- 1135 Okunma
- 0 Yorum
- 0 Beğeni
KEŞKE BİR DENİZ OLABİLSEYDİM!!!
KEŞKE BİR DENİZ OLABİLSEYDİM
ÇILGIN DALGALARLA
KIYILARINDA ÖZLEMLERLE PATLAMALARA!
Nefes almaksa yaşamak, istediğin saatte yatıp, istediğin saatte kalkmaksa özgürlük; yaşıyorum ve özgürüm!
Bu kadar basit mi bu iki olgu ve bu kadar basit mi içeriği? Şüphesiz ki değil. Hele seni tanıdıktan sonra hiç değil.
Unutmuştum aşkı, sevdayı. Neydi? Nasıldı? Ne hissedilir? Ne duyulurdu? Anımsayamıyordum bile. Öyle uzaktı, öyle uzaklarda kalmıştı ki, bundan sonra da anımsayamam sanıyordum. Değil yaşamak!
Ansızındı gelişin. Temmuzda kar yağışı gibi beklenmedik. Üstelik bu kadar kısa zamanda, bu kadar mesafe kat etmekse hiç olanaklı değil. Şaşılası!
Ya, aynı beklenmediklikle, aynı süratle çıkıp gidersen bir gün hayatımdan. Hayır! Olmaz; olamaz, olmamalı. Böylesi imkânsızı yaşarken düşlerimde bile göremeyeceğim, asla imgelemeyeceğim fevkaladelikte.
Korkuyorum, uyanmaktan korkuyorum; olası gerçeğin kollarına düşüp, yok olmaktan korkuyorum. Üstelik imgelerimin ötesinde yetkinken sen, yoğrum farkı olmaksızın, yöndeşken seninle.
Evet, sen busun. Hayır, tevazua hiç gerek yok. Aldançsam da iyi rol yapanlar karşısında, rol yapmadığın o kadar belirgin ki sen busun eminim.
Ve yaşam henüz ellerimi bırakmadan, çok geç de olsa, seni yaşamıma kazandıran, başta kader, sonra diğer vesilelere sonsuz minnet ve şükran. En başta da kaderi kurgulayan Allah’a.
Ne olur, güzel olan pek çok şey gibi bitiverme çabucak, gidiverme, bırakma ellerimi henüz ısınmışken. Tomurcuklarına karlar yağdırma zamansız baharımın.
Mutsuzluğun resmini çizmek çok kolay. Ağlayan bir çift göz çiz, fırçanı siyaha batır, rasgele sür tuvale yeter. Mutluluğu resmetmek ne kadar zormuş, ne kadar çok rengi varmış mutluluğun. Hangi renge boyasam hangi güzelliği çizsem, yine de olmuyor, anlatamıyorum boyutunu. O nedenle dile getirmekte de çok zorlanıyorum. Hiçbir mektubu yazarken bu kadar zorlanmamıştım. Ne yazarsam yazayım. Nasıl anlatırsam anlatayım, hangi kelimeleri kullanırsam kullanayım, öyle yetersiz, öyle zayıf ki. İçimdeki coşkuyu bir türlü koyamıyorum ortaya. Resmedemiyorum kısacası mutluluğumu.
Dedim ya, kendime tanıdığım son şanssın diye. Yaşayamam bu defa, ölüm ötesi olur gidişin.
Bağışla sevgilim, zaman zaman inançsızlığımın tezahürü davranışlarım oluyor. Öylesi inanılmaz ki gerçekliğin ve öyle korkunç, öyle ürkütücü ki dışımızdaki gerçekler ve de kaderin kurguladıkları, korkuyorum. Bir daha asla yakalayamayacağım bu güzelliği, bu güzel insanı, kaybedeceğimden korkuyorum.
Henüz gözlerinin derinine bakıp sevdiğimi bile söyleyemedim oysa. Tutamadım o güzellikler sunan ellerini. Duyar gibiyim “Seni çok sevdiğimi biliyorsun. Nice güzelliklere gebe gelecek ve bu güzellikleri yaşatacağıma söz vermedim mi defalarca” deyişini.
Biliyorum yaşamımdaki en önemli kilometre taşlarından biri olduğunu. Ve henüz yaşamadan, yaşattıklarından yola çıkarak biliyorum, gelirken neler olacak ellerinde bana sunmak üzere. Hiç yaşanmamış aşkları yaşayacağım, yaşanmamış sevdaları. O büyülü masalı yaşatacaksın bana, kimselerin tanık olmadığı. Ayaza kesmiş bedenim, ığıl ığıl hatırlarken kadınlığını, çorak, üstelik buz tutmuş yatağım, tutkunun ateşinden çağlayanlar oluşturacak. Setleri yıkıp, mutsuzlukları boğarken, en görkemli hazları önüne katıp sürükleyerek ulaştıracak, o hep uzaktan bakıp, asla girip yüzemediğim mutluluk denizine.
