- 1003 Okunma
- 6 Yorum
- 2 Beğeni
'over again'
Uzun zamandır kendimle ilgilenmediğim gibi evle de ilgilenmeyi kestim. Bir ara yerin tozunu aldığımı hatırlıyorum. Kaç hafta oldu kim bilir ama çok de önemli değil. Yanağımdaki güneş yanıkları için evde krem ararken, kitapların arasında buldum kendimi. Parmağımla üzerindeki tozlardan çok rahat bir şekilde isim yazabilirdim. Neyse ki aklımın ve kalbimin boş oluşu bu rahatsızlığımı gidermemde yardımcı oluyordu. Yine de ş harfine benzer bir şeyler çizmiş olabilirim.
Yağmur yağmak istiyor gibiydi. Bulutlar suyla doluydu ama bir şey bu önemli anı engellemekteydi. Umursamadım. Kitapların arasından, içine kalem bıraktığım iki kitabı alıp balkona çıktım. Samimi dostlarımdan ikisi, bazen onlara da sinirleniyorum. Gece mum aleviyle karanlığı yardığım anlarda yakmak istiyorum her birini. Herhalde güzel bir intihar şekli o olurdu. Böyle bir öyküye başlayıp, bitiremeden bir kenara kâğıdı kalemi fırlatmıştım. Zaten ebedi lezzetin insanlığım için gereksinimlerini çokça beni umursamaz kıldığı zamanlardı. Bu anın ne farkı olabilirdi ki? Onlarla konuşarak bozduğum sessizlik oruçlarımı, duvarların arasında gençlik hezeyanları arasına karışmış ümit parçacıkları atom gibi değil de, bir fidan gibi yaprakları arasından sunan kitaplarıma yine de teşekkür etmeliydim. Kitapları kale duvarları gibi yığıp, ortasında otururken kitapları yakmaktan bahsediyordum. Herhalde bu üşüyen biri için ısınma yönteminden başkası olamazdı. Bedenimin üşümesi bir yana, ruhumun üşümesini engellemek için başka ne tür çare bulabilirdim?
Ne yapayım? Kitaplar arasında aynı cümleleri okudum. Ruhum bu katliamın arka tarafında toplanmış kalabalık içerisinde hayret dolu gözlerle bakıyor ve içtiği kanlarla susayan katilin hırıltılarından korkuyordu. Zafer kimin için ideal olabilirdi böyle bir ortamda? Kaydı kimseye verilmeyen banka hesaplarından ve daha fazlasından bile zevk verici bir eylemdi; hayranlığının gerçek oluşunu görebilmek. Ruhum acizdi. Hayretini bir âşık gibi trenin önüne atıp, arkasına bakmadan gidemezdi. Her şey perişan olduktan sonra dönüp özür dileyemezdi. Dehşet dolu karanlık gecelerin ardından gündüzden ve gelecekten medet umamazdı. Zevk vermediğini anladım. Elemin, dahası artık başa dönülmeyecek ve temizlenmeyecek bir suçun sorumluluğu karşısında daha büyük günahlar işlemek gerekiyordu.
Boğulup, gitmekten, çağsız kalıp ya da çağı unutup, eski çağlardan medet umacak dertsiz olmayı istemiyordum. Bu korkutucu derece de insanın yalnız hissetmesine sebepti. Hayatını kelimeler içerisinde bulan, öğrenen, okuyan, bildikleriyle hayattan korktuğu kadar, hayatı da sevebilen biri için olunmayacak bir durumdu. İspat edilmesi güçtü. Fazla despot ve karaktersizlik içeriyordu. Edebiyat öğretmeni, kahve düşkünü, ince sigara içen, yüzü doğum lekeleriyle dolu kadının okuduğu kırklı yıllara ait kitaplardan daha farksız olamazdım. Kimi zaman daha öncesinden konuştuğumuz zamanlarda oluyordu. Bir süre susuyor, denize bakıyorduk. Sanırım daha farklı bir şekilde konuşuyorduk. Önce o konuşuyor, bana bakıyor ve benim konuşmamı bekliyordu. Ben konuşuyor, denize bakıyor ve susunca ona bakıp, denize bakmasını bekliyordum. Belli bir zaman kitaplardan açılan muhabbetler artık insanlığımızın sayfaları arasına kaçıyor ve çocuklarıyla sahilde yürürken yalnız kalma isteğini yüz hatlarıyla belli ediyordu. Kendini bulamadan, tam olarak iddia edebileceği insana erişemeden dünyaya sunduğu çocuklarından ötürü utanç duyduğunu düşünmüyordum. Aksine mutsuz değildi ama yalnız kalmak istiyor, sessizliği arzuluyor ve arzunun onu kendine getireceğine, daha doğru bir ifadeyle kendini bulabileceğine inanıyordu.
