Yaz Kokusu-3
İnşaatın bekçisine birkaç ilaç yazdı ve bunları ona kullandırmasını söyledi. Bekçi de Afgan’dı ancak yaralanan Afgan Türkçe bilmiyor, bekçi biliyordu.
Susuzluğu gitmişti. İşinin başına döndü. Öğlen güneşi yerini, daha insaflı bir güneşe bırakmış bu da Sadi’nin bir parça daha mantıklı düşünmeye başlamasına sebep olmuştu. Neden uzattığını düşündü okulunu. Milyon kez söylediği gibi yazar olmak için uzatmıştı. Kendine söylenmiş yalanlar işte. Doğrusu ise ergenliğini yaşayamamıştı. Çok geç kırmıştı kabuğunu. İnsanlardan korkuyordu ilk sekiz yılında ve okula dahi gitmiyordu. Gidemiyordu, kazanılmış hakkıydı o okul ama sanki ilkkez gittiği bir evin misafirliğinde önünde ki yemeğe ne kadar aç olsada saldırmaması öğretilmiş bir çocuk gibi ona sunulan nimetten çekinerek faydalanmaya çalışmıştı. Kabuğunu kırdığındaysa artık çok geçti, bir sefer daha kalırsa atılacaktı. Yılların açlığıyla daldığı sosyal hayattan kendini geri çekememiş ve yeniden sınıfta kalmıştı. Yazmaya da çalışmıştı zaman zaman. Komplesinden aptallıktı onunkisi. Bazen Tanrının ailesiyleözel olarakdalga geçtiğini düşünürdü çekicini vururken.
Çocukluğunda çok zengindiler fakat o kadar hızlı kaybetmişti ki ailesi her şeyini, farkına bile varamamış dımdızlak ortada kalmışlardı. Sonra özürlü bir kardeş vermişti Allah onlara. Ailesini ve tıp fakültesini almıştı birde elinden. “Suçlayacak hiçbir şey yok” dedi bir an ve sonra karma karışık duyguların içinde boğularak mırıldandı “suç benim.”
Suçlunun kendisi olduğunu düşünmesine sebep olabilecek bir takıntısı vardı Sadi’nin. Kendisini asla bu yüzden suçlamasa da tamda bu yüzden son şansını yitirmişti. Onun takıntısı oyunlardı. Oyunlarında sık sık, içinde arzuladığı gibi yaşayabileceği dünyalar kurardı kendisine. Bu dünyaların her birinin konsepti olur. O konsepti anlayıp algılayabilen herkesle doyumsuz muhabbetler ederdi. O dünyaya dahil olanların Sadi’nin fantezilerinde ki felsefelere inanıp inanmadıklarını asla bilemezdi. Ama Sadi kendi yarattığı dünyaya inanacak kadar kendine aşık bir adamdı. Bu sebeple kabuğunu kırıp sosyalleştiği, okuldan atılmadan önce ki son iki yılında en komplike dünyayı kurmak istedi. Son oyun en büyüğü olmalıydı. Bir kadın geldi ve oyununa dahil oldu. Dahil olmak ne kelime oyunu en az Sadi kadar iyi anladı ve işaretleri en az Sadi kadar net okudu. Mucizelere şahit oldular beraber. Rakamlar, renkler, kelimeler, tarihler kısacası her şey onların birlikteliğine işaret ediyordu. Yapamazdı Sadi, sözünden dönemezdi şimdi ki karısını terk edemezdi. Bu mevzuyu içselleştirdi arzuladığıyla prensipleri çatışmış ve prensipleri kazanmış istediğinden vaz geçmek zorunda kalmıştı. Kendi oyununda mağlup olmuş ve son şansını depresyonda geçirerek okuldan atılmıştı.
Tak tak tak sesleriyle düşüncelerinden sıyrıldı. Her şeyini kaybetmiş olabilirdi kim ne kadar suçluysa suçlu, geçmişte yaşadığım her ana değer diyerek kendisi de tak tak sesleri çıkartmak için tahta kalıba vurmaya başladı çekicini.
Akşama doğru birbirinin aynı ve yalnızca sınırlı sayıda okuyucuya ulaşacak bir sanat eserinin daha sonuna gelmişti. Kalıp sanatında çivi çakmanın inceliklerini ne güzel icra ettiğiyle gururlanarak kendiyle ufaktan dalga da geçiyordu. Ne çok istemişti sanatçı olmayı. Kendi kurgularından bir tanesini hatırladı; En iyi senaryo ödülüne layık görülecekti ve gururla yürüyecekti o kırmızı halıda “on the Oscar goesto..” cümlesinin ardından. Her hayali gibi bu da rafa kaldırılmak bir tarafa, cehenneme gitmişti artık.
Evet boktan bulama olsa da bir de yazarlık hikayesi vardı Sadi’nin. Tıp hayatının sona ermesi, yazarlık hayatını da elinden almıştı. Hayallerinde kurguladığı sayfaları gerçeğin ocağında bir bir ateşe vermişti. Şimdi evine doğru adımlarını sıklaştırırken kafasında ki hikâyelerin hepsi inşaat terimleriyle doluydu. Kalıp çakmak onun için bir sanat olmuştu. Hem de ne sanat, hakaret edercesine, bugün yaptığı kalıplara beton dökülecek ve betonun ertesi günü çaktığı çiviler gene kendi elleriyle söktürülerek kalıplar çıkartılacaktı. Düşündü yeniden kalemi ele almayı. Cicim ayları bir çocuk yapacak kadar sürmemiş evlilik hayatından geriye yalnızca kavgalar kalmıştı. Eve gidip yazmaya çalışsa, birde yazarlıktan kim ekmek yemişki? Boş işlerle uğraşacağına git vardiyaya kal diyecekti sevgili aşkı. Sonra peşinden kardeşi olmamış olsaydı kendisininde kadın başına çalışabileceğini ve bu sayede bir yerlere gelebileceklerini fısıldayacaktı.