-Zor oyunu bozar- derler. Oyun değil düşlediklerimiz, yaşadıklarımız ve yaşanacaklar. Doğrunun ve en güzelin gerçeğini yaşıyoruz biliyorum. Ama bekleyen ve olası zorluklar öyle aşılmaz boyutlarda ki. Ya zor bu defa gerçeği de bozarsa?
Elimizde olan, ikimizin olan en büyük zorlukları bile aşacağımıza inanıyorum, ellerimiz diğerimizin ellerinde olduğu sürece. Beni korkutan, bizim dışımızdaki zorluklar ve sınırlar. O nedenle bana defalarca yinelemene gerek yok. Sevdada, tutkuda, tüm değer yargılarımızda eşit ve yöndeş olduğumuzu biliyorum artık. Biliyorum ve eminim. Benim gibi, bana göre olduğunu da çok iyi biliyorum. Ve o nedenle ki senden vazgeçemiyorum; zaman zaman verdiğin mutluluktan ürküp, zaman zaman da kaybetmekten korkarak kaçmak istediğim halde. Çünkü daha şimdiden bu boyuta, bu tarifsiz güzelliğe ulaşılmışsa, daha sonrakilerin büyüsü daha bir vazgeçilmez kılacak seni.
Güzelliğin başından bugüne hiç değişmeyen çizginin saygınlığında gizli. Seni yücelten ve beni bu denli bağlı kılan da bu güzelliğin. Sen, bendeki insanı gördün, kadınlığımın tüm görselliğinden önce. Ve sevdin. Tıpkı, benim, sendeki insanı sevdiğim gibi, sendeki erkekten önce.
Önceliklerimiz farklıydı başkalarınca; bizce yöndeş ve paydaş. Aynı yoğrumun insanlarıydık velhasıl. Bizi coşkulu, ilişkimizi güzel ve saygın kılan da bu. Bu nedenle ki son bulması olasılığı korkularım. Sen “Bitmeyecek” desen de, “Hep yanındayım” desen de, acaba adlı minik kurt inatla kemirmekte ısrarlı beynimi.
Ve yaşamın, değiştirme gücüne sahip olamadığımız gerçekleri! En başta da zamanın yanlışlığı. İsyanı ne denli büyük yüreğimin bilemezsin. En çok da mesafelere.
Niye böyle oluyor, doğru zamanda yanlış, yanlış zamanda doğru insan? Niye her şey hep ters orantılı yaşamımda. Ters de olsa, zamansız da olsa yine de mutluyum. İyi ki tanıdım seni. İyi ki bir şekilde varsın yaşamımda.
Kış güneşim, güz gülüm, ütopik erkeğim; seni hiç bir zaman göremeyecek, asla senin olamayacak olsam da seninim. Çünkü sende yeşerdim, sende solacağım.
Ne de güzel ifade etmişsin mektubunda, benim defalarca uzun uzun dile getirdiklerimi, bir cümlede en güzelinden anlatmışsın, şairinden iki satırlık alıntı yaparak.
“Aynı çıtırtıyla ürperen birer serçe gibiyiz, en yaşanılası yıllar sabun köpüğü gibi elimizden kayıp gitmiş.”
Gerçekten de, ayrı ayrı, birbirimizin varlığından bile habersiz yaşarken başka başka şehirlerde, aynı kaderi paylaşmışız üç aşağı beş yukarı. Aynı acılar, aynı kaygılar, aynı güçlüklerle savaşmışız. Ama aynı değerlerle, aynı erdemlerle ve onurumuzdan asla ödün vermeksizin.
İşte bu nedenle ki, sana sık sık diğer yarımsın diyorum. Ve ben seninle tamamlandım. Bütün olmanın hazzını yaşıyorum seninle doyasıya.
Düşünmeden de yapamıyorum. Bizi birbirimize çekici kılan yaşadıklarımız mı? Yaşamadıklarımız mı? Yaşadıklarımızsa güzel. Yaşamadıklarımızsa şayet onlar yaşandığında ne olacak? Bulamıyorum hiçbir sorumun cevabını. Çünkü yüreğimin sesi, aklımın sesini baskılıyor ve yüreğimin götürdüğü yere düşünmeksizin çılgınca koşuyorum. Aklımı ise hiç dikkate aldığım yok.
