- 683 Okunma
- 0 Yorum
- 0 Beğeni
Nezih Otel
Nezih Otel
(devam)
Bir sigara kokusu hissettim; keskin, çok keskin ve berbat bir kokuydu bu. Kesik kesik ve çok zor nefes almaya başlamıştım. Gözlerimi açınca tepe saçlarımdan ayak tırnaklarıma kadar tüm uzuvlarımı saran boğucu bir duman içinde yüzdüğümü fark ettim. Bu; dumandan ziyade nikotin bulutuna benziyordu. Kirli-açık kahverengi ve çok kesif bir nikotin bulutu… Debelenip duruyor fakat lanet olası buluttan çıkamıyordum. Bu nasıl bir buluttu ki ne üstüne çıkabiliyor ne de altına inebiliyordum. Denizde yüzer gibi ayaklarımı çırpmaya ve kulaç atmaya çalışıyor fakat bir türlü kurtulamıyordum. Baktım olmayacak, mücadeleden vazgeçip kıpırtısız vaziyette birkaç saniye bekledim. Zihnimden “Sigara dumanında boğulup ölecek adam mısın sen Rafi? Biraz sakin ol.” diye geçirirken tüm dikkatimi nefes alış verişime odakladım. Ciğerlerimde bir sorun olabilir miydi? Bu mümkün değildi çünkü sapasağlamdı ciğerlerim. Önceden defalarca denemiştim; iki dakika boyunca nefes almadan durabiliyordum. Peki öyleyse problem neydi? Ne kadar uğraşırsam uğraşayım ciğerlerime yeteri kadar hava çekemiyordum. Kim bilir belki de ağzımı ve burnumu kalın bir izole bantla kapamışlardı. Nefes almamı engelleyen nesneyi çıkarmak için ellerimi hareket ettirmeye çalıştım fakat başaramadım. Ellerim yoktu, belki de vardı da ben hissedemiyordum. İçinde debelendiğim nikotin bulutu tüm organlarımı tek tek felç edecek gibiydi.
Çok kısa ve yetersiz soluklanmalarla yaşama mücadelesi verirken bir çift şıpıdık terlik sesi işittim. “Allaha şükür, kulaklarım işitiyor.” diye düşünerek seslere kulak kesildim. Kısa süren terlik seslerinin ardından madenî bir kapının gıcırtısını duydum. Ardından insan sesleri:
“Kalk Musa kalk!”
“Öff, daha çok erken!”
“Ne erkeni oğlum? Neredeyse ezan okunacak.”
“Biraz daha uyusak olmaz mıydı?”
“Az sonra Yalova mavnası yanaşır hale; ekmeğimizi kaçırmayalım.”
“Biz de kamyon boşaltırız.”
“Bulursan tabii!..”
“Yine kokutmuşsun odayı! Şu zıkkımı içmesen olmaz sanki!”
“Bırak gevezeliği de dürtükle şu Hasan’ı; ben çıkıyorum, en geç beş dakika sonra çorbacıda olun.”
“Tamam.”
Kirli nikotin bulutu birden kayboluyor. O an anlıyorum ki tüm pencereleri kapalı ve tıklım tıklım dolu bir minibüsteymişim; yanımda oldukça yaşlı, kel ve zayıf bir adamcağız oturuyor fakat işittiğim sesler farklı bir mekândan geliyor gibi.
Önce açılan, sonra kapanan bir kapının gıcırtısıyla içim gıcıklanıyor.
“Az önce Süleyman, şimdi de sen… Sabahın köründe duman altı ettiniz odayı be! Söndür şu sigarayı!”
“Birkaç nefes daha çekeyim hele!..”
Yanımdaki ihtiyar bir sigara yakıyor, sonra başkaları da yakıyor; minibüsteki herkes sigara yakıyor… Tam anlamıyla duman altı oluyorum; nefes alamıyorum, nefes alamıyorum.
Tüm gücümü toparlayıp yanımdaki adama dirseğimle vururken: “Söndür şu sigarayı!” diye bağırmaya çalışıyorum fakat sesim fısıltı hâlinde çıkıyor. Yaşlı adam bana dönüp alaycı bir ifadeyle sırıtıyor. Şaşkınlıklar içindeyim çünkü tanıyorum bu adamı. Nereden tanıdığımı hatırlamıyorum ama bir şekilde tanıyorum işte! Zifir dayı bu. Evet evet, Zifir dayı… Sigarasından uzun bir nefes çekip yüzüme üflerken:
“Önce sen söndür.” diyor.