Balkon, ömrüm boyunca milyarlarca insanı tanısam da, bana sunulmayacak kadar düşünce ve kelime sunabilecek bir havaya sahipti. Çayım biteli yarım saat olmuştu. Birkaç gün önce yine balkonda otururken, yüz elli metre ötede, apartmana yükselmiş iskelede ilahi okuyan çocuğun bakışlarından rahatsız olup, sigara bile adamakıllı içememiştim. ‘Biz burada çalışırken adamlar keyif çatıyor’ düşüncesi beni çıldırtıyordu. Estetik düşmanı, gerizekalı bir proje sonucu ortaya çıkmış beş katlı apartmanın varlığı beni her gün çıldırtırken, bir de maskeleneceğini ve bir süreliğine kalıcı makyajla ortalıkta gözükeceğini bilmek gecenin bitip, gündüzün aydınlığında bu rahatsızlığımdan bir süre uzaklaşacağımı bilmemle aynı kâsede birleşiyordu. İki bilmekten birini seçmeliydim.
Her şeyden iki kat üzerimdeydi. İki pijama, iki çorap, iki kazak ve iki bere. Abartılacak kadar soğuk olmasa da, hasta olmak istemiyordum. ‘Bir katı atayım da üzerimden sonra kendime bir fincan kahve yapayım’ düşüncesiyle balkondan ayrıldım. Üstü daha az toz tutmuş kitaplarımı da kendimle beraber odaya getirdikten sonra üzerimdeki ikinci kattan kurtulup, mutfağa geçtim. Evin kirli her köşesi bir yana, mutfak bir yana olduğundan bir süre kahveyi yapıp yapmama konusunda düşündüm. Dört gündür tezgâhta duran tencereye baktım. Kelimelerden çok uzakta bir granite benzemiyordu. Temiz olması, en azından madden öyle oluşu problem sayılmayabilirdi. Yine de temizlenecek bir şeyin olma düşüncesine saygı gösteriyordum. İlkin bu düşünceyle beraber yapacak bir şeyin olduğuna kendini inandırmak, ikinci olarak da… Sanırım öyle bir şey olmadı. Tembelliğimin kusurunu varlığın insan kokusuna atıp kurtulamazdım. Beş dakika bile sürmeyecekti tezgâhta duran bulaşıkları yıkamak. Tencerenin içine ılımış çay suyunu döküp, yağın yumuşamasını sağladıktan sonra bulaşık süngerine bolca köpük döküp tencerenin iç dış her bir köşesini köpürtmeye başladım. Temiz süngeri yağlı bir bulaşıkla hemen kirletmek mantıksızca gelebilir ama benim için oradaki en büyük problem içindeki kurumuş yağıyla duran tencereydi. Sanırım içerisinde makarna pişirmiştim. Tavuklu makarna olmalıydı. Hormonlu tavuğun pek tadı yoktu ama makarnayı para vererek aldığım için da onurlu bir vatandaş da sayılmazdım. Bulaşıklar bitip de, lavabonun içine baktığımda birkaç yer de kurumuş leke izi görünce yağ çözücüden lavabo içine döküp, telle ovalamaya başladım. Rahmetli anneannemin sözü yine aklıma gelmişti: ‘Bir kadının temiz olup olmadığını öğrenmek için mutfak lavabosunun içine bakmalı. Orayı temiz tutuyorsa, her yeri temiz tutar.’ Lavabodaki lekelerin ne lekesi olduğunu bildiğim için temizleme gereği duymuştum. Yoksa anneannemin sözü benim gibi bir canlıya çok da fayda edemezdi.
