8
Yorum
2
Beğeni
0,0
Puan
1391
Okunma
Can sıkıcı bir durum.
Odadaki sevimsiz atmosferin kasvetli havasından kendimi kurtarıp, küçük kanatlı dar pencerenin ardında uzanıp giden muhteşem güzelliğe kaydırıyorum bakışlarımı.
Elini uzattığında dokunacakmışsın gibi duran, Gavur Dağlarının güney yamaçlarını boydan boya kaplayan ve öğlen sonrası güneşi ile Akdeniz Kasımının kafa kafaya vererek süsledikleri ardıç ve çam ağaçları, birbirlerine öyle sıkı, öyle samimi sarılmışlar ki; insanın gönlüne ister istemez sevgi dediğimiz olgunun, bu günlerde yitirdiğimiz ve de arama niyetinde olmadığımız esintilerini taşıyorlar.
Etrafımdakilerden saklamak gereği hissettiğim bir garip tebessüm gelip yerleşiyor dudaklarıma manzarayı seyrettikçe. Aklım, alıp başını başka diyarlara, başka mevsimlere, başka iklimlere yelken açıyor. İyi de yapıyor hani. Zira, günlük hayatın bu katlanması zor, insanı yoran, üzen, bıktıran salvolarını savuşturmak gerçekten zor zanaat.
Odada, her kafadan bir ses çıkıyor. Bir sevimsiz tartışma almış başını gidiyor, herkes kendi fikrini kabul ettirme gayreti içinde, amansız bir mücadele sergilemekte. Olayın odak noktasında olmam gerekirken ben, hayallerin bilmem hangi evresinde, dünyanı bilmem hangi köşesinde güzellik kovalamakla meşgulüm.
Tam o esnada kapı çalındı, küçük bir kız öğrenci, çekingen ve ürkek adımlarla içeriye süzüldü. Utangaç ve mahcup bir üslupla;’Öğretmenim!’ dedi. Odadaki çok sesli koro sustu, tüm dikkatlerini küçük öğrencinin üzerine yöneltildi.
- ’Ne var kızım? Ne istiyorsun?’ diye sordu müdür yüksekçe bir ses tonu ile. Bir türlü çözemediği sevimsiz olay zaten epeyce canını sıkmış, velilerin yüksek perdeden tartışmalarını uzunca bir süreden beri yatıştıramamak da olayın tuzu biberi olmuştu.
İlk ayılan bizim oğlan oldu. Durumu çakmış, usuldan usuldan arkadaşının elini çekiştirmekte, ancak kendilerinin duyabileceği bir sesle bir şeyler mırıldanmakta, jest ve mimikleri yardımıyla da birazdan muhtemelen açık edilecek bir sırın deşifre edilmesini önleme çabasında... Kızın ise umurunda değil arkadaşının bu sıkıntılı durumu. Sık sık yukarı kaldırdığı sol omuzu ile, ’Bana ne! Bana ne!, olayın gerçeğini anlatacağım, kararlıyım!’ demekte resmen.
-Öğretmenim, İlbey’in Burak’ı neden dövdüğünü ben biliyorum.
-Neden dövdü kızım?
-Çünkü Burak, koridorda Mert’e çarptı ve onu yere düşürdü. İlbey de onu dövdü.
Oy!... Al başına belayı şimdi! Bu güne kadar başımıza çok işler getirmişti de, böyle dayak olayı flan olmamıştı hiç. Nasıl altından kalkacağız bilemiyorum artık. Durum oldukça vahim.
Göz ucu ile bizim oğlana bakıyorum. Öyle babayiğit tavırları gitmiş, başı öne eğik, boynu bükük, yaptığı işin yakışıksız olduğunu yeni kavramış olmanın getirdiği utanç içinde, kızaran yüzünü odadakilerden saklama çabasında... Alışagelmediğimiz bir durum bu. Ele avuca sığmayan, haşarı, hiperaktivitenin zirvelerinde dolaşan çocuk gitmiş, yerine, öyle masum, mazlum, sessiz sedasız biri gelivermiş.
Dayak yiyen çocuğun ebeveynleri hariç, odadaki herkes olayı anında çözdü, yelkenleri suya indirdiler. İlbey’in, Mert’e olan düşkünlüğünü bilenler, meydana gelen bu sevimsiz olayın, hiç de yadırganacak bir tarafının kalmadığının farkında idiler. Odadaki atmosferin birden değiştiğini fak eden şikayetçi anne-baba, neler olduğunu kavrama gayreti içinde, şaşkın ve meraklı gözlerle odaya giren kız öğrenciyi süzmekle meşguller.
Çok zaman geçmeden;
-Bir öğrenciyi kazara yere düşürmek, dayak yeme sebebi midir bu okulda? Bu ne terbiyesizlik, ne disiplinsizliktir?’ diye kükrüyor öfkeyle anne.
Ardından, eşinden cesaret alan baba devreye giriyor.
’Çocuğumu döven bu çocuk, derhal okuldan atılmalıdır.’
Olacağı buydu işte!
