- 278 Okunma
- 0 Yorum
- 0 Beğeni
AFFETMENİN HAFİFLİĞİ
AFFETMENİN HAFİFLİĞİ *
Şehir yine ağlamaklı. Gözyaşlarını yeryüzüne akıttı akıtacak. Yağmurlukla mı yoksa sıkı bir giyinişle mi yola çıkayım bilemedim. Sırtımda çanta, şehri tavaf edeceğim. Kendimi sokağa attım. Yollar her zamanki gibi kuru kalabalık. Çalışanlar işyerlerinde, öğrenciler okullarındaydı. Bu saatte neyin kalabalığı, anlayamadım.
Yolculuklarımda saate hiç bakmam. Eee acelem de yok. Görüşeceğim insanla hasbıhal etmeyeli hayli zaman oldu. Hayatımız su gibi akıp gidiyor ve her birimiz farklı yerlere sürükleniyoruz. Bu görüşme konusunda ise daha net değilim. Bir yanım git diyor, diğer yanım kal.
Yağmur ahmakıslatan cinsten, toprağa ve insana usulca işliyor. Toprak dedik de aşk olsun açıkta ‘bir avuç’ toprak bulana. Yok, artık doğa anada var olan dere, ırmak ve göller buralarda. Her yer beton yığını. Yağmur suları obruk obruk cadde ve sokak başlarından akarken yol bulmaya çalışıyor. Şehrin kirini, pasını toplayıp bulabildiği deliklerden ulaştırabilirse kanalizasyonlara boşaltıyor. Şehrin en kötü atıkları maviye bulaştırmak ve buluşturmak adına en kirli haliyle.
Bir şeyleri kaçırmanın telaşı içinde hızlı adımlarla ilerliyorum. Vapurun kalkmasına kısa bir süre kala girişteydim. Tam kartı elektronik makineden geçirmiştim ki hata sinyali verdi. Kartımda mı yoksa makinede mi bozukluk bilemedim. Gayriihtiyarî yandaki makineye geçtim. Bir taraftan da gözüm iskele kapılarında. Artık görevli bir bir kapıları kapatmaya başlamıştı ki çevik bir hareketle nezaket kurallarını hiçe sayarak öne geçtim. Son kapı kapanmak üzereyken palas pandıras daldım içeri. Çıkan gürültünün kapanmakta olan kapıdan değil de çantamın vurduğu adamın kapıya çarpmasından kaynaklı olduğunu anladığımda ise bir şey olmamış gibi “affedersiniz” diyerek mahcupça uzaklaştım. Artık yetişmiştim. Vapur, otobüs kadar kalabalık değildi. Uygun bir yer buldum ve oturdum. Dağılan çantamı tanzim etmek ve her zamanki gibi bacaklarımı vapurun küpeştelerine vererek boğazı seyretmek istedim. Çantamı düzeltmek ve fotoğraf makinemi almak için çantamla cebelleşirken birinin yanıma oturduğunu fark ettim. Başımı kaldırmamla indirmem bir oldu.
Adam, “Bak belki çantanda bir şeyler kırılmıştır” dedi.
Biraz önce çantamı vurduğumda kapıya çarpan kişiydi. Başımdan kaynar sular döküldü. Bir süreliğine gözlerimi çantadan alamadım. Çantanın fermuarını kapatıp içimden hemen mekândan ayrılmak geldi. Sonra yavaşça döndüm. “Tekrar affedersiniz kusuruma bakmayınız. Ne yaparsınız, vapuru kaçırmak istemedim onun sonucu da dikkatsizlik…” diyebildim.
Adam, “Aslında yaptığınız şey doğru değil. Çantanızı vurduğunuzda kapının camına kafamı vurabilirdim. O zaman sonuç şimdiki gibi birkaç sıyrık ve acıyla atlatılmazdı.”
Gerçekten bir şeyler ağzıma geliyor ama anlamlı sözcük dizinleri olup çık(a)mıyordu. Oyalanmak için çantamı yokladım, zaman kazanmak ve bu anlamsız tartışmayı burada bitirmek için.
Adam yine dönerek “O çantada ne taşıyorsunuz ki çok ağır.” dedi.
Gerçekten çok ağırdı. Giyim eşyalarım, kitaplarım, makinem ve martılar için evden getirdiğim bayat ekmekler. Onları saymak istemedim. Bu havada ne fotoğraf makinesine ne ekmeğe gereksinimim vardı. Güneşsiz havada fotoğraf çekmeyi bırak etrafı gözlemlemek bile istemem. Genelde kitaplara gömülür, onların içindeki ışıkla uyanır ve uyarılırım. Bu düşünceler içinde adama döndüm;
“Eh işte! Biraz ekmek, biraz kitap var.”
“Kitabı anladım da ekmek ne iştir?”
“Martılara yem atmayı çok severim. Genelde vapur yolculuğum hep böyle gerçekleşir. Vapuru takibini, çığlık çığlığa denize pike yapmaları yok mu bayılıyorum.” dedim yüzümü denize döndüm.
