- 506 Okunma
- 0 Yorum
- 1 Beğeni
SANAL DÜNYA
SANAL DÜNYA
Uyandığımda, başımda bana bakan bir çift göz. Çok şaşırdım. Bir korku kapladı içimi. Tekrar, gözlerimi yumdum. Bu bakışların, rüyada kalması gerektiğini düşündüm. Evet, bu bir rüya olmalıydı. Yoksa annem bana hiç böyle bakmazdı. Bu bakışlarda acı, keder, birazda sevinç vardı. Küçük bir sevinç ışıltısı gözlerimi tekrar açmama neden oldu. Açtım da. Ama bu gözbebekleri niye bu kadar büyük ki. Bana bir şeyler söylemek ister gibi.
Annemin ‘Haydi kızım, aç şu gözlerini’ diyen o berrak sesini bir daha duydum. Gözkapaklarım o kadar ağır o kadar hantal ki; onları kaldırabilmek için ne kadar çok enerji harcamam gerektiğini bilmiyorum. Bu bir çift göz benim karanlık dünya ile aydınlık dünya arasında Araf’taki durumum için bir ışık sanki. O ışık beni çok istiyor, anladım. Bu kez tüm enerjimi toplayarak, gözkapaklarımı bir daha kapanmamak üzere kaldırdım. Karşımda beni doğuran, büyüten, acımda, sevincimde hep yanımda olan kadın ya şimdi yorduğum ve yaşam borcu olduğum kadın var. Gülümsedim.
Sevenin, bunu göstermesinin ne çok yöntemi varmış. Bakışların önemini şimdi daha iyi anlıyorum. Yaşamak bu muydu? Boylu boyunca bir yatağa çakılıp kalmak, kalırken de bir çift göze tutunmak. Yatmaktan bedenimin her tarafı tutuldu. Yaşama tutkum ise beni hayatta tuttu şimdi.
Artık odamdayım. Çevremde beni seven insanların gözlerine bakmıyorum eskisi gibi. Gözlerinde bana acıyan bakışları görmek istemiyorum. Hiçbir şey olmamış gibi sürdürmek istiyorum. Tuvalet ihtiyacımı yaparken bile “tuvalet” sözü geçmeden çözmeyi deniyorum. Ah annem ah! Doğruldum mu anlıyor. Odadan herkesi çıkartıyor. İlk önceleri bu durumu anlamadı insanlar. Şimdi herkes biliyor yataktan doğrulmanın anlamını.
Artık zor da olsa tek başıma dolaşır hâle geldim. Sokaklar, caddeler çok uzak bana. Şimdilerde penceremin aralığından kovalıyorum olup biteni. Sokaklarda çocuklar, seyyar satıcılar… Şimdi bir yük kamyonu geçti. Mahallemden mi gidiyor, yoksa mahalleme mi geliyorlar merak ettim. Taşınan bir insanı tanımasam da tanık olmam yetiyor hüzünlenmeme.
Gidenler, arkalarında ne çok şey bırakıyorlardı. Sevdiklerini, nefret ettiklerini ve en önemlisi yaşanmışlıklarını. Yaşamadıklarını ise gideceği yerlere götürüyorlardı. Hadi rastgele. Hayat size şans getirsin diyorum gidenlerin arkasından.
Çok geçmedi. Bir araba, acı bir frenle durdu. Fren sesi kulağımdan girerek yüreğimi dağladı. Pencereyi ağır ama hızlı bir hamleyle kapattım. Yatağıma oturdum. Bir ileri bir geri sallanıp duruyorum Fren sesi halen kulağımda. İçerden annem sesi duymuş olmalı ki odama geldiğinde nefes nefeseydi. Yatakta başım ellerimin arasında gördüğünde ise bir şeyler söylemek istedi. Ama söyleyecekleri dilinin ucunda asılı kaldı. Sadece bir süre sarıldı. Sonra olayı anlamak adına pencereye yaklaştı. Ev eşyası yüklü kamyonu gördü. Bir telaş vardı çevresinde. Ama bu, sokağı kapatan kamyonun üzerindeki eşyaları taşıma telaşından öte bir şey değildi.
“Yasemin bak hele yeni bir komşumuz oldu.” dedi.
İçimde bir kuş tüyü sevinci. Merak edip yatağımdan olabildiğince hızla cama yaklaştım. Biraz önceki duygu metaforlarının yerini başka bir şey aldı. Bu kez çok merak ettim. Orada boş bir ev yok ki. “Anne kim gitti ki?” dedim.
“Aaa tabi ki bilmiyorsun? Fikret Amcanlar taşındı. Başka bir kente tayini çıktı.”
