- 1208 Okunma
- 2 Yorum
- 0 Beğeni
MEVLANA'DA AŞK YUNUS'TA SEVGİ - 1
MEVLANA’DA AŞK YUNUS’TA SEVGİ -1
MEVLÂNA İLE
Göklerin ve yerin Râbbı diye başlar bir çok ayet. Buradan göklerin çoğuluna karşılık, bir tek yeryüzünün var olduğunu anlamlı buluyoruz. İnsanlık bilgimiz, yaşanabilir yeryüzü parçasının henüz tek olduğu noktasında.
Şimdilik, problem ve çözümlerde bu teklik esasına göre olacaktır. Problem-çözüm, hayat dediğimiz insanlık durumu, ezeli ve üretken düğümler yumağıyla karşı karşıya, problem dediğimiz şey. İnsan bu düğümleri çözerek bunlardan hayat çıkarmaya yönelen varlık. Mevcuttan faydalı çıkarımlar sağlamakla görevli. Böyle olmalı ki hayat dediğimiz şey-seyir gerçekleşsin.
Bu durum karşısında insan, akıl sahibi olması nedeniyle soru sormadan yapamaz. Tarih içinde top yekun insanlık hafızası bir nevi çocuk gibi, bir yığın soru sorarak ezeli dönüş hareketine katılır. Aklı ve bilgisi geliştikçe de soruları çoğalır ve büyür. Bu ebedi akış içerisinde bir çok düşünceyle birlikte dinleri bulur. Bu insanlık için büyük bir avantajdır. Eğer problem karşısında başı boş bırakılmış olsaydı. Vay haline! Dinleri kabulleniş problemi yarılamıştır. Artık çağlar boyunca hayat din eksenli bir kavrayışla seyreder. Dinle reel dünyanın izdivacı hayatın üstüne oturur. Felsefede bu iki gerçekliğin farkında olarak hayatın içinde yer alır.
Büyük dinler diye tanımlanan gerçeklikler insanlık tarafından bir nevi paylaşılır. Belli ırklar, belli kültürler ve belli coğrafyalar dinlerin kuşatması altına girer. Sevgi ve nefret diye tanımladığımız insan öğeleri de hayatlarımızda yansımalar bulur. Dinler özde nefretten çok insanın sevgi öğesine vurgu yapar. Hayatın çekilebilirliği ancak sevgiye vurgu yapıldıkça gerçekleşeceği tezini savunurlar. Ancak dinlerin hayata yansımalarında sevgide, nefrette kendisine yetesiye yer bulur.
Sevgi ögesi onlarca medeniyete yol açarken, nefret öğesi savaşlara, katliamlara ve medeniyet yıkıcılığına yol açar.
Hıra Mağarasında ruhunu demleyen ve damıtan Yüce Peygamberin ifşası ile insanlık önce irkilir, sarsılır ve yeniden dizayn olmaya rıza gösterir. İslam, insanlığı Hz. Muhammet vasıtasıyla selamlar. Evet İslâmda bir dindir. Ancak kendisini takdim şekli ve sunduğu kurtuluş reçetesi itibarıyla alışılmıştan öte insanlık hafızasını ve imanını sarsar. Herkes bütün alışkanlıklarından soyunmak ve yeni şeyler kuşanarak imanını tazelemek durumundadır. Öyle de olur.
Her yenilik gibi İslâm da, peygamberi de güçlüklerle karşılaşır. Bir süre sonra insanlık tarafından kucaklanır. Başta Arap Kavmi ve Arap Yarımadası olmak üzere belli kavimlerce benimsenir. Belli coğrafyada kendisine bir yer bulur. İnsanlık hayatı yeni iman, bilgi, görgü, kurallar bütünüyle kuşatılır. İslâm insanlık içinde hayat bulur ve insanlığa yeni bir hayat sunar. İnsanlık yeni medeniyet öbekleri kurmakta gecikmez. İslamda diğer büyük dinler gibi sevgiye vurgu yapar. Ancak nefret çarkı da bir yüzü ile dönmeye devam eder.