Zaten sık sık iş değiştirmem nedeni ile evliya çelebiye dönmüş çocuklarım, iki sınıf ard arda okudukları okul yok; şimdi de kavga yüzünden yeniden yollara düşecekler, yeni okullar, yeni arkadaşlar, yeni öğretmenler arayacaklar. Bir de sürgün damgası yemek var işin sonunda.
Ev toplamak, taşınmak, yeni yerlerde, yeni hayatlar kurmak, yeni dostlar edinme çabası içine girmek zaten perişan etmiş eşimi; okuldan ayrılma ihtimali belirince, ters ters suratıma bakıyor, ’Eve gidince görüşeceğim seninle’ pozlarını takınıyor hemen.
Ben de ne yapacağımı şaşırmış vaziyetteyim. Oğlumu mu savunsam, akşama hanımdan yiyeceğim zılgıtı mı düşünsem, dayak yiyen oğlanın ana-babasını mı yatıştırsam bilemiyorum? ’Sana mı düşmüş koridorda düşen öğrencinin intikamını almak’ diye geçiriyor içimden, oğluma için için kızıyorum. Çaresizce ortamı yumuşatmak için bir şeyler, bir kaç hoş cümle arıyorum, ama hiç bir şey bulup çıkaramıyorum dağarcığımdan. Zaten oldum olası bu söz söyleme sanatında hep sınıfta kalmışımdır.
Odadaki gergin hava, küçük kızın dahil olması ve olayı deşifre etmesine rağmen dağılmıyor, tam aksine, öfkeli ebeveynin ısrarı daha da artıyor. Bir an önce hüküm verilmeli ve suçlunun infazı tamamlanmalı. Sevgili oğulları, böyle suça meyilli insanlarla bir arada olamazdı. Sözün kısası, bizim oğlana bir an önce yol verilmesi gerekiyordu.
Bu durumda,ne söylenecek bir söz, ne de savunulacak bir husus kalıyor. Bizim oğlan resmen suçlu, üstelik olayın şahidi de mevcut. Pılı pırtıyı toplayıp başka okula, üstelik de damgalanarak transfer olması kaçınılmaz. Çaresiz kabulleniyoruz durumu, okul müdürün vereceği karara razı oluyoruz istemeyerek de olsa. Ben, artık olayı yorumlamayı bırakıyor, oğlana nasıl bir ceza vereceğimi düşünmeye başlıyorum.
Müdür, tam lafı alıp, sonucu bağlama operasyonunu başlatmıştı ki, oda kapısında yeni bir tıkırdı duyuluyor. Tıkırdı ile birlikte, demin odaya giren kız çocuğu da hareketleniyor, seri bir hareketle kapıya yönelirken dönüyor ve okul müdürüne;
-’Öğretmenim, Mert de sizinle görüşmek istiyor’ diyor heyecanlı bir ses tonu ile.
-Gelsin bakalım!
Kapı açılıyor, koltuk değnekleri olmasına rağmen, yine de oldukça zor yürüyebilen, uzun boylu ve oldukça sevimli bir erkek çocuğu içeri giriyor. Sınıf öğretmeni, öğrencisinin duruma alışık olduğundan hemen bir sandalye ayarlıyor ve öğrencisini oraya oturttuyor.
-’Bir şey mi söyleyeceksin Mert?’ diye soruyor müdür.
-’Öğretmenim! Burak, teneffüste koridorda koşarken bana çarptı, yere düşürdü. İlbey de bu duruma kızdı ve onu dövdü. Her ikisi de suçsuzdur. Suçlu olan benim. Çünkü, rahat hareket edemediğimden, arkadaşlarımın yolundan zamanında çekilemedim, bana çarpmalarına neden oldum. Lütfen İlbey’i cezalandırmayın. Okuldaki en iyi arkadaşım o benim.’
Bu esmer, uzun boylu, yeşil gözlü, bakışları hayat dolu çocuğun yanaklarından süzülen bir kaç damla yaşa odaklanıyor odadaki herkes. Biraz önce tozu dumana katan öfke bulutları, alıp başını başka diyarlara göç ediyor ansızın. Derin ve mahzun bir sessizlik çörekleniyor müdür odasına. Soluklar tutuluyor, düşünceler dinginleşiyor, bakışlar yumuşuyor. Hayat, yeniden, bir kez daha, başımıza vura vura realiteyi çakıyor aklımıza. Sevgi dediğimiz sihirli kelimeyi bir kez daha getirip yerleştiriyor yaşamaya çalıştığımız keşmekeşliğin baş köşesine.
Kendini ilk toparlayan müdür oluyor yine:
-’Peki evladım, sözlerini disiplin kurulu dikkate alacaktır. Bir söyleyeceğiniz yok ise, çocuklar sınıflarına gitsinler.’ diyor ebeveynlere.
Kimseden çıt çıkmıyor. Hepimiz dilini yutmuş misali sessiz, biraz şaşkın, biraz da mahcup, öylesine çocuklara dalıp gitmişiz.
-’Çocuklar, hadi siz sınıfınıza gidin şimdi.’