Ne yani Haydarlar mı gitti diyebildim. Gözlerim birdenbire buğulandı.
Annem, “Kızım doğruyu söylemek gerekirse Fikret Amcan bir sendikanın yöneticisiymiş, sonradan öğrendik. Boş zamanlarında sendika işleriyle uğraşıyormuş. İdarecileri de devletin bütünlüğüne zarar verebilir diye sürgün etmişler.” dedi.
Her yerde ayrılık ve acı. Her yerde bir sürgün hayatı. Kimimiz başka kentlere sürgün, kimimiz evde odaya mahkûm oluruz. Haydar’ın asiliği oradan geliyormuş meğer. Onunla ilgili bir anı depreşti şimdi. Bir gün mantık dersiydi. Önermeler ve mantıksal çıkarımlar üzerine çalışmalar yapıyor öğretmenimiz.
“Tüm kuşlar kanatlıdır. O zaman tüm kanatlılar uçar.” Önermesini örnekleme olarak verdi. Sonra sordu bu önerme doğru bir önerme midir? Çoğumuz doğru olduğunu savlamıştık. Ama Haydar önermenin yanlışlığını ispatlamaya çalıştı. Tüm kanatlıların kuş olmadığı ve uçmadığını bu anlamda ‘deve kuşunu’ örnek verebileceğini söyledi.
Asıl ilginci bundan sonraki önermeydi. “Yunanistan bizim düşmanımızdır değil mi çocuklar?” dedi. Hepimiz hep bir ağızdan ‘Evet öğretmenim’ dedik koro hâlinde. O zaman şöyle bir önerme sizce nasıl bir önermedir: “Yunanistan bizim düşmanımızdır. O zaman tüm Yunanlılar bizim düşmanımızdır.” Gürültülü patırtılı bir şekilde bu önermeyi ‘doğru’ diye onayladık. Neredeyse “Haydin çocuklar savaş var, şu düşmanlara gösterelim günlerini.” der gibi şendik.
Yine Haydar “Öğretmenim o zaman bu önermeyi şöyle ifade edelim: Bu ders Yunanistan’da da veriliyor. Aynı şeyi Yunanlı öğretmen tersinden sorup aynı sonuca mı varır?” Öğretmen “Evet, onlar da aynı benim gibi veriyor dersleri.” dediğinde sınıfta bir uğultu koptu.
Haydar yüksek bir sesle “Öğretmenim, bu önerme yanlıştır ve siz bu soruyu sınavda sorsanız bugünkü düşüncemi yazarım, zayıf verseniz bile.” deyip kesip atmıştı kendinden emin tavırla. Öğretmenimiz çok sinirlendi. Bu meydan okuyuşu hiç hazmedemedi. O gün, bugün onu uzaktan hep izledim. Gidişi beni çok hüzünlendirdi. Ah Haydar ah! Şimdi anlıyorum karşı koyuşlarının nedenlerini.
…
Eski bilgisayarım kağnı hızında hareket ediyor. Babam durumunu bildiğinden canım sıkılmasın, uğraşısı olsun diyerekten güzel bir bilgisayar aldı. Tek mekânım on iki metre kare bir oda. Şimdi yenidünyayı kendime komşu ettim. Sosyal paylaşım siteleriyle tanışmam, yeni arkadaşım olan bilgisayarımla başladı. Sanal dünya işimi kolaylaştırdı. Çok yakınlaştık. Anlık yaşıyor, paylaşıyor, kaybolan ev telefonlarımız yerine cep telefonlarımızı birbirimize vererek güncelliyorduk adreslerimizi.
Hiç unutmam kaç yıl önce babamın doğduğu köye gitmiş orada fotoğraflarımızı çekmişlerdi. Bir arkadaşım onu duvarında paylaşınca, adeta göklere çıkmıştım. Artık anılarımızı topluyor, istediğimizde tekrar yaşıyorduk. Dokunamıyor ama görüyorduk, hissetmiyor ama yaşıyorduk. Garip ama gerçekti. Sokaktan uzak, meydanlardan uzak, alışveriş merkezlerinden uzak ama bir şekilde onların içinde fink atıyordum. Bir varım bir yokum. Yaşayanların anlarını, anılarını görüyor, hissediyordum. Tıpkı orada varmışçasına. Yürümeden, gitmeme gerek kalmadan her şey bana sunuluyordu.