Peygamberle Arap Yarımadasında ilk nüvesini oluşturan İslâm, dört halife (Ebubekir,Ömer,Osman,Ali) döneminde yarımada sınırlarını çoktan aşar, dünyada ciddi bir gerçeklik olur. Özellikle Emevi, Abbasi dönemlerinde artık ciddi bir medeniyet membaı olduğu ve medeniyetin ta kendisi olduğunu bir çok eserle açığa çıkartırken, oluşturduğu güç itibariyle de pek çok kavim ve coğrafya üzerinde ispatlar.
Artık insanlığın tümüne söyleyecek sözü olduğunu ispatlayan İslâm, temsilcileri tarafından dışa dönük bir mücadeleyi sürdürürken iç oluşumunu da, toplumlar ve fert bazında örmeye devam eder. Bu iç örgü yaşanırken yeni anlayış ve durumlar da ortaya çıkmaya devam eder. Yeni mezhepler (yollar) gelişir, geliştirilir. Fürûatta Hanefi ve Şafii; Akaidde Maturidi ve Eşari. Devamında dört hak mezhep olarak; Hanefi, Şafii, Hanbeli, Maliki mezhepleri Müslüman dünyaca hüsnükabul görür.
Bu oluşum ve gelişim içerisinde insan, mutlak gerçeği, varlığın ve hakikatın, dini gerçeklerin mahiyetini ve ilahi meselelerin esasını bilme çabasına girişir. Ve bilgi elde etmenin vasıtalarına yönelir. Ehl-i sünnet alimleri bu bilgi edinme vasıtalarını üç tarz olarak şekillendirir.1.Nass ve Nakil:Selefiyenin yolu,2.Akıl ve İstidlal: Kelamiyenin yolu, 3.Keşf ve İlham: Sufiyenin yolu.
Konumuzun esasını Mevlâna Celaleddin Rumînin Dönemi ve Sonraki Çağlara Etkileri oluşturduğundan, biz hep 3.Keşf ve İlham: Sufiyenin yolu üzerinde seyrimizi-incelememizi sürdüreceğiz. Bu sufiye yolunun sistematik ve yaygın ismi literatürde Tasavvuf olarak adlandırılmıştır. Bildiği ile amel edene , bilmediğini öğreten Allahtır. Ayeti esas alınarak üzerinde ittifak edilen Tasavvufun Lugat manası: Kalbe, Ahlaka, nefse, ruha, hale, makama, marifete, sırra ve batına ait bilgiler, Şeriatın iç yüzü, İslâm Dinin ruhu, manası, özü, iç alemden bahseden ilim olarak takdim edilmiştir.
Bağlıları Tasavvuf hareketinin ilk tohumlarının Hz.Peygamber, sahabe ve tabiunun yaşayışında mevcut olduğunu, ancak müstakil bir ilim ve hareket haline gelmesi miladi VIII.asrın ikinci yarısından başlayarak IX.asırda doğuş devrini tamamladığını bildirirler ki ilmi görüş bakımından bu tarihler arası da aynen kabul görür. İbn-i
Haldun Mukaddimesinde yaptığı tarifte; Tasavvufun ilk önce İslâmların uluları, Sahabe, tabii ve onlardan sonra gelen büyüklerin tarikatleri, ancak hak ve hidayet yolu ve ibadetlere devamda dünyanın süs ve ziynetlerinden yüz çevirerek Yüce Tanrıya yönelmekten ve halkın sevdiği, meylettiği zevklere, mal, servet ve şereflere rağbet etmemekten ve ibadetle meşgul olmak üzere halk arasından bir yana çekilmekten ibaretti demektedir. Tasavvuf bu dönem içerisinde ilmi gelişmesini sürdürürken bağlıları zaman içerisinde Savvife ve Suffiye adını almıştır. Bu gelişme sonucunda ibadet ve taatten ibaret olan tasavvuf ilmi, şeyhler ve üstadlar elinde yoğrulup, nakledilerek öğrenilen bir ilimken, daha sonra tefsir, hadis ve fıkıh ilimleri gibi Müslümanlar arasında teşekkül eden bir müstakil ilim halini aldığı anlaşılmaktadır. Bütün düşünce akımlarında olduğu gibi tasavvufun da tarih içinde yetkin temsilcileri olmuştur. Yetkili ve etkili mutasavvıfların ilk sûfi olarak andıkları İbrahim Ethem (777) dir. Şakik Belhi, Davud Tai, Fudayl B.İyaz, Maruf Kerhi gibi sufiler IX.yüzyıla kadar süren gelişme döneminin önemli sufileridir. Tasavvuf da diğer düşünce hareketleri gibi belli aşama ve dönemler geçirmiştir. Bu dönemleri şöyle kategorize etmek mümkün olmuştur. 1.Zühd dönemi; Bu dönemin önemli temsilcisi Veysel Karani olarak anılabilir. 2.Tasavvuf Dönemi; Maruf Kerhi. 3.Vahdet-i Vücud Dönemi, İbn Arabi olarak anmak mümkündür.