Şaşkınlıkla sağ elime bakıyorum; parmaklarımın arasında tütmekte olan bir sigara görüyorum. Zifir dayı sigarasından bir nefes daha çektikten sonra sigarayı burnumun ucuna kadar uzatıp:
“Bak evlat, senin gibi Yeşilova içmiyorum ben.” diyor. “Uçlu sigara bu. Hem de Amerikan Malborası… Bunun ucundaki filitre zifir denen zehrin tamamınız süzer.”
Daha fazla dayanamıyorum, bütün gücümü toplayıp bağırıyorum:
“Açın şu pencereleri!..”
Bu sefer sesimin çıktığından eminim. O kadar eminim ki canhıraş haykırışımın şiddetinden minibüsün zangır zangır sarsıldığını hissediyorum.
“Aç şu pencereyi Hasan! Herif rahatsız oldu.”
Açılan bir pencere sesinin ardından ensemde soğuk bir hava hissediyorum. Soğuk ve temiz hava burnuma ulaştığında derin bir nefes alarak rahatlıyorum; on beş yirmi saniye süren uzun soluklanmalarımın ardından bir kapının açılıp kapandığını işitiyorum.
Şimdi gözlerimin önünde ne bir minibüs ne de sigara içen yolcular var. Var olan tek şey alaca karanlıktaki derin sessizlik…
***
Uyandığımda saat on birdi ve oda buz gibiydi. İçimden “On üç saat uyunur mu be?” diye geçirirken kalkıp pencereyi kapadım, aceleyle giyinip zemin kata indim. Merdivenlerin son basamağındayken resepsiyonda sigara içerek oturan bir karartı fark ettim. Zifir Dayı’nın gevezeliklerine tahammül edecek durumda değildim; görmezden gelmek için başımı hafifçe sola çevirerek hızlı adımlarla otel kapısına yaklaşırken:
“Sen Rafi misin?” diye soran kalın bir ses işittim. Bu sesi duymazdan gelemezdim; mecburen durdum, “Evet.” diyerek resepsiyona baktım.
Zifir Dayı’nın mekânında kırk yaşlarında, yuvarlak kafalı ve pancar suratlı, şişmanca bir adam oturuyordu. Zifir Dayı’nın sözünü ettiği patronun oğlu olmalıydı.
“Bu gece de kalacak mısın otelde?”
“Kalacağım.”
“Zifir Dayı sana ‘Şapka meşin, paralar peşin.” diye bir şey söylemedi mi?”
Cebimden yirmi lira çıkarıp uzatırken: “Pardon, unutmuşum; uyku sersemliği işte!..” dedim. Patronun oğlunun pancar suratı bir memnuniyet dalgasıyla daha da allaşmıştı:
“Nasıl, beğendin mi otelimizi? Bu saate kadar uyuduğuna göre rahat bir gece geçirmiş olmalısın.”
Bu söze ne cevap verebilirdim ki? Sabahın köründe yaşadığım kâbusu anlatsam, şikâyetlerimi tek tek sıralasam ne faydası olacaktı? Sorduğu sorunun cevabını da kendisi vermişti zaten.
“Beğendim.” diye kestirip attıktan sonra “Ucuz yollu bir lokanta var mı burada?” diye sordum.
“Dışarı çıkınca sağa dön; elli altmış metre ileride bir lokanta var.”
Teşekkür edip otelden çıkarak yürüdüm. Tabelasında “Bol Kepçe Esnaf Lokantası” yazan bu lokanta gerçekten isminin hakkını veriyordu. Derin ve geniş bir kâseye konulan mercimek çorbasına çeyrek limon sıkıp karnımı doyurdum. Sıcak çorba içimi ısıtırken öğleden sonra ne yapacağımı, ne yapmam gerektiğini düşünüyordum.
En kolay yol pes edip Pazarköy’e gitmekti. Orada kira derdim olmazdı, inşaat işçiliğine devam ederek paşa paşa yaşardım. Fakat bu mümkün değildi; pes edemezdim. Küçük kasabamdaki herkes bana “örnek alınması gereken bir genç” gözüyle bakıyor, birçok anne ve baba okul çağındaki evlatlarına beni örnek gösteriyordu. Öyle ya, anam babam yoktu ve yokluk yoksulluk içinde azimle çalışarak üniversiteye girmiştim.
