elim titrerdi. Dışarıda ayaza çekmiş bir kuru havanın sabah güncesi, ellerim titrerdi. Soğuktan değildi. Ya ben okuyamazsam. Onca lokma Gülsüm Ebenin dediği gibi bana haram mı olacak diye. Oysa ben hem kötülüğü ve hem soğuk havaları, tanrıların yarattığı için şükrettim diye bana gene kızar mı Gülsüm Ebe…
**
Yaz gelmiş kiraz ağaçlarına da. Kırmızı bir gülümseme var ağaçların yeşil yapraklarının altında. Ve kıştan kalma ne varsa toplamış zaten çocuklar. Tepede oturup duran Müzeyyen, saçlarını kar sevdalı bırakmış rüzgara. Yakamızda beyaz yakalıklar. Uçurumlar ve kayalıklar. Ve keşke deniz de olsaydı kenarımızda. Köpük köpük iki şiir ve bir yelkenli karasal iklimli düşlerle bizi bir kıtadan ötekine koşturan sanki kara taylar gibi.
**
Yanına bir akşam üstü gittiğimde “atlar” dedi “atlar koşuyor” nerede dediğimde o göğü gösterdi. İki güvercin uçuyordu. Onun hayal gördüğünü biliyordum. Yılların yorgunluğu, mevsimin etkisi dedim kendi kendime. O uzanıp yatarken ben gökte uçan güvercinlerin üstündeki beyaz bulutlardan oluşmuş iki tay gördüm. Koşuyordu…Koşuyordu…Koşuyordu… Müzeyyen süzülüp duruyordu başuçunda ona yazdığım sarı kağıttaki iki şiir ve okuldan onun için yırtıp çaldığım “Kaldırımlar” şiiri…
**
Elleri kan içinde yıkardı çamaşırları dere kenarında, dudağındaki kanı silmeden ve kimseye söylemeden tükürürdü ağzındaki türküyü eksik etmeden. Yanından geçenler aldırmazdı ona, o da yanından geçenlere… Ve atlara kanat takılmış bir masalla uçtu desem Gülsüm Ebe bana “tövbe ,tövbe” varsın desin. Ben beyaz yaka, kara önlük bir metruk binanın önünde ant içtim. Müzeyyen’i ben gördüm ve benimle okula gidenler… Günahı borcum olsun keşke ona bir sayfayı yırtmadan bir kitap götürecek kadar büyüme imkanım olsaydı… Affet beni Müzeyyen Abla…
**