Kahveyi küçük makinesinde pişirirken, gözüm ocağa takıldı. Üzerine serdiğim alüminyum folyo epey kirlenmişti. Ocağın üst yüzeyini korumak için böyle bir önlem alıyordum. Kahvenin köpürmesi için on beş saniyeden az bir süresi vardı. Makineyi kapatıp, ocağın başlıklarını ve demirini kaldırıp, folyoyu zor da olsa üzerinden çekip aldım. Kirden yapışmış bir folyoyla cebelleşiyordum. Sol avucum yapış yapış olmuştu. Yeni alüminyum folyo sererken de bu yapışma hissinden iyice tiksinmeye başladım. Ocağın başlıklarını ve demirini temizleyecek sabrı kendimde bulamadığım için tekrar makinenin düğmesine bastım ve o arada yağ çözücüden sol avucuma sıktım. Yağın ve kirin verdiği yapışma hissi avucumdan gitmişti.
Kahve fincanıyla beraber odaya geri döndüğümde üzerimden çıkardığım kıyafetlere baktım. Yatağın köşesine koymuştum. Balkona tekrar çıkamazdım. Antarktika’da belgesel çekecek ekipte çalışacak bir araştırmacı olmak arzum hiç olmamıştı. Bu yaştan sonra da soğuğa erkeklik yapılmayacağını bilen biri olarak yatağın kenarına doğru elimdeki kahve fincanıyla beraber yavaşça yaklaştım. Yastığın kenarında duran kitabı fincan altlığı olarak kullanma düşüncem vardı. Fincanın olağandışı büyüklüğüyle elimin titremesi aynı zaman aralığı içerisindeydi. Kitabın üzerinde duran ve yatağa dökülmeyeceğine dair beni inandıran fincan, ayağımın ucunda duran ve balkonda okuduğum kitaplara olan ulaşma isteğimle içinde köpüğünü yüzdüren kahveden biraz yatağa dökmeyi becerince fincanla bir süre bakıştık. Sinirliydim. Yatağın üzerindeki iki çarşafı da onun yüzünden yıkamak zorunda kalacaktım. Yatağın kendi yüzüne kahve intikal etmesin diye fincanı bu sefer çamaşırlığın üzerine koyup, elimdeki kitabın birini çarşafların arasından sokup, lekenin olduğu yerin altına koydum. Yatağın yüzeyine işlememiş olsa da, altımdaki iki çarşafı da yıkamak zorundaydım.
Fincanı mutfağa geri götürürken acıktığımı hissettim. Aç karnına çay kahve içen biri olmasam da, bakkala inip ekmek almak zahmetli gelmişti. Çaydanlığın altına tekrar su koyup, bakkala indim. Simsiyah, benim gibi şişman bir kedi ayaklarım arasında dolanıyordu. Bakkal yemek verdiğini ama yemediğini söylüyordu. Midesine doğru dokundum. Kedi yemek değil sevgi istiyordu. İki çift sarılı, iki tek sarılı yumurta ve iki ekmek alıp bakkaldan çıktığımda kedi hala miyavlıyor ve sevgi arzuladığını gösteriyordu. Yumurtalardan birini pijamanın cebine koydum. Diğer üç yumurtayı avuçlayabiliyordum. Eve çıktığımda, kolisinde duran iki tek sarılı yumurtayı da anımsadım. Toplamda sekiz sarılı yumurta tavanın içinde ağır ağır pişerken sofra bezini yere serdim. Sırf yerde yemek yediği için arkadaşlarını terk eden bazı insanlar tanıdığımı yumurtanın en lezzetli yerini ağzıma götürürken aklıma getirmesem iyi olacaktı ama neyse ki pekmez şuruplu tahin bu kötü hatırayı aklımın bir köşesinden aldı götürdü. Televizyon iyi gelmiyordu. Perdeyi araladım birden ayağa kalkıp. Normalde yemek yerken ayağa kalkmak alışkanlığım değildi. Ayağa kalktım. Pencereden dışarı baktım. Yağmur yağmamak için inat etmeye devam ediyordu. Bir an önce yumurtayı bitirip, bir bardak sallama çay içip dışarı çıkmalıyım dedim. Şişman kediyi aşağıda gördüm. Diğer kedilerin arasındaydı. Şişman kedi nasıl utanmadan diğer kedilerin arasına karışabiliyorsa, sen de karışmalısın diğer insanlarına arasına dedim kendi kendime. Kendi kendime konuşmak için bolca zamanı olan biri olduğumdan kendi kendime konuşmaları dert etmiyordum.
