- 332 Okunma
- 1 Yorum
- 1 Beğeni
ELİNA
Sigarayı sigaradan yakıyordu genç adam. Takvimler 18 Nisan’ı gösteriyordu. Cemreler çoktan düşmüştü birer birer. Lakin hava az da olsa ısınmamıştı hala.Yarı açık camından içeriye dolan kuvvetli rüzgar bile odadaki dumanı azaltmaya yetmiyordu.
Çok yaman kışlar yaşayan ünlü bir ilimizdi. Burada yaşayanlar kar ve soğuk hava rekorlarına alışıktılar. Öyle ki ısının eksi 37 dereceye düştüğü kar kalınlığının 110 santime ulaştığı olurdu.
Karın çat kapı gelmesine ve yaptığı sürprizlere de şaşırmazlardı. Hatta bu sürprizleri kendilerine has nüktedanlıklarıyla çok sevimli hale getirirlerdi.Yaz ortasında Palandöken’e yağan karı gören yaşlı kadının “Ne olacak sahipsiz memleket.Buralara yazın bile kar yağar.” sözleri bu gün bile hatırlayanları gülümsetmeye devam eder.
Yerlileri bir yana çeşitli nedenlerle yolu oraya düşmüş olanların bile böylesine soğuk havanın sağlıklarına bırakın dokunmasını aksine kendilerine sağlık kazandırdığını bile söylerlerdi hayretle.
Zemheri soğuğunun ortasında çoluk çocuk kızarmış yanakları ışıl ışıl gözleriyle sokaklarda pür neşe bu kara kışın tadını çıkarırlardı bembeyaz çocuksu umutlarla.
Kışları gibi kadın- erkek insanı da yaman birer yiğitti. Nene hatunu Aziziye tabyaları Çifte minaresi zarif figürlerle bezeli ağır başlı vakur milli oyunları ki hançer barı ve cirit korkusuzluğun cesaretin mertliğin görkemli birer simgesi haline gelmiş olan bu Dadaşlar diyarına Şarkın Paris’i’ yakıştırmasının yapılması da boşuna olmasa gerekti.
Konuk severlik cömertlik saygı ve içtenlik yaşamlarının en önemli parçasıydı. Eşlerinin görevleri gereği orada bulunan asker hanımları yerli halktan gördükleri bu yakınlık dostluk ve itibarı özlemle yad ederlerdi her fırsatta.
“Ha gayret kızım. Biraz daha sık dişini. Az kaldı tosuncuğu kucağına almana” dedi ebesi ceylan bakışlı Feride gelinin dipleri terden sırılsıklam olmuş saçlarını şefkatle okşarken.
“Yoksa çocuk ters mi geliyor?” dedi yanı başındaki kadın ebenin kulağına usulca.
“O ne biçim söz öyle. Çocuk kilolu. Gelinin çatısı dar. Hem ilk çocuğu. Biraz sıkıntı çekecek elbet.” dedi usulcacık. “Çiseli yağmura benzer doğum sancıları.Gelir geçer..Ardından güneş açar.” dedi sesini bu kez yükselterek.
O Fatma ebe ki tanımayan var mıydı bu Dadaşlar diyarında Onu. Ne çok çocuk doğmuştu onun o müşfik maharetli ellerine. Bu gün artık hepsini isimlerini tek tek sayamazdı belki ama kimleri doğurttuğunu zor ve sürprizli doğumları bu günmüş gibi hatırlıyordu.
İşinde ehil olmasının yanı sıra bilge bir kişiliğe de sahipti. İnanılması zordu ama yaptırdığı onca doğumda ne anne adaylarının ne de doğması beklenen çocukların kaybına hiç rastlanmamıştı. Çok güç anlar yaşadığı umudunu yitirir gibi olduğu durumlar olmuştu elbette. Ama sonunda Allah’ın izni ve yüzünün akıyla bütün bebeleri analarının kucağına vermişti O.