Adam ısrarcıydı. Sanki konuşmayı bitirmek değil yeni sorularla sohbeti devam ettirmek niyetindeydi. Tekrar döndü. “Merak ettim. Ne aceleniz vardı? Belki özel bir soru olacak ama durumun sabit olması nedeniyle soru sorma hakkını kendimde buluyorum.”
Gerçekten uzun süredir iletişimi en az seviyeye indirmiş olduğum bir insanla gelgitli bir görüşme isteğinden ne bekliyordum. Kapıdan dönme ihtimalim varken neden bu denli acele etmiştim. Karşımdaki insanın ses tonu ve yaklaşımı karşısında sorduğuna yanıt vermem gerekti.
“Acelem olduğu için değil. Hayatın kendi içindeki o yoğunluğundan başka bir şey değildi benimkisi. Yağmurdan kaçarken belki doluya tutulmama adına vapura binmekti” diyebildim.
“Oysa o vapura rahat yetişiyordun. Halen birkaç dakikası vardı. Bu sürede o mesafeyi alman için yeterliydi.” dedi.
Odaklandığım şey kapıların kapanışıydı. Algılarım olayların üzerinden gelişirken kurgularım boşlukta kalıyor.
“Aha geçtik karşıya bizi bekleyen ne? Onun zamansızlığı mı? Mekânsızlığı mı? Ona olan özleminle yanıp tutuşman mı? Arkadaşlığımıza verdiğimiz değer mi? Bu sorulara yanıt bulabildiğimizde hayatı daha çekilir yapabiliriz.”
“Haklısınız Beyefendi. Ne deseniz haklısınız. O kadar gecikmiş ilişkinin bir vapur yolculuğunda sıkışmasını anlamlandıramam.”
“Nasıl yani?” dedi.
“Aslında aramızda ki anlaşılmaz nedenlerle ya da iletişimi sağlıklı kuramamamızdan kaynaklanan kırgınlıklar üzerine bir yolculuk benimkisi.”
Adam döndü, “Hayat ne vapurdur ne tren. Onlar yolcularını bırakırlar tekrar dönerler. Tekrar yanaşırlar limanlarına, garlarına. Sorunluları sırtlarına alır taşırlar. Hep böyle sürer gider, gelirler. Oysa insan öyle midir? Bırakır bıktığı yerde, götürmek istediğini de götürür ömrünün yettiği yere. Ya bırakmaması gerektiğini ne zaman anlar ki bir hayat dersinde? Götüreceği şeyler, olaylar, insanlar ve olgular gerçekten taşıması gereken sahici şeyler mi? Onu da hayat yaşatarak gösterir adama.” Dedi ve derin bir soluk aldı. Gözleri boğazın mavi sularına daldı. Yükünü alıp yalılara çalım atarak giden bir Ro-ro gemisi düdüğü çalarak ilerliyordu.
“Tanışmadık adım Derviş ya sizin adınız neydi?”
Bense utana sıkıla “Candaş” diyebildim.
Tam o esnada çaycı, “sıcak çay abi içinizi ısıtır.” dedi.
Çay içecek vakit de kalmadı. Başladı yeniden; “Sen yaşadıklarından bir sonuç çıkarmış düzeltmek istiyorsun. Belli ki ağır gelmiş. İnsanın ağırlığı bir eşyadaki ağırlığa hiç benzemez. Ben, senin bana çarpmandaki kızgınlığı unuttum. Zamanın varsa bir şey anlatmak istiyorum.”
Vapur, limana iyice yaklaştı. Konu derin. Bu hal vaziyeti anlamlandırmak adına teklifini kabul ettim.
“Güzel söylüyorsunuz. O zaman şöyle yapalım. Size karşı kıyıda çay ikram etmek ve dinlemek istiyorum.”
“Sıcak çaya ve güzel bir sohbete hayır demem.”
…
Aklıma çantamdaki ekmek geldi. Vapurdan indiğimizde iskelenin kenarından hızlıca aşağıya döktüm. “Balık bilmezse Halik bilir” dedim içimden. Ekmekleri bıraktığım deniz kıyısına irili ufaklı bütün balıklar hücum etti. Yağmur yine hafiften iniyor yeryüzüne. Temizleyip arındırarak her şeyi.
Kıyıdaki denize bakan kafeye daldık. Boş yer aradım ve gözüm köşedeki yere takıldı. Diğer masa ve sandalyeleri turlayarak masaya oturduk. Hayat ne ilginç olmadık zamanda ummadığın insanlarla karşılaşıyorsun. Tanıştık.
“Evet, nerede kalmıştık?” dedi babacan bir sesle.
“Sanırım; geç kalmışlık. Hayatın bize yüklediği ağırlıklar ve bu ağırlığın altında kalmış insanların halleri üzerinde.” dedim.