Sigarayı çakmağı beşinci çakışta yakabildim. Minibüse binecektim. Uzun zamandır minibüse binmediğim için gergindim. İnsanların arasında, toplu halde seyahat etme düşüncesine karşı değildim ama geriliyor, sıkılıyordum. Okul çıkış saatine denk gelmediğim için kendimi şanslı hissettim. Minibüsün içerisinde yaşlı üç kadın vardı sadece. Onların da oturdukları koltuk kenarlarında bavulları vardı. İskeleden feribota binecek olmalıydılar. Bir süre gençken var olan düşünceleriyle şimdiki düşünceleri arasında nasıl bağ kurduklarını düşündüm. Bu konu da insanlara hayret ettiğim, hatta hayran kaldığım anları düşündüm. Hayret ve hayranlık, peh; iki ucu boklu değnek! Kendi yapamadığını hayatının bir zamanı yapmış ya da yapmakta olan insanlara karşı duyulan hayranlığın altında yatan en temel etken o nesne yerinde olma arzusu değil midir? Bunu aşabildiğim için sevinmedim. Aşamadım. Daha doğrusu birilerine hayretle hayranlık beslemek yerine, hiçbir şey hissetmemek duygusunu belirgin hale getirttim. Böylece hissedilen ruhsal bir acının dermanını başka bir hemcinsimin varlığında bulmanın mantıksızlığını kavramış oldum. Aklıma siyah, şişman kedi geldi. Hemcinsleri arasında mantıklı bir tırmalama mı arıyordu? Derileri daha kalın aslan akrabaları içinde aynı mantık geçerli miydi? İşte benim hemcinslerim; Erkekler, kadınlar, yaşlılar, çocuklar… Burada hiçbir şey değişmiyor. Gideceğim yere varmak için tekrar bir minibüse binmem gerekiyordu. Bindim. En arka uzun koltuğun sol başköşesine geçtim. Yanıma oturacak biri varsa da, zayıf olmasını tercih ederdim. Mucize eseri varacağım yere kadar kimse yanıma gelip de oturmadı.
Ne isim vardı ne de başka bir şey! Tabelasız bir mekânın var olduğuna inanmak istemez insanlar. Ben buranın varlığına inanıyorum. Ahşaptan, içine girdiğimde dertlerimi dışarıda bıraktığımı düşündüğüm küçücük bir yer. ‘Muharrem abi yok muydu?’ ‘İstanbul’a gitti sabah.’ Devam etmedik. Muharrem abi burada olsa akşam yemeğine kalmam için ısrar edebilirdi. Belki de etmezdi. Etse de etmese de ben buraya geldiğim için huzurluydum. Annemin kışın çıkardığı battaniyelere benziyordu buradan denize bakmak. O battaniyelerden birinin üzerinde geyik figürü vardı. Diğerinde canavara benzettiğim ve bakarken korktuğum bir canlı vardı. Hangi insan böyle bir figürü battaniye işler ki diye düşünüyordum. Yine de merak ediyordum. Bakmak istiyordum. Bakıp, aklımca o canavara isimler vermek istiyordum. Bazen cinlerin efendisi oluyordu. Oraya gelip, erimiş ve battaniyenin içerisinden bana bakıyordu. Evde hiç kimsenin umurunda değildi. Ne de olsa babanın çeyizinde olan bir şeydi, değerliydi. Yarım asır kullanılmalıydı, belki daha fazla! Ne fark eder yılların çoğalıp, bir şeyleri eskitme arzusu beslemesi? Hiç de eskimediğini ben iddia edebiliyordum. Muharrem abi yoktu. Deniz sakindi. Çay güzeldi. Duvardaki resmin çerçevesi güzeldi. Resimdeki deniz bu denizdi. Karşıda duran, köpüren dalgalarıyla hiçbir yere gitmeyen denizdi. Şu küçük masada gece geç saatlere kadar oturan ve gözkapakları ağrıyana kadar konuşan, insanlığımızın kokusunun yenileneceği güne kadar duran bizdik. Muharrem abinin komşu çocuğu olduğuna kendimi inandırdığım genç ‘çayını yenileyeyim mi abi’ dedi. Başımı sallayarak ‘yok’ dedim, sonra da sesli olarak ‘sağ olasın’ dedim. Paketi masanın üstünden alıp, bir sigara çıkarıp dudaklarımın arasına alınca gelen sesle irkildim. Masada duran laptop bilgisayardan şarkı açılmıştı. Muhabbet etmediğim gibi, sessizliği bölen tek hareketim sigarayı yakarken elimde tuttuğum çakmak oluyordu. Muharrem abinin komşu çocuğu olduğuna kendimi inandırdığım genç bilgisayarla uğraşıyordu. ‘Fedon sever misin abi’ dedi. Sevmeseydim bile çoktan tıklanmış ve çalan bir şarkının kulaklarımı titreten müziğiyle rahatsız olduğumu fark ettim. Huzuru bozuyordu bu şarkı. Ne gerek vardı, şurada sessiz sedasız anılarımızı düşünürken, gözlerimizin önüne getirmeye ne gerek var dedim. ‘Seninle olamaz biliyordum. Bile bile seni seviyordum. Yollarımız bir değildi seziyordum. Şimdi neden, neden canım bu özlem?’ Ş harfi uzadı, çekildi, şurada durdu. Gözlerini kapadı. Yer yer açtı. Ellerini şuraya koydu. Muharrem abinin astığı şu resme dokundu uzun uzun elleri. Elleri uzun uzun dokundu.