Aslında yapmam gereken şey gayet açık ve basitti. Zifir Dayı’nın da dediği gibi talebeysem talebeliğimi bilecek ve fakülteye gidip ders dinleyecektim. Tahsilimi yarıda bırakamazdım; mümkün değildi bu. Koca Türkiye’de; İstanbul, Ankara, İzmir ve Erzurum olmak üzere hepi topu dört edebiyat fakültesi ve dolayısıyla dört tarih bölümü vardı. Gececi öğrenciler de hesaba katılırsa lise mezunu on binlerce öğrencinin sadece altı yüz kadarı tarih bölümüne girebiliyordu. Kırk milyonluk Türkiye’deki altı yüz şanslı öğrenciden biriydim. Lise mezunu her on öğrenciden sadece birinin kazanabildiği üniversiteye giriş sınavı maratonunda edebiyat fakültesine girebilmek için nice çilelere katlanmıştım. Ders ve test kitaplarının başında yıllarca kafa patlatmış, zekâ kapasitemin sınırlarını zorlayarak sınavlara hazırlanmış ve nihayetinde üniversiteli bir genç olmuştum. İstanbul’daki hayatta kalma mücadelem ise ayrı bir çileler zinciriydi.
Evet, başka çaresi yoktu; tahsilime devam edecektim. Mantığım böyle söylüyordu ama duygularım şiddetli bir fırtınaya tutulmuş gibi oradan oraya savruluyordu. Öğretmen olabilmek için verdiğim mücadele çok saçma geliyordu bana. Fakülte, sınıf arkadaşlarım, doçent ve profesör unvanlı hocalar, Pisbıyık ve çetesi, nezihlikten uzak Nezih Otel’in Zifir Dayısı ve hatta ben… Herkes, hepimiz saçma hayaller uğrunda didişip duruyorduk. Karın doyurmak için çalışmak biraz anlamlı olsa da tarih öğrenmek neyin nesiydi? Öğretmen olmak arzusu da çok saçmaydı. Büyük bir holding patronu ve hatta cumhurbaşkanı olsam ne yazardı? Sonuçta herkes tek elbise giyebiliyor, midesinin alacağı kadar yiyebiliyor, yetmiş seksen yaşına gelince de mezara girip toprağa karışıyordu. Hayat denilen kısa zaman dilimi bunca mücadeleye ve çileye değer miydi?
Aslında benim derdimin çözümü çok basitti. Tek derdim bir yataktı, sadece bir yatak… Devlet yurtlarından birinde bir yatağım olsaydı yayından fırlamış ok gibi okula uçar, en ön sıraya oturup not alarak dersleri dinlerdim. Beni altı sene yatılı okulda okutan, üç öğün karnımı doyuran; elbisemi, çorabımı hatta donumu dahi veren devletin İstanbul’da bana bir yatak dahi vermeyişi, beni arayıp sormayışı çok garip ve inanılması güç bir gerçekti. Edirnekapı Erkek Öğrenci Yurdu’na veya Topkapı’daki Atatürk Öğrenci Sitesi’ne gidip müdüre yalvarıp yakarsam “Somyanız, yatağınız yoksa bile üç metrekarelik bir yer gösterin, bana yeter; sığınağa, koridora veya tuvaletin önüne de razıyım; yatağımı yorganımı kendim alırım.” desem sonuç ne olurdu? Elbette ki kocaman bir sıfır… Sonuçta yurt müdürü dediğimiz kişiler de birer devlet memuruydu ve yönettiği kuruma, kapasite dışı öğrenci alamazdı. Erol 763’üncü yedek olarak yurda girebilmişti, bense 4642. yedektim. Benim önümde dört bin kişi daha vardı. Mümkün değil, bana bu yıl sıra gelmezdi.