Mert cesur bir kadındı Fatma ebe. Aynı zamanda mükemmel bir süvariydi de. Yakın kasaba ve daha çok da köylerden gelenler onu günler öncesinden alıp götürmek isterlerdi.Ama o atına atladığı gibi herkesten önce varırdı gideceği yere.
Karın metreleri bulduğu nefeslerin anında donduğu o zalim kara kışlarda ve tüyler ürperten nice tehlikelerle karşılaştığı o yol serüvenlerinde nasıl olup da sağ kalabildiğine şaşırıp kalmayan yoktu. Sonunda hemen herkes onun bir Kadın evliya’ olduğuna inanır olmuştu.
Fatma ebeler de epey şehit vermişti bir çokları gibi bu kahraman şehrin kahramanca savunulması uğrunda. Kan bağından pek kimsesi kalmamıştı Fatma ebenin hayatta. “Can bağı gerekli insan can bağı. Nice kan bağından olanlar vardır ki can düşmanı gibidir en yakınına bile. Nice can bağından olanlar vardır ki canını verir sen bir nefeslik bile olsa fazla yaşayasın diye” derdi o yaşamış görmüş bilge kişiliğiyle.
Çocukların cinsiyeti konusunda da yanıldığı pek görülmemişti Fatma ebenin. Bunun sırrını da çözen olmamıştı.
Şöyle de bir batıl inanç dolanırdı dillerde. Gebe kadınlar kendilerine fark ettirilmeden sağa sola yerleştirilen makas veya bıçağın üstüne otururlar ve oturdukları cismin türüne bakılarak çocuğun cinsiyeti tespit edilmiş olurdu böylece. Makas kız çocuğunun bıçak ise erkek çocuğunun simgesi sayılırdı bu inanca göre..
Fatma ebe bunları duydukça “Hadi hadi gidin işinize! Bunlar hurafe şeyler.” Derdi azarlarcasına.
“Başla ıkınmaya kızım. Geliyor senin oğlan!” dedi tatlı bir gülümsemeyle. Kısa süre sonra tosuncuk ebesinin ellerinde çığlığı evin her köşesinde geldiğini müjdeliyordu heyecanla bekleyenlere.
Kapalı kapının arkasından gelen bir öksürük sesi ise bu çığlığı duyan genç adamın saatler süren heyecanlı yorucu ve endişeli bir bekleyişin ardından sonucu öğrenmek isteyişinin bir işaretiydi.
İçerideki kadınlardan biri gidip kapıyı araladı.Genç adam yere eğdiği başını kaldırıp kapı aralığındaki kadına bakamadı. “Gözün aydın. Aslan gibi bir oğlun oldu” dedi kadın.
Genç adam soluğunu tutmuş öylece kalmıştı kapı önünde. “Merak etme. Feride gelin de çok iyi” dedi ardından. Genç adamın bu sözleri beklediğini anlamıştı.
Yukarıya kalkan göz kapakları koyu ela gözlerini ortaya çıkardı. Kadının yüzüne baktı. Amcasının kızıydı. Gülümsedi. Gözlerinden süzülen yaşlar ince bıyıklarına doğru süzülüyordu..
Çocuğun ağlaması da kesilmişti. Ama genç babanın kulağında o çok sevdiği Erzurum türküsünün ezgileri geziniyordu salına salına..
“Erzurum çarşı pazar/ içinde bir kız gezer/ elinde divit kalem /dertlere derman yazar/ nenen ölsün zarı gelin./ Palan döken yüce dağ /altı mor sümbüllü bağ /seni vermem ellere /nice ki bu canım sağ.
Allah Feride gelini ona bağışlamıştı. Hem de aslan gibi bir erkek çocuğuyla beraber.
Takvimler aynı tarihin gece yarısını gösterirken bu kez de Sibirya’nın insanı felç eden soğuğunda sıcacık melodik bir ağlama sesi yayıldı küçük bir hastanenin koridorlarına.
