- 1059 Okunma
- 4 Yorum
- 0 Beğeni
Bir Ulu Çınar Ve Çınarların Öyküsü -2-
Soru sormama gerek yoktu artık. Ulu çınar coşmuş çağlıyordu. Tıpkı yaz boyunca yeşil vadileri süsleyen; bahar aylarında ise köyümüzün dağlarındaki karların erimesiyle ak köpükleriyle akan coşkun çayları gibi. Ben kulak olmuş dinliyordum.
“Okuduğum okulları yani Köy Enstitülerini açan, köylerimizi ortaçağ karanlıklarından çıkarıp; bizleri ışığa, aydınlığa ulaştıran yollara güller seren zamanın bakanı Hasan Ali Yücel ve genel müdür İsmail Hakkı Tonguç’a büyük şükran borçluyum. Kafasında halkımızın, özellikle yüzyıllar boyunca unutulmuş ve geri kalmış köylümüzün aydınlanmasından özge duygular taşımayan O insanlara karşı şükran duygularımı belirtirken tüm meslek arkadaşlarımın ve köylümüzün şükran duygularına da tercüman olduğumu düşünüyorum.
O yüce gönüllü insanlar ve Onların dünyada eşi benzeri görülmemiş ve de uygulanmamış örnek projesi olmasaydı genelde köylümüz, özelde ben köylerimizdeki uyuşuk yaşama devam edecektik. Köyde, çoğu geçim yollarını ormandan sağlayan Ahmetler, Hasanlar, Recepler… gibi olacaktım. Kağnı arabası yapıp Ardahan Köylerine pazarlamanın yollarını zorlayacaktım. Ya da tırmık, balta-dirgen sapı yapıp satmak için genç fidanlara kıyacaktım.
Köylülerimiz fakir, cehalet boğazda. İnsanımıza, okuyup bir yerlere gelebilmesinin yolunu açmak için çok çalıştık. Zor koşullarda okuduk. Lakin harcadığımız emeğin hakkını verdiğimin vicdan huzuru içindeyim. Köyüme atandığım zaman, benden önceki arkadaşlarım hayli yol kat etmişti. Yokluk- yoksulluk vardı. Biz insanımıza ümit aşılamaya çalıştık. Onlara dost eli uzattık. Elimiz havada hiç kalmadı. İnsanımız dürüst ve çalışkandır. Uygarlığın yolunu gösterme çabası içinde olan bizlere inandılar, güvendiler. Bizler de zifiri karanlıklarda bir çıra ateşiydik gitgide harlanan.
Göreve başladığımda az da olsa kız çocuklarımızın okula devam sorunu vardı. Uzun kış gecelerinde köyün farklı mahallerinde gece oturmalarına katıldım. Tatlı muhabbetlerin olduğu böylesi birlikteliklere zaten özel davet edilirdim. Köylülerime o yıllarda çok tutulan cenk ve âşık kitapları okurdum. İlçeden getirttiğim gazete haberlerini yorumlardım. Her toplantının şaşmaz gündeminin biri de okul faaliyetleri olurdu. Kızlarımızın okula devamını sürekli gündemde tuttum. Ellili yıllara başladığımızda köyde ilköğretim sorununu tamamen çözdük.
Benim gibi meslektaşlarım da yurdun kuş uçmaz kervan geçmez köylerinde çalışıyordu. Sürekli kendimizi yenileme çabası içindeydik. İdealist duyguları okulda edinmiştik. En az okuyanımız senede 25-30 kitap okurdu. Enstitümüzün kütüphanesi çok zengindi. Bakanlık okullarımıza garp ve şark klasiklerini gönderiyordu. Diyebilirim ki, okuduğumuz okullarda öğenim gören öğrencilerin arasında okuma alışkanlığı edinmeyen yoktu. Aramızdan Mahmut Makal, Talip Apaydın, Mehmet Başaran, Fakir Baykurt gibi daha nice köyü, köy sorunlarını anlatan yazar arkadaşlarımız yetişti. Eserler yazdılar. İlçemde yakinen tanıdığım arkadaşlarımda kitaplar yazdı. İki kitapta ben yazdım.