Zaman içinde komşu Haydar’ı merak ettim. Şimdi hangi kentte ne yapıyordu? Acep duvarında bilmediğim bir fotoğrafım var mıydı? Ya da ne düşünüyordu bu olup bitenlerle ilgili? Uzak mıydı yoksa içinde miydi? Kısa bir araştırma sonucunda Haydar Sevinç’i aradım. Ama ne göreyim ne çok aynı ad ve soyadında insan vardı. Bunların içinde gamandım kaldım. Bu kez arama alanını daraltarak Haydar’ın farklı özelliklerini yazmak geldi aklıma. Ve birlikte mezun olduğumuz lisenin adını yazdım. Haydar şimdi karşımda! Fotoğrafları, birkaç duvar yazısı. Şimdi arkadaşlık teklif etmek daha kolay. Bir “tık” uzağımda ekledim.
Aynı okulda, aynı sokakta, aynı havayı soluyan iki insan bir türlü arkadaş olamazken şimdi arkadaş olmayı seçtim. Neydi onu sanal ortamda seçme tercihim? Belki bir fren sesiydi, Haydar benim için. Bir fren sesiyle değişen yaşamım gibiydi. Fren yapmak yaşatmaktır. İnsanlar duvarlarından bağır bağır bağırıyorlar “Ben bunları yapıyorum, anla beni; ben buyum.” diyorlar. Çoğunu beğenmesek de sonuçta sanal arkadaşız. Niçin, ne adına o soruları sordum kendime? Ve dedim Yasemin, daraltma kendini, daral gelir sana. Daha geniş bir yelpaze şimdi seçkilerim. Beğenen beğenir, beğenmeyen ise kendi bilir. Bu kadar açık olmamıştık reel hayatta. Şimdi her şeyimiz ulu orta. İkiyüzlülüklerimiz, ideolojik yetersizliğimiz, ne şiş yansın ne kebap diyoruz.
Aklım Haydar’da. Hangi sıklıkla uğruyor bu dünyaya bilmiyorum. Ama kısa süre içinde çakışmak istiyorum. Belki çatışırız ama şimdi sadece çakışmak. Harika… Haydar sonunda arkadaşlığımı kabul etti. Mutlu oldum. Nasıl bir duygu bu? Kaç yıl aynı mekânlarda arkadaş olamadık ama şimdi “sanal arkadaşız” Bağırasım geldi.
Meraklıyım, merakım bir kırlangıç uçuşu fırtınasında. Mesajlarım var. Yazıp yazmama noktasında kararsızım. Yanlış anlar mı acaba. Şimdi ki düşüm Haydar. Durumumdan haberdardı. Bana acımasını da istemiyordum. Haydar bildiğim Haydar’dı. Okulda, sokakta nasıl düşünüyor ve yaşıyorsa duvarında üleştikleri şeyler de aynıydı. Yaşıyor, yazıyor ama yaşatıyor mu bilmiyordum. Hoşuma gitti. Ne az insan var düşündükleri gibi yaşayan, yaşadıklarından neden sonuç ilişkisi sonucunda bir sentez yapacak olan. Ama ben onu tanıyordum, duvarında başka bir profil çizmemiş. Hatta duymadıklarımın ötesinde kendini daha rahat ifade etmiş. Ben ise hep düşüncelerimin içinde yüzen, şimdilerde bazen boğuluyordum.
Sanal ortamda insan kendini rahat ifade eder derler ya. Sahici düşüncenin içinde olan birisi olarak hâlen bunu yapamayacağını düşündüm. Bir gün bütün cesaretimi topladım.
Sadece “Merhaba Haydar” dedim.
Ve vereceği yanıtı bekledim. Öyle ki gözüm hep bilgisayar ve mesaj kutumun renginin değişip-değişmesindeydi. Bir ara mesaj kutumda bir mektubun olduğunu gördüm. Heyecanlandım Haydar mı acep diye içimden geçirdim. Kutuyu tıkladım ama o değildi. Kim göndermiş ya da ne göndermiş diye merak bile etmedim. Çünkü beklediğim yerden değildi. Ne olabilirdi ki. Pas geçtim. Masadan kalktım kalan tek bacağımla yatağıma uzandım. Uzun bir süredir okumak için elimin gidip geldiği bir kitabı okumak istedim. Şimdi fırsattı okuma vakti. ‘Günahsız Sözcükler’ kitabını elime aldım. Şair, babamın arkadaşıydı. Babam kendisinin şiir okuru değil ama kızının iyi bir okur olduğunu ifade etmiş. Şair imzalayarak vermişti. Adıma imzalanmış ilk kitaptı. Çok mutlu oldum. Sırf o yüzden okumalıyım, dedim. Duyduğum ve gördüğüm bir şair değildi. İlk defa adıyla ve şiiriyle buluştum.