“Bir kız çocuğu” dedi doğumu gerçekleştiren ebe doğum masasında yatan anneye.
“Çok da güzel bir bebek Ağlaması bile farklı. Bu kızdan iyi bir soprano olur” dedi hemşire Natalya’da.
Moldavyalıydı güzeller güzeli Evgeniya. İncecik belinin nasıl olup da upuzun bedenini dengede tutabildiğine şaşırıyordu onu ilk kez görenler. Vücudunun olağanüstü kıvraklığına tanık olduklarında ise bunun genç kadınının belinde bir yayın olabileceği mucizesine bağlayanlar bile çıkıyordu.
Uzun zarif bembeyaz boynu bir tanrıçanın kutsal güzellikteki başını taşıyor gibiydi. Simsiyah kaküllerinin kirpikleriyle iç içe geçip gölgelendirdiği yemyeşil gözlerine bakanlar ormanların koyu gizemli derinliğinde kaybolmayı göze alıyorlardı daha şimdiden.
Yugoslavyalı Anatoli’yle Sibirya’nın bir ucunda kesişmişti yolları. Ne güzel bir yoldu bu yol onlara göre. Hem duyguları hem düşünceleri hem bedenleri bulmuştu birbirlerine ait olan diğer yarılarını. Tamamlanıp bir bütün oldular. Ve yoldaşlık ettiler bu yolda birbirlerine. Onurluca. İnsanca.
Yuva öğretmeniydi Evgeniya. Ağır vasıta sürücüsüydü cesur çalışkan ve yürekli Anatoli de.
Evlendiler. 18 Nisan tarihinde bir kızları oldu. Melodik sesli.
Güneşin bile ışıltısını kıskandığı güzellikteki bu bebeğe Elina adını verdiler. Elina...
Moldava’ya döndüklerinde Elina üç buçuk yaşına gelmişti. Bir yaşını doldurmuştu erkek kardeşi Aleksandr da.
Bir ev yaptılar kendilerine bir süre sonra. Harcını Anatoli’nin alın teri ve Evgeniya’nın altın elleriyle kardıkları. Sevgiyle güvenle inançla bezediler içini yine birlikte. Elele.
“Bir süreliğine Sibirya’ya gitmem gerekecek.” dedi Anatoli buz gibi bir gecenin ortasında Evgeniya’sına.
Onun o orman yeşili gözleri öylesine koyulaştı ki ürperdi Anatoli. Bu koyu karanlıkta yolunu kaybedip bir daha bulamayacağı hissine kapıldı bir an. Sibirya’nın soğuğu bile onu bu denli titretmemişti.
Ama o güneş sıcaklığındaki yüreğini orada bırakıp yeşermiş umutlarla geri döneceği inancını içinde taşıyarak gitti yine de.
Ve tam dört ay geçti Anatoli’nin gidişinin üstünden. Bıraktığı yüreğinin sıcaklığı ısıtıyordu evlerini dışarının o buz gibi soğuğuna karşılık.
Elina’sı aydınlatıyordu büyülü güzelliğinin ışıltısıyla ışıl ışıl.
Evgeniya’nın altın elleri çalışıyordu durmadan. Umutla heyecanla sevinçle.
Buz gibi geçen bir gecenin sonunda puslu da olsa güneşin solgun rengini gördüklerinde çok şaşırdı insanlar.
İşte o günün akşam üzeri haber geldi Anatoli’den.
Kamyonunda bulmuşlardı onu. Doğa bembeyaz kalın örtüsünü örtmüştü üstüne.
Cesur çalışkan Anatoli işinin başında emeğin huzurlu kucağında ve onurla taşıdığı dimdik başıyla meydan okumuştu sanki doğaya. Tek başına.
Ve yine buz gibi bir havada ve yine Evginiya’sıyla bir bütün oldukları o‘yolda dalmıştı sıcak uykusuna Anatoli.