Çorbanın sıcaklığı tüm vücuduma sirayet etmiş olmalı ki dışarı çıkıp da soğuk havayla temas edince hafif bir titreme nöbeti geçirdim. İçimden “Şimdi sıcak bir kahvehane bulup birkaç bardak çay içmeliyim; ne yapacağıma o zaman karar veririm.” diye geçirerek hızlı adımlarla yürüdüm. Kaldığım otelin sol çaprazındaki küçük kahvehaneye girdim. Burası dört köşesine de birer masa ve masalar arasına sırtı duvara gelecek şekilde sıra sıra dizilmiş sandalyeler olan küçük bir yerdi. Çay ocağının başında, çay lekeleri sebebiyle kirli yeşilliğini yitirerek kirli kahverengiye dönmüş önlüğünden garson olduğu anlaşılan ellili yaşlarda bir adam vardı. Adam birbirine zıt iki uzuvdan oluşmuş gibiydi: Birinci uzuv kirli önlüğü; ütüsüz, kırış kırış pantolonu ve yıpranmış, boyasız ayakkabılardan ibaret pejmürde hâliydi; ikinci uzuv damat tıraşı olmuş gibi parıldayan yüzü ve briyantin sürülerek özenle taranmış saçlarıydı. Bu hâliyle “Aslında ben böylesine izbe bir yerde çalışacak adam değilim ama kader işte; düştük bir kere!” der gibiydi. İçeride garsondan başka üç kişi daha vardı; ikisi bir masada sohbet ediyor, biri de çay içerek gazete okuyordu.
Üzerinde dağınık vaziyette birkaç gazete olan bir masaya geçip garsondan bir bardak çay istedim. Kahvehanenin ılık havası ve sıcak çay beni rahatlatmıştı. Çaydan sonra ilk sigaramı keyifle tüttürürken “Bugünü tatil ilan ettim, ders mers yok.” diye düşündüm. Üst üste çay içerek gazetelerdeki haberlere göz gezdirdim, köşe yazılarını okudum.
Öğleye doğru kahvehanenin müşterisi arttı ve masalar dolmaya başladı. Başımı gazetelerden kaldırıp da diğer masalara göz atınca şaşırdım. Adamlar güpegündüz ve alenen kumar oynuyordu. Her oyundan sonra kırış kırış kâğıt beşlikler, onluklar okey taşlarının üzerine atılıyor, kazanan kişi paraları toparlayıp cebe indirirken diğerleri plastik taşları şakır şukur karıştırdıktan sonra beşli kümeler hâlinde sıraya diziyordu. Kumar oynanmayan tek masada ben oturuyordum; anlaşılan o ki az sonra benim masam da dolacak ve buradan çıkmak zorunda kalacaktım. Fakat nereye gidecektim? Oteldeki odama gitmek fikri tam bir kâbustu? Bu soğuk havada sokaklarda boş boş gezmek eziyetten başka bir şey değildi. İçimden “Ben de masada yancı olup kumar seyrederim.” diye geçirirken kırk yaşlarında ve tek sıfattan ibaret biri selam verip sağ yanımdaki sandalyeye oturdu. O tek sıfat “uzun” idi. Uzun boy, uzun yüz, uzun saç, uzun bıyık ve uzun kollar…
Adam ahtapotvari kollarıyla masadaki gazeteleri toparlarken “Okey oynar mısın delikanlı?” diye sordu. O anda bu uzun kollardan birinin ceketimin iç cebine uzanıp cüzdanımı kavradığı şeklinde bir hisse kapıldım, tam “hayır” diyecektim ki dilimden:
“Şartlar nasıl?” sorusu çıkıverdi.
Taşlı okeyde ustaydım. Çıkan taşları çok iyi takip ederdim; kolay kolay yenilmezdim. Nazilli’de her hafta sonu arkadaşlarla okula uzak mahallelerdeki kahvehanelere gidip oyun oynardık. Fakat öğrenciliğimdeki bu oyunlar hep çayına kahvesineydi. Hayatımda parasına hiç oynamamıştım. Bir defalığına da olsa denemekte fayda vardı.
“Biz ufak oynarız.” dedi adam. “Gösterge ve bitiş beşer lira, joker atılırsa iki katı… Kahveci her oyun için yüzde on mano alır; oyun boyunca içilen çaylar beleştir.”
“Tamam.” dedim.
Evet hayatımda hiç kumar oynamamıştım ama sonuçta çayına kahvesine oynamak da bir nevi kumardı. On el üst üste hiç kazanmadan oynasam bile en fazla elli altmış liram giderdi. Kaldı ki çok iyi oynadığım bu oyun sayesinde para kazanacağımdan da emindim.
Uzun adam “Okeye iki kişi aranıyor.” diye bağırdı ortaya. Masa köşelerindeki yancı seyircilerden bazıları böyle bir davet bekliyormuş anlaşılan, anında iki kişi daha gelip masamıza oturdu. Kare kurulmuş, garson isteka ve plastik taşları getirmişti.
Oynadık.
YORUMLAR
Henüz yorum yapılmamış.