Karısını düşündüğü her an, kendisi de fark etmediği halde, boğuluyordu. Yazma hayalleri kurarken sahneye çıkan karısı yakınında dahi olmadığı halde Sadi’yi her şeyden vaz geçirmiş ne yazarlık ne öğrenci affıyla gelecek fakülteye dönüş rüyaları ne de bir çocuk babası olmak hepsini bir daha sildirmişti. Umuda tutunmaktan bıkmıştı. Fakülte afları elbette çıkardı ve beşinci sınıf gibi kolay bir seneyi kolayca verip intern doktor olur ve peşine doktor unvanını geri kazanabilirdi. Ev yolu herkes için iç hesaplaşmalarla dolu mudur bilemem ancak Sadi için en sevdiklerine giden yol en sapa en kuytu ve hatta en dik yamaçlara tırmanan bir patikaydı. En sevilenler en çok üzebilecek olanlardır. Sadi bunu iyice öğrendiği için her eve dönüş yolunda yolun kendisini görmemek ve varış noktasında onu neyin beklediğini unutmak için çokça düşünürdü. Fakat bu düşünceler bu süregelen yolculuklar da sevdikleri için daha iyisini yapmaması gerektiğine karar verdirmişti.
Doktor olsa ne olacaktı ki, sefil hayattan kurtaracağı kişiler kimdi? Bugün ona saldıran karısı yarın şişkin cüzdanına yalakalık yapıp ilk zamanlarda ki gibi “sevgilim bugün yemeğe çıkalım” diyecek miydi? Keşke demese diye geçirdi içinden. Karısının bu dokuz ayda yaşadıklarıyla aldığı şekli Sadi doktor olsa ve hayat standartlarını arttırsa bile değiştirmeyeceğini Sadi’ye nefretle bakacağını bilseydi eğer, işte o zaman öğrenci affı için umut besleyebilir ve bekleyebilirdi o günü. Fakat en çok sevilenlerle kırıldığında insan İsmaili bir teslimiyetle kedere boynunu uzatır ya Sadi’de öyle yapıyordu. Karısına sunabilecekleri arttığında karısının onu seveceği düşüncesi bile midesini bulandırıyordu. Karısı kurduğu cümlelerde haklı olabilirdi. Ama doktor olursa artık bu cümleleri kurmaz ona saygı duyardı, o zamanda Sadi onu boğardı. Bu sebeple her şeyden vazgeçiyordu her yolculuğunda.
Sadi’nin düşünceleri geçmişten kalan bir takıntısını fark edişiyle yırtıldı. Yan yana yürüdüğü insanlarla konuşamaz sessiz bir yolculuk geçiriyor olurlarsa vücudu ısınır, ne yapacağını bilemez ve de kendisini kötü hissederdi. Yanında yürüdüğü Abdullah’la konuşmaya alışık olmasına rağmen onu unutmuştu ve üç dört dakikalık sinir bozucu bir susuş yaşamış olduklarını düşünerek hamle yapmak istemişti. O kadar dalgındı ki söyleyebilecek hiçbir şey bulamadı.Bulamadıkça daha fazla gerildi. Bir yerden başlamak istedi. Aklına gelen ve en çok aşina olduğu sesle başladı:
“Tak tak tak… en güzel senfoni” diye mırıldandı belli belirsiz. Cümlenin devamını nasıl getireceğini bilemediğinden sesin sonu boğuklaşmıştı. Abdullah “ne diyorsun” diye sordu. Abdullah’ta işletme bitirmiş fakat bir türlü dikiş tutturamadığından abisinin yanında kalıp işine girmişti. Çok hızlı arkadaş olmuşlardı Sadi ile ve Sadi ona bildiği her şeyi anlatmaya çalışmıştı. Sohbetleri günden güne derinleşiyor ve Sadi kendi geçmişinde ki tecrübeleri açmaktan daha az çekinir hale geliyordu. Üzülüyordu hem Abdullah’a, doğu kültürünün bir getirisi olsa gerek, Abdullah, abisinin onu aşağılamalarına rağmen hatta zaman zaman tokatlarına bile yalnızca susuyordu. Üstelik Abdullah yağız delikanlıydı, abisi ise yerle arasında ki bir karışa dua edecek nitelikteydi. Birkaç seferinde usulünce sormaya çalışmıştı Sadi, abisinin hareketlerine neden tepkisiz kaldığını ve Abdullah bu konuda konuşmak istememişti. Ama Sadi’den gördüğü saygıyla abisinden daha üstün tutmaya başlamıştı Abdullah onu. Ufak bir gerginlik yaşanacağı zaman Sadi ile her hangi bir işçi arasında direk araya girer ve gözü kesiyorsa kendisiyle muhatap olması gerektiğini açıkça gösterirdi karşı tarafa. Bu arkadaşlığın gelişiminde Abdullah’ın ailesi tarafından sürekli hâkir görülüşü ve resmen kader ortağı sayılabileceği Sadi’nin onu ve hayatını anlamlı kılabileceğihikayeleri ve bakış açıları adeta Abdullah’ı büyülemişti. Abdullah onun anlatış biçimiyle, bahsettiği mucizelerle ve sesinde ki efsunuyla küçüklüğünde ki peri masallarını hatırlıyordu. Elinden geldiğince yanından ayrılmıyor fırsat bulsa evine bile gelmek istiyordu. Kendisi bekar Sadi evli olduğu içinde buna hiç cüret edemiyordu. Bir parça daha suskunluğun ardından Sadi cevap verdi:
YORUMLAR
Henüz yorum yapılmamış.