Yurdumuzun dört bir tarafın yayılan enstitülerin sayısı yirmiyi geçmişti. Ellili yıllarda kapatılıncaya kadar. Edirne’nin köylerinde öğrencilere ne öğretiliyorsa Hakkâri’nin köylerinde de aynı konular işleniyordu. Tevhid-i Tedrisat (Eğitim Birliği) kanununun yılmaz savunucuları ve uygulayıcılarıydık. Öğrencilerimizi özgür yurttaşlar olarak yetiştirmek için ailemizden edindiğimiz ailevi terbiye ile okulda öğrendiğimiz bilgileri harmanlayıp o yıllardaki adıyla “Hal ve Gidiş” adlı dersi yapıyorduk. Okulun uygulama bahçesinde modern tarımın nasıl yapılması gerektiğini uygulamalı olarak gösteriyordum. Köylülerle et ve kemik gibiydim. Hiçbir konuda beni kırmıyorlardı”.
“Bana köy okullarında çalışırken mi daha mutluydun yoksa şehirlerdeki okullarda çalışırken mi daha mutlusun?” Diye soruyorsun.
“Elbette köylerimizde daha mutluydum. Bir kere o insanların aralarından yetişmiştim. Çalışmalarımdaki içtenliğe yakinen tanık oluyorlardı. Ve bana inanıyorlardı. Fikirlerime saygı gösteriyorlardı. Onlara göz ve kulak olmuştum. Örnekliyeyim; mayıs ayının ilk günleri. Havalar ısınmış. Ekinler boy atmış, çimenler iyice yeşermiş çayırlarda. Meyveler çiçeğe ve yaprağa bürünmüşler. Öğle teneffüsünde okulun bahçesinde arkadaşlarla dinleniyorum. Çevremizde öğrencilerimiz cıvıl cıvıl. Herkes kendi havasında. Uzun teneffüsü doyasıya yaşıyorlar. Biraz ilerimizdeki dükkâncı Ali Efendi evinden radyosunu henüz getirmiş dükkânına. Köyümüzün yaşlıları toplanmış ajans dinliyorlar. Onlara yaklaşan Kara Hilmi Ağa ünlüyor arkadaşlarına:
“Başöğretmen Kazım Beyi de çağırın. Haberleri bize yorumlasın.” Köy buydu benim için. Görüşlerime saygı duyulan yer…
Çocuklarıma daha iyi olanaklar sağlamaktı şehre gelmekteki asıl amacım. Ulaşımın, aydınlanmanın daha rahat olduğu şehre kendi isteğimle atandım. Artık günlük gazetemi aynı gün alabilecektim. İlçeye inip, izleyebildiğim siyah-beyaz Yeşilçam filmlerde gördüğüm İstanbul’a daha yakın olacaktım. Şehir okullarında da uzun yıllar çalıştım. Yöneticilik yaptım. Fakat köylerde gördüğüm saygı-sevgi havasını hiç bulamadım. Köylerde çalıştığım yıllarda biz öğretmenler arasında örnek birliktelikler vardı. Fikirsel ayrılıklar yok gibiydi. Cumhuriyetin kuruluş ilkelerine sıkı sıkıya bağlıydık. Aramızda en çok pedagojik konuları konuşurduk. Okuduğumuz kitaplar hakkında yorumlar yapardık. Karşılıklı kitap değiş tokuşu olurdu. Daha açık konuşayım, köylerde çalıştığım yıllarda; “toplum menfaatını kişisel menfaatlerden önde tutma” anlayışı hâkimdi bizler arasında. Geçen yıllar içinde gitgide eriyen öğretmen maaşları ve öğretmenler arasındaki bölünmeler… Öğretmenler birbirlerine daha yaklaşacakları yerde iyice ayrışmaya başladılar. Çoğu arkadaşımız geçim sıkıntısı yaşamaya başladı. Gemisini yürüten kaptan örneği farklı ideolojilerin ve partilerin tutsağı oldular. Toplumda yaşanan hızlı iç göç ve çözülmelerden herkes nasibini aldı. Yerden mantar bitercesine varoşlar türedi sanayi kentlerinin civarlarına. Bu olumsuz olgular haliyle öncelikle şehirlerde yaşandığı için şehirdeki meslek yaşamımda köylerdeki kadar mutlu olamadım.”