Önceleri dalga geçtim. “Günahsız Sözcükler” ne çok abartılı bir ad dedim. Sözcüklerin günahsız olduğunu bilmeyen mi var? Günahkâr, insandır. Elime aldım. Önce biçimsel olarak inceledim. Şık ve güzel bir tasarım. Acep içindeki tasarımlı şiirler bu kadar güzel mi?” derken uyuyup kalmışım.
Kaç saat geçti bilmiyorum. Artık merakta etmiyorum. Bilgisayardayken gözüm ilişirse kaç diye bakıyorum. Zira zamana karşı bir yarışım yok. Zamanı düşündükçe ona yetişmeyi, ona ulaşmayı düşünüyordum. Şimdilerdeyse böyle bir kaygım olmadan yaşıyorum.
“Yasemin haydi kalk; güzel sigara böreği yaptım, yanında ise Rize kokan bir çay.” dedi annem.
Çayı çok seviyorum. Hem de oksijen kadar. Çaysız bir hayat düşünemiyorum. Çayı istiyorum ve içiyorum. Bana çağrıştırdığı o isimse yatağa bağlanmam kadar kötü bir isimdi. Çayın kokusu mu yoksa adamın hoyrat konuşu mu? Her şeyden uzaklaşıyorum o anlarda.
İçimde bir sevinç doğdu. Acep Haydar mektubuma yanıt verdi mi? Ne mektup ama: Merhaba Haydar, nasılsın? Gerçekten tarihte yazılmış en kısa mektup unvanını alacaktır. Kaç zaman geçti, kaç yağmur yağdı bilmiyorum ama yine de bekliyorum. Şaka şaka epostaları kontrol ediyorum. Onlarca sanal arkadaşlık teklif edenler, onlarca bildirimler. Ama ben sadece Haydar’ın mektubunu arıyorum. Aha da işte: Orada! İnanamıyorum yanıt verdi! Şöyle bir nefes aldım. Elime mektup açacağını aldım, pardon fareyi aldım. Tam kesecektim ki yani tıklayacaktım ki birdenbire durdum. Ya olumsuz bir şeyler yazdıysa. Ne yapacaktım? Sonra olumsuz düşüncelerden kendimi arındırdım ve bir tıkla ulaştım gönderilen mektuba.
“Merhaba Yasemin,
Nasılsın? Biliyorum ki, şu an bedenen ve ruhen iyi değilsin. Sana bir şey oldu diye çok kaygılandım. Hastaneye yattığında geldim ama kimseyle görüştürmedikleri için geri döndüm. Bunu bilmeni isterim. Sonra bildiğin mesele. Babamın ataması bizleri farklı bir yerlere sürükledi. Hayatımızda hiç beklemediğimiz şeyler oluyor. Hiçbir şey bizim istediğimiz şekilde gitmiyor. Bizim için yazılan senaryo, güzellikleri içermiyor ama biz oynuyoruz onları yine de. Şimdiler de buna kader diyorlar. Şimdi argo olacak ama “tüküreyim ben böyle kadere”… Hep bizi mi bulur? Neyse dertler, kederler ve tasalar. Bunlar insana sevgiyi ve özlemi unutturmuyor. Tanrı sanırım biz yoksullar için bu dünyada güzel şeyler kurgulamamış. Tüm güzellikler zenginler için. Bizim için kurguladığı şey de ‘öbür dünya’ dedikleri cennet. Bizler ‘öbür dünyada’ güzel şeylerin hayalleri ile bu dünyada bütün kötülükleri ve badireleri yaşıyoruz. Bütün bunlar bizim için birer test niteliğinde olmalı.
Buraya nereden geldim. Senin durumun, bizim durumumuz dertlendirdi ve sürükledi bütün bu olup bitenlerle.
İyiyiz, yeni yerimize uyum sağlamaya çalışıyoruz. Senin “sesini” yazını görmekle de mutlu oldum. Sonra detaylı yazarım. Şimdilik bu kadar.
Sevgi ve dostlukla” diyerek mektubu bitirdiğinde bir çığlık attım, çok mutlu oldum. Bu kısa mektuba ne çok şey sığdırıp sorgulatmış bize hayatı. İnan şaşırdım. Yine “o” asi insan. Bu tipler sanırım hiç değişmeyecekler. Biz değişebilir miyiz diye kendime o keskin soruyu sordum. Tabii ki tek bacaklı bir kadın başka nasıl değişebilir ki. En büyük değişim bende. Tek yürek, tek bacak ve tek tabancayım.
YORUMLAR
Henüz yorum yapılmamış.