Bu anlayışlara her ne kadar da dönem-devir adını vermiş olsakta, Lider-Önder-Şeyh durumuna yükselen mutasavvıfların hayatında bu anlayışların hepsinden etkilenmeler mevcuttur. Özelde ele alacağımız Mevlânanın hayatına baktığımız da göreceğiz ki. O, başlangıçta her şeyden önce kürsüde vaaz edecek bilgi ve kudrete sahip bir alimdir. Öyle ki babasının boş bırakacağı vaaz kürsüsüne layık görülmüş ve hakkıyla da o kürsüyü doldurmuş, yıllarca vazetmiştir. Giriş bölümü olarak adlandıracağımız bu açılımdan sonra konumuzun aslını-esasını oluşturan Mevlâna Celaleddin Rumînin özeline, yani konumuzu oluşturan Dönemine ve sonraki çağa etkileri konusunu açmaya çalışacağım.
MEVLÂNANIN DOĞDUĞU İKLİM
Mevlâna, ne kadar tartışmalı olsa da çoğunlukla kaynaklar Onun 1207 Yılında Belh Şehrinde doğup, 1273 yılında Konya Şehrinde öldüğünü kaydetmişlerdir. Bu iki tarih arası Mevlânanın bizzat hayatını oluştursa da dönemini anlama bakımından bu zaman diliminin öncesi ve sonrası da problemlerimiz arasında bulunacaktır.
Doğduğu şehir olan Belh, Eski ve Ortaçağda önemli bir şehir. Efsanelere göre Turan Hükümdarı Efrasiyabın başkenti. Zerdüştilerin kutsal şehri. Hint,Çin, Türkistan, İran ticaret yollarının kesiştiği ova. Akamenidleri, İskenderi görmüş. Budizm, Mecusilik, Hıristiyanlık, Mani dinlerini, Ak Hunları tanımış...
İslâmın erken dönemi sayacağımız 708 yılında Kuteyb B.Müslim tarafından Müslüman Arapların eline geçmiş. Abbasiler, Saffariler, Samaniler, Gazneliler, Büyük Selçuklular, Hıtaylar, Gurlular ve Türklerin yönetimi altında büyük gelişme göstererek, Arap Coğrafyacıların tanımı ile Ümmül-Bilad şehirlerin anası ünvanını alır.
Belh, Türk Harzemşahların elindedir. Mevlâna Celaleddin Muhammed Rumî 1207 yılında dünyaya gelir. Sultan Muhammet hüküm sürmektedir. Belh, Horasanın, Merv, Herat, Nişaburla birlik dört büyük şehrinden biridir. Horasan ilinin tahıl ambarı. Rivayettir ki ilk kağıt burada imal edilir. Kağıda, kültüre, medeniyete dost bir belde. Denir ki, şehir nüfusunun dörtte birini din adamları, fakirler, öğrenciler ve onların aileleri oluşturmaktadır. Bu özellik ona ayrıca İslâmın kubbesi unvanını yakıştırır. Ünlü vezir Nizamül Mülkün Nizamiye Medresesi ile de, İslâm Alimlerinin çekim merkezi olur.
İyilik ve güzelliklerin yanında zaman zaman küfürbazlık, rüşvet, adaletsizlik gibi kötü şöhretlerle de anıldığı olur.
Bütün mezhepler ve meşreplere yurtluk yapmakla birlik, Sufi Vaizler, Hanefi Fakihler, Kelamcılar asıl nüveyi oluşturur. Tartışmalar şiddetlidir. Muhammet Harzemşah bu çalkantı karşısında müsamahakardır.