Oysaki ne kadar süre önceydi tam hatırlayamıyorum, ama epey önceydi. Pek çoğunun düşündüğünü, bir kişi çok net ifade etmişti. “Çok akıllı, çok dolu, çok katı ve aşırı kuralcısınız. Siz bana fazla gelirsiniz. Taşıyamam” demişti. Ben de farkındaydım. İncitmeden söyleyebilmenin yollarını arıyordum ki, o beni tam isabetle kurtarmıştı bu zor durumdan.
Oysa şimdi öylemi ya? O çok güvendiğim aklım, tamamen devre dışı sen söz konusu olduğunda. Katılık ise, eseri kalmadı. Munis bir kedi gibi olup çıktım. Kurallar ise asla tasavvur edemeyeceğim, hatta cesaret edemeyeceğim düzeyde ve de hâlâ inanamadığım ölçüde yok olup gittiler. Kısacası, aklımı kullanamaz, kurallarımı uygulayamaz oldum. Hepsi yer ile yeksan.
Bir yerde, özgürlüğümü de kısıtlıyorum kendi kendime. Senin sınırsız özgürlükler sunup adamana rağmen. Çünkü dünyanın merkezinde yer aldığın gibi, dışını da çepeçevre seninle sarmaladım. Kendi isteğimle de sayılmaz, kendi kendine, iradem dışı oluştu sana köleliğim. Ama biliyorum ki bu tabiatıma tamamen aykırı. Ne denli özgür olmak istediğimi de bilmiyorum açıkçası.
Bir yanım bağlanmak istiyor. Yaşamımda bir tek sen ol, senin dışında hiçbir şey olmasın ve her anımda yanımda ol istiyor. Baktığım her yerde, her şeyde seni göreyim, aldığım nefes bile sen ol istiyor ki öyle de oldu gerçi. Diğer yarım ise kaçmak, olabildiğince uzağa kaçmak ve seni unutmak; senin olmadığın bir dünyada yine mutsuz, yine yalnız, ama olabildiğince özgür yaşamak istiyor. İstiyor ya senin olmadığın bir yer yok ki şu koca evrende. Unutmaksa hiç yok! Öylesine tutuklu kalmışım ki gözlerinin büyüsünde, kıpırdayamıyorum bile. Hem kaçsam, kaçabilsem, her vardığım yerde beni karşılayan, yine sen olmayacak mısın? Yanımda götürüyorum zaten her gittiğim yere. İliklerime kadar sen doluyum. Özetle, bağlanmaktan korkuyor, bir o kadar da bağlanmak istiyorum.
Ama öyle bir noktaya geldim ki, sen üşüsen ben hasta oluyorum. Sen yesen ben doyuyorum.
Galiba, boş kuruntuların pençesinde kıvranıyorum. Çünkü güvenin her iki boyutu da çoktan oluştu ilişkimizde. Bu gün gibi aşikâr. İlişkimizi tutkulu kılan da bu. Bu güne dek tutkulu bir aşk yaşamamış olmamdan kaynaklanıyor olsa gerek.
Nathanıel BRONDEN’in “Özgüveni yüksek olan bir kişiyle, düşük olan bir kişi arasında, tutkulu bir aşk ilişkisi göremezsiniz, bu tür bir farkın erotik bir yüklemesi olmaz” görüşünü bir türlü anlamlandıramamıştım okuduğumda. Biliyorum ki, ikimizin de özgüveni yüksek insanlar olmanın yanı sıra, birbirimize olan güvenimiz de yüksek. Bu nedenle ki, daha bir aşık, daha bir tutkulu kılıyor bu ilişki ikimizi. Ve inanıyorum ki, bir gün o noktaya geldiğimizde yüklenecek erotizm de en az güvenimiz kadar güçlü olacak; bilememekle birlikte, beklentilerimize ne denli cevap verebileceğimizi ve ne kadar mutlu olabileceğimizi veya ne denli mutsuz. Hatta hiç yaşanmasa bile.
Birlikteliğimizdeki her şey, istençle kurgulanmışçasına fevkaladelikte de olsa, olası gerçekleri de göz ardı edemiyorum.
Dünlerimde yoktun,
Yarınlarımda da olamayacaksın!..
Ve ben,
İki sensizliğin arasında sıkışmış...
BUGÜNÜMÜ YAŞAYAMIYORUM!..
YORUMLAR
Henüz yorum yapılmamış.