Çocukların hepsi birden arkadaşlarına yardım ediyorlar. İki erkek arkadaşı kollarına giriyor, kız da kapıyı açıyor; beraberce odadan çıkıp, aynı koridordaki sınıflarına doğru yöneliyorlar. Biraz önce kavga eden, velileri bu nedenle apar topar okula çağrılan çocukların şen şakrak şakalaşmaları, ders saati olması nedeni ile çıt çıkmayan uzun koridorda yankılanıyor.
Odadaki insanların düşünce ve duygu dağınıklığını fark eden sınıf öğretmeni, olayı toparlayabilmek için Mert’in hastalığı hakkında kısa bir bilgi veriyor.
-’Mert’in annesi ve doktoru ile görüştüm durumu hakkında. Duchenne Müsküler Distrofisidir denilen bir kas erimesi hastalığı var Mert’te. Duchenne Müsküler Distrofisi, hastalıktan sorumlu olan genin erkek X kromozomlarına bağlanması nedeni ile erkek çocuklarında görülüyormuş. 3000’de bir erkek çocukta, genellikle 3 ile 6 yaşlar arasında kendini gösteriyormuş. Önce kalça kemikleri grubu ve bacaklarda başlayan zayıflık daha sonra omuzlara yayılıyormuş. Bu hastalık çocuğun yerden kalkarken elleriyle destek alması ve merdiven çıkarken zorlanması ile fark ediliyormuş. Kaslar zayıfladıkça etkilenme artıyor ve en çok etkilenen çocuklar 10 yaşına gelene dek tekerlekli iskemle kullanmaya başlarmış. Hastalık gittikçe kötüleşir ve bu tür hastaların 30 yaşına ulaşması ender olarak görülür diyor doktoru.
-’Bu çocuk iyileşemeyecek mi hocam? ’ diye soruyorum telaşla öğretmene.
-’Maalesef. Yakında tekerlekli sandalye ile gelmeye başlayacak okula. Şu anda, yemekhaneye dahi gidemiyor, yemeğini sınıfına götürüyoruz. Daha doğrusu İlbey götürüyor. Sonra da kendi yemeğini alıyor, arkadaşı yalnız kalmasın diye beraberce sınıfta yiyorlar. Teneffüslerde de onunla beraber gezer, bir yere takılıp düşmesin diye azami dikkat gösterir. Tahmin edeceğiniz gibi, ikisi sınıfta aynı sırayı paylaşmaktadır. İlbey’in yaptığı bu kavga olayını ben hiç yadırgamadım sözün doğrusu. Aralarında, çok ender görülebilecek bir arkadaşlık sevgisi var.Bu sevgi aslında arkadaşlıktan ileri, kardeş sevgisi gibi.’
Eşimle birbirimize bakıyoruz. Bakışlarda yoğunlaşan duyguları çözümlemek imkansız gibi. Üzüntü, gurur, sevinç, sevgi... Mahzun bir gülümseme dolaşıyor dudaklarında eşimin. Anlıyorum, şu anda her şeye razı o. Nefret ettiği halde, evi yeniden toplamaya, yeniden taşınmaya, yeni yuvalar, yeni hayatlar kurmaya... Onun yüreğinin enginlerinde öyle büyük bir sevgi çarpıntıları var ki evladına dair şu anda, okulundan sürgün yese bile umurunda değil. Nasıl olsa, onunla birlikte, o sevgi dolu küçücük yüreğini de sürgün edecekler ya, gerisi hiç önemli değil.
Şikayetlerinden vazgeçiyor Burak’ın ebeveynleri. Bizim oğlan da çok sevdiği okulu, öğretmeni ve arkadaşından ayrılmıyor. O okulda, dört sene daha okuyor. Engelli arkadaşından hiç ayrılmıyor, çok zaman evlerine de misafir oluyor. İlerleyen senelerde, tekerlekli sandalye ile okula gelmeye başlıyor Mert. Tabi ki sandalyenin değişmez sürücüsü yine İlbey oluyor. Orta okuldan beraberce mezun oluyorlar.
Orta okul bittiğinde, Hatay’ın bu güzel ilçesindeki işimiz tamamlamıyor, yeni fabrika kurumu için Azerbaycan yollarına düşüyorum. Eşim ve oğlum ise, Trabzon’da yüksek tahsiline devam eden küçük kızımın yanına göç etmek zorunda kalıyorlar.
Doğrusunu söylemek gerekirse, Mert’in durumu şu anda ne vaziyettedir bilemiyorum. Bu yazıyı kaleme alıncaya kadar da aklıma gelmedi oğluma sormak. Saat epeyce ilerledi. Engelliler gününü kaçırmanın telaşı ile yazıya odaklanınca, oğlum da çoktan yatıp uyudu. Artık yarın sabahki ilk işimiz, Mert’e telefon açıp, sağlık durumu hakkında bilgi almak olacak. Umarım iyidir. Onu bekleyen kadere kafa tutmasını becerebilmiştir umarım.
Bir Tutam Hayat
04.12.2016-Trabzon