İntikam nedir ki? Şimdi bu tablodan kimin intikamını alıyorum? İntikamı aldıktan sonra kurban iyi gözükmeye başlıyor. Masum ve aciz. Ne kadar basit ve kalitesiz bir kâğıtmış oysa! Renkler de ucuz boyaya emanet edilmiş. Gerçek denizle ne alakası olabilirdi ki zaten! Mitolojiyi var etmeli yeniden ama değişmiyor Erinyo’nun önceliği. İyiliğin felaketi olan merhameti ben gösteremiyorum. Bir yıldan fazladır buraya da uğramamıştım zaten. Neden birden kafama attı da, evden çıkıp buraya geldim ki? Minibüsle geldim hem de. Bir de eve dönmesi var tekrar. Ya resim için nasıl bir maruzatım olabilir? Neden parçalayıp, denize fırlattım ki? Çocuk da arkamdan koştu. ‘Abi ne yapıyorsun, ne yaptın tabloya ya, Muharrem abi onu özellikle…’ Sus be, biliyoruz ne kadar değer verdiğini o tabloya. Fakat bende var olan değeri kadar değerli değildir onun yanında. Onun elleri diyorum, o elleriyle bu tabloya dokundu uzun uzun. Kapat şu şarkıyı. Kapatır mısın? Replay yapmış bir de, batarya bitene kadar aynı şarkı mı çalacaktı?
Herkes yalancı. Özgürlük adına attığımız şu çığlıklar ya da intikam duygularımız da yalan. Birazdan kanımın şişesini de şu kayalıkların orada kıracağım. Esirler topluluğu. İyi günlere uyan yurdum. Avrupa, kaç asırlık canın kaldı artık senin? Ya daha uzaklar, Batı, daha batı, Amerika, dünya gücü, sevgili yeşil yüz; senin gücün var mı? İşte sizin zaferiniz. Bir başkasının özgürlüğünü alıp, özgürlüğe inanıyorsunuz. İntikam yeşeriyor. Bizim için sakıncalı bir özgürlük bu. Muharrem abi, çok fazla gazete okuyorsun. Orada durunca seni kıskanmıyorum. Asla. Tüm suçları sana atınca da rahatlayabiliyorum. Ya da sen bir şeye inandırırsan herkes sana inanabilir. Yalancılar çağı. Saldırın tüm doğrulara. Yıkın ortalığı. Estetiğin perdelerinden asılıp, içeriyi toz içerisinde bıraktınız. Ellerinizle, düşüncelerinizle, sözlerinizle yıktınız. Kendi hiçliğime karşına tutsaklık hali, çıkıp buradan gitmeli. Uzaklaşmalı. Ona nasıl dur demeliyim? Zayıfım. Kendimi onun yanında hissetmemek için zorluyorum. İştahını yitirmiş hiçliğin bilgisi neyi yıkabilir artık? Hadi, vur, şu camları da indirelim. Kulağında pamuk unutmuş yaşlı bir adam kasıntısı şu zaman denen şey. Mühlet. Evet, biraz daha. Sonra her şey bitecek. Rüzgâr mesela. Esecek, gürleyecek bir dal kalmayacak. Yalnız bir dünyaya çokta bağlanmamalı.