Dayım bunları anlatırken bir an köydeki yıllarımı anımsadım. İlkokul yıllarımda okulumuza hayli uzak evimize soğuk kış günlerinde gitmez bir arkadaşımın konuğu olurdum. Güzel günlerde de arkadaşlarımla bize giderdik. Köyde akraba ve arkadaş çok. Ziyaret etmediğim ev yok gibiydi. İşte o yıllarda sadece öğretmen dayımın evinde kitaplık görmüştüm. Doksanlı yıllarda Almanya’da bakanlık öğretmeni olarak çalıştığım yıllarda da Alman ailelerin evlerini ziyaret etme olanağım oldu. Varsıl-fakir her Alman yurttaşının evinde kitaplık vardı. Yine ilkokulda okuduğum yıllarda dayımın öğrencilerinin çoğu öğretmen okullarında okuyarak hepsi birer genç öğretmen olmuştu. Altmışlı yıllarda ilkokulda okurken bizim köylü başöğretmenimiz de bir ulu çınardı. O da hala yaşıyor. Köyümüzde ilk kütüphane açan Başöğretmen Abdullah Arslan’ı da anmazsam öyküm eksik kalır. Ve de beni ilkokulda üç yıl okutan Ali Merdan öğretmenimi.
Ali Merdan öğretmenim de Cilavuz Köy Enstitüsü’nde okumuş, öğretmen olmuştu. Köyünde çobanlık yaparken; okumasını istemeyen babasının muhalefetine karşın öğretmen olmak için ne büyük mücadeleler vererek Cilacuz’a gittiğini anlatırdı. Sınıf öğretmenimi koşulsuz bütün arkadaşlar, büyük ve tanımsız bir sevgiyle severdik. Öğretmenimiz köyümüzün en sevilen öğretmenlerden birisiydi. İlkokul öğretmenlerinde olması gereken tüm hasletlere sahipti. Çok yönlüydü. Sevecen ve güler yüzlüydü. Telli çalgıları büyük bir ustalıkla çalar, türkülerimizi radyo sanatçıları düzeyinde icra ederdi. O yıllarda okullarımızda öğretmenler aralarına köy gençlerini alıp piyesler oynarlardı. Öğretmenimiz sesi ve çalgı aletleriyle bu gösterilerin en beğenileni olurdu. Çünkü nitelikli bir eğitim-öğretim sonunda öğretmen olmuştu.
Hepsi, İzmit’te eski demir yolunun kenarlarına yıllar önce dikilen şimdi ise ihtişamlı halleriyle merkez ilçemizin sembolleri durumunda olan ulu çınarlar gibiydiler öykümün içine giren, dayım ve onun kuşağının Köy Enstitülü öğretmenleri.
Bazıları çok sertti. Aşırı disiplin uygularlardı. Deli Petro’nun Avrupalıların kalkınma çabalarını izlemek, nasıl çalıştıklarını gözlemlemek için Hollanda’ya gittiğini; bu ülkede tersanelerde işçi olarak çalıştığını tarih derslerinde okumuştuk. Petro, Rusya’ya döndüğünde uyuyan halkını uyandırmak için sopaya başvurduğunu öğrenmiştik. Öykümün kahramanları sevgili öğretmenlerimiz de Petro örneği sopaya sık sık başvururlardı. Bu uygulama hakkındaki görüşlerini sordum evinde ziyaret ettiğim doksanlı yaşlarını yaşayan ulu çınar dayıma.