Mevlânanın babası Bahattin Veled, Belhin sufi eğilimli bir fakih ve ünlü vaizidir. Tatlı dilli, açık sözlü, nüktedandır. Büyük bir dinleyici kitlesi, Horasan ve çevresinde binlerce müridi bulunmaktadır. Bu özellikler ona, bir unvan kazandırır. Sultanü-l Ülema, O Alimlerin Sultanıdır. Devletlülerle içiçedir. Halkla birlik, onlarında ilgisine mazhar olur.
Mevlâna çocuk yaşta bu kaynaşma ve tartışmaların içindedir. Her çocuk gibi, zamana uygun; Kuran, Tecvit, Hadis, Hat, Hesap dersleri alır. Kahramanlık destanları, masallar, öğütler, hikayeler, aldığı eğitimin yardımcı unsurlarıdır. İleri ki hayatında Mevlâna bu kültür hamulesinden sık sık yararlanmayı bilecek, çevresini bu zengin dağarcığıyla besleyecektir.
Sonuç olarak Mevlânanın doğduğu Bel; Türk, Arap, İran, Moğol akınlarının da kesişme noktasıdır. Bu topluluklar elinde Belh, çoğu zaman şereflenirken, zaman zaman kadre de uğramıştır. Son darbeyi henüz çekirdeği oluşmakta olan Moğollar vuracaktır. Bundan sonra Harzemşahlarla birlik Belhin talihi de kararacaktır.
Bu şehir biraz çocuk Mevlâna demek, Nüvesi bu şehirde oluşmuş ve çocuk ruhunda kalıcı izler bırakmıştır. Bu çocuk etkilenmesidir ki, etkileyeceği dünyanın tohumunu oluşturmuştur.
Belhteki çocuk Mevlâna’dan elimizde kalan:" Bir gün ağabeyisi, Alaeddin Muhammet ve Belhin ileri gelen ailelerinin çocuklarıyla toprak damlar üzerinde oynuyorlardı. Bu sırada bir çocuk küçük Celaleddine:
-Gel bu damdan ötekine atlayalım, dedi.
Celaleddin gülümseyerek:
-Hayır, bu iş, kedi ve köpeklerin kolayca yapabileceği bir iştir. Eğer gücünüz yetiyorsa, böyle damdan dama değil, geliniz göklere uçalım, alemleri seyredelim. "Kabına sığmadığı anlaşılan çocuktan kalan bir Belh anısı.
Hayrettin YAZICI
Devam edecek...
-------------------------------------------------------------------------------------
YORUMLAR
Kainatın efendisnden sonra en ağır çilelerden birini de islam yolunda çeken Hz.Mevlana'nın doğuş öyküsü ile yazı diziniminiz başlamış oldu.Evet bu sayı islm.doğuşu/mezhep/tarikatlar vs.sonrasında Mevlana nın gün ışığına çıkması.An be an soluksuz okudum bu konulara bende yakın izleyiciyim.Kalemin-emeğin-yüreğin dert görmesin.
Belh’teki çocuk Mevlâna’dan elimizde kalan: “Bir gün ağabeyisi, Alaeddin Muhammet ve Belh’in ileri gelen ailelerinin çocuklarıyla toprak damlar üzerinde oynuyorlardı. Bu sırada bir çocuk küçük Celaleddin’e:
-Gel bu damdan ötekine atlayalım, dedi.
Celaleddin gülümseyerek:
-Hayır,bu iş, kedi ve köpeklerin kolayca yapabileceği bir iştir. Eğer gücünüz yetiyorsa, böyle damdan dama değil, geliniz göklere uçalım, alemleri seyredelim.”Kabına sığmadığı anlaşılan çocuktan kalan bir Belh anısı.
ne güzel bir kısa ile bitirmişsin, hocam
Mevlana hz benim hayatımda çok değerli bir yeri vardır
artık onu dünya tanıyor...
onun sevgisi hoşgörüsü ahlakı Allah' olan inançı hepimize ışık olmalı
sizi okumayı seviyorum hocam,
kutlarım yüreğinizi