Aslında vaazında yasak olduğunu şeyden gizli bir zevk alan ama topluluğun karşısında bunu gizleyen, yeri geldi mi hamaset yapan biri gibiyim. Neyin ve hangi zamanın özgürlüğü ya da intikamı? Doğruyu söyle; kökünü kazımak istediğin ne? İşte yüzyılın mezarlığı, artık yaşamayanlar ve burada olmayanlar… Bu çağın olmazlığı onlar da oluyor, iyiler, yaşamıyorlar, bizimle aynı intikam ya da özgürlük duygusunu beslemiyorlar. Tevazu gösterip, buradan hünerli bir intikam alıyorum. Düşünüyorum. alçaklığım ve kötülüğüm kelimelerimin ve dahası hala bakmakta olduğum yer de saklı. Tercihlerim intikam arzusunun artmasını mı yoksa özgürlük ateşinin daha canlı yanmasını mı arzuluyor? Kelimelerimin uykusunun yayıldığı zamanda mühlet edilmiş şeytanla karşılaşıyorum. İşte acı çekiyor. Sonsuzluğun yaratıcısının zaman verdiği bir memur o. Aldatıyor arka sırada. Aldanıyor. Biliyor, farkında her şeyin. Yükselmeyecek. Şefi ona itimadı sadece verdiği mühletle sınırlıyor. Mühletine sadık bir şeytanın bile acı çekip, yaşananları unutma adına daha fazla fenalık arzuladığı bir çağda seni seviyorum. Acıyla, ıstırapla dolu şeytan varlığını unutmak için daha acayip fenalıklara, cinayetlere sebep oluyor.
Gece Şule’den mesaj geliyor. ‘Ne işin vardı orada? Neden zarar verdin etrafa?’ Benim yıkımım da bu, mahvetmek istediğim bu, unutmayı arzuladığım varlık bu; diyemiyorum.
YORUMLAR
Zavallı Şule ...
''Aslında vaazında yasak olduğunu şeyden gizli bir zevk alan ama topluluğun karşısında bunu gizleyen, yeri geldi mi hamaset yapan biri gibiyim. ''
Hımm evet bence de..
Tabloya yazık oldu be ... Git bir çakmak al bari... Bahane arama kavgaya ... Yada Caz dinle Caz...
Okumadım ki..Tipim ya ondan...
birinci cümleden başlıyorum...evet burda kendimi görür gibi oluyorum resmen...bu haksızlık...kusurlarımı gözüme böyle parmağınla sokman hiç gerekmiyordu..
bi arkadaşımın lafı aklıma geldi şimdi...bi evin temiz olduğunu mutfak ve banyosundan anlarsınız demişti...yani ben hangi birini anlatim şimdi bi tek mutfak banyo olsa iyi her taraf batmış arkadaş...önce neresinden başlim diye akla karayı seçiyorum...ama yağı donmuş tencereye çaylı suyu döküp yıkamak nasıl bir manyaklıktır¿ diyorum içimden fakat sempati duyarak söylüyorum bu cümleyi yadırgadığımdan falan değil...hatta daha önceden nasıl düşünemedim ki:))
p.s: sabah uyandım buz gibi hava...yerler don tutmuş...soğuk yüzünüzü-elinizi kesiyor resmen...bu kışın insana verdiği ağırlık; yok üst üste giydiğin kazakmış hırkaymış, yok şalı beresiymiş, çift çorapmış ya da thermo iç giysilermiş vesaire bildiğin işkence...
bu sabah uyandım anneme gitmek istedim...işe değil...sıcak bi çorba...ayranlı çorbayı mercimek çorbasından daha çok severim...ocağın dumanı tütsün...babam da çay demlesin..ben onları doya doya seyredim...kaç bin kilometrelik asfaltlı yolların taşlarını boğazıma tek tek dizmişler sanki...yutkunamıyorum...çift battaniyeye sarılıp uyumak istiyorum...en iyisi uyumak...gözlerim düşüyor hem uykum var hem de boynumun altında taş kesilen şu yastık...
p.s: binadan biri taşınıyor...merdiven boşluklarına gürültülerini-sesini asıp giden insanlar...birkaç güne kalmaz da