“Sevgili öğretmen yeğenim, ziyaretinden memnun oldum. En az ayda bir kez seni beklerim. Ara ara söylediğim gibi bizler idealist öğretmenlerdik. Öncelikli çabamız uygarlığımızı çağdaş uygarlık düzeyine çıkarmaktı. Tarihe ün salan Osmanlı Devleti yıkılmış yerine yeni bir devlet kurulmuştu. Gelişmiş ülkelerle kalkınma yarışına girmiştik. Fakat biz çok gerilerdeydik. Ara çok açılmıştı. Başarılı olmak gerekirdi. Başarı için de basitçe söylersek, yapılacak çalışmalarda; istek, disiplin ve süreklilik ön koşuldur. İstek oluşturmuştuk. Halk bize inanıyordu. Süreklilik de bizim işimiz. Disiplin sağlamakta dayağa başvuruyorduk. Dağlardan, bellerden topladığımız bazılarının sakalları çıkmış özellikle erkek çocukları disipline etmek hiç kolay değildi. İnsanımız çocuklarını bize teslim ederken meşhur sözdür, “Eti senin kemiği benim” derlerdi. Bize emanet edilen çocuklara olumlu davranışlar kazandırma isteğini öğütler bu söz. Biz de tüm varlıkları ile bize teslim edilen yavrularımızı yarınlara donanımlı hazırlamak bağlamında dayağa başvuruyorduk. Şimdi koşullar değişti. Elbette dayağın eğitimde yeri olmamalı.” Öğretmenin de dayak attığı yerden gül biter diyerekten köylülerimiz bu konuda bizden yanaydılar.
Öyküm sürecek…
YORUMLAR
Yorumumu yanlışlıkla uçurdum.:(
Hocam, öncelikle kaleminizi kutluyorum efendim ve yine sizi ve sevgili öğretmenlerimizi saygıyla selamlıyorum.
Bu mesleğin erbabı ve ömrünün 30 yılını yine öğretmenlik mesleğine sunmuş bir baba nasıl ki önemli ise hayatınızda bir o kadar da çekinceler yüklendim gelişme çağımda. 17 yaşında öğretmen çıkmış gencecik bir insan ve tek ailesi sadece annesi ve düşünün ki bu yaşta ana-oğul düşüp yollara güzelim memleketimi köy köy dolaşıyorlar.Bu bağlamda hiç bir zaman bana mesleğini yapmamı önermedi. O kadar zorluklar yaşamıştı ki. O anlatırdı ben dinlerdim ki şikayet de etmezdi lakin gözlerindeki hüzündü beni en çok kaygılandıran.
Yanlış zamanda dünyaya geldiğime eminim artık hele ki 2000'li yılları sevemedim gitti.
Bu yüzden sanırım bitimsiz iç sesimle yazmadan duramıyorum ki ne bir zorlama ne bir hırs ne de meşguliyet bilakis yaşam merkezim.
Anlayacağız değerli hocam: yeni hayallerle avunuyorum.
En derin saygı ve hürmetlerimle efendim...
İBRAHİM YILMAZ
Anlayacağız değerli hocam: yeni hayallerle avunuyorum.
En derin saygı ve hürmetlerimle efendim...
Merhaba Gülüm hanım, yorumunuzun final cümleleriyle adeta benim ruh halimi okuyorsunuz. büyük keşiflerde öyle değil midir? önce hayaller kurulur sonra da bu hayallerin gerçekleşmesi uğruna geceler gündüz, gündüzler gece olur. toplum için kalıcı buluşlar yapılır. ve insanlar hayal kurdukça yaşar. ben de sizin gibi hayaller kuruyorum. şanda şöhrette gözüm yok.
meslek hastalığı bildiklerimi, deneyimlerimi paylaşıyorum. hem o yılları yeniden yaşıyor hem de yazdıklarımın yararı olur diye hayal kuruyorum. güzel dönütler alıyorum. özelikle öğrencilerimden...
ilginize minnettarım.
içten selam,saygı ve sevgimle.
Müjgan Bilgili Ölmez Bu model idealist öğretmenler artık tarih oldu ya da sizin gb türüne son örnekliği oluşturuyorlar ibrahim hocam..ve sayenizde eğer bir kitapta toplanırsa bu yazılarınız bir masal edasında gelecek nesil umarım okur..durum sandığımızdan da vahim çünkü..bir öğretmen arkadaşım dün face inde ankaralı turguttan girmiş sana adlı şarkıyı paylaşmış üstelikte bir bayan ve öğretmen...saygılar sunuyorum güzel bir gün geçirmenizi dilerim..
Müjgan öğretmenim bir lisede İngilizce öğretmeni (İ Yılmaz)
İBRAHİM YILMAZ
öğretmenlik mesleğine gösterdiğiniz ilginin halkımızda da hep olmasını istedim. neyse.
selam,saygı ve sevgimle...