“Evet evet… Gençsiniz. Bense görmüş geçirmiş birisiyim. Çok olaylar yaşadım ve onlardan çıkarttığım anlamlar oldu”
Oturduğu koltuğu iki eliyle tutup arkaya doğru yaslandı. Yer sıçanı gibi başıyla çevresini kontrol etti ve başladı anlatmaya.
“Bir gün dersteyim. Her şeyden yakınan öğrenci kitlesi karşımda. Onlara dedim ki: Bir hayat deneyimine katılmak ister misiniz? Öğrenciler kırmadılar hemen kabul ettiler. O zaman ne dersem yapacağınıza söz verin.” dediğimde bir uğultu koptu. Öğrenciler heyecanlı, olayı bilmiyorlar işin başındalar. ‘Hocam bize ölün deyin ölürüz sizin için’ gibi beylik laf ettiler. Onlara sizlere ölmek değil yaşamak için yaşamdan bir örnekleme sunmak istiyorum. Yarın hepiniz birer naylon torba ve 10 orta büyüklükte patates getirebilir misiniz?” dedim.
Tekrar garson masamıza geldi. Hoca lafını bitirmeden “Affedersiniz isteğiniz var mı?” dedi.
Hoca biraz sinirlenerek “Yahu daha getirdikleriniz yerine inmedi. Bir dur be oğlum! Şu lafımızı bitirelim.” dedi. Kaldığı yerden devam etti.
Akabinde öğrenciler; “Bizim, patatesle ne alakamız var. Sanki biyoloji dersindeyiz.” Şikâyetleri kulağıma geliyordu. Daha önce ölümü göze alan öğrenciler, on patateste kıyamet koparttılar. “Hani söz vermiştiniz?” dedim. Bu kez sustular ve ertesi gün dediklerimi yaptılar. Bana meraklı gözlerle bakıyorlardı.
“Şimdi, bugüne dek affetmeyi reddettiğiniz her kişi için bir patates alın, o kişinin adını o patatesin üzerine yazıp torbanın içine koyun.”
Tabi ki utana sıkıla isimlerini yazıp torbaya attılar. Naylon içindeki bu patatesleri akşam eve götüreceksiniz sabah da okula getireceksiniz. İkinci haftaya girdik. Kurala öğrenciler harfiyen uyuyor. Bazılarının naylon çantasının içinde iki bazıların üç bazılarının hayli fazla. Çok olanlar ikinci haftanın başlangıcında başladılar:
“Hocam bu kadar ağır torbayı her sabah, akşam taşımak çok gereksiz ve zor bir şey. Hatta patatesler kokmaya başladı. Hatta koku öyle bir hal aldı ki yanımıza oturan insanlar tarafından yadırganıyoruz. Sabah sabah insan nasıl böyle kokar, diye yüksek sesle söylüyorlar. Kimden geldiğini tam tespit edemediklerinden rahatız. Hatta hiç oturmuyor, hep ayakta yolculuk ediyoruz.” dediler.
Bu kez garsonun gelmesine gerek kalmadan çaylarımızı yeniledik. Koku deyince içerde de yüksek aromalı şeyler kokuyor. Müşteriler havanın soğuk olmasından kaynaklı daha çok salep içiyorlar.
“Hocam koku dedik salep kokusu aldım. Birer salep içelim.”
Çayları iptal edip saleplerimizi söyledik. Hoca kaldığı yerden başladı anlatmaya. “Öğrenciler yine söylenmeye başladılar. -Vallahi hocam, insanlar tuhaf bakıyorlar. Hem sıkıldık hem yorucu da-…” dediler.
“Ya öyle mi! Ne zor şeymiş dört patatesi taşımak değil mi?” dedim.
Öğrenciler “Yok hocam yok. Çok kokuyor ondan. Yoksa sizin için bu patatesleri buradan Şam’a kadar taşırız.” tarzında şamata yaptılar.
“Çocuklar buradan ne çıkarttınız?”
“Hocam bu iş hem yorucu, hem kokan bir şey.”
“Görüyorsunuz ki affetmeyerek asıl kendimizi cezalandırıyoruz. Ruhumuzu ağır yükler taşımaya mahkûm ediyoruz. Affetmeyi karşımızdaki kişiye bir ihsan olarak düşünüyoruz. Hâlbuki affetmek en başta kendimize yaptığımız bir iyiliktir. Hem taşımayacak hem kokutmayacaktık. Eğer o ilişkilerimizdeki sıkıntıları o zamandan bu zamana aktarmasaydık” dediğimde ise birbirlerine baktılar. “Ne deseniz haklısınız hocam” dediler.
…
“İşte can dost, ne yaparsak kendimize yaparız. “İyilik de, kötülük de.”
Salebin son damlalarını mideme indirirken sırtıma aldığım yüklerin ağırlığı altında ezildim. Sonra aklıma görüşmek istediğim insan geldi. Oradan ko(r)kulardan ve ağırlıktan kurtulacak olmanın sevinciyle kalktım.
*Islak Umut adlı öykü kitabımdan.
YORUMLAR
Henüz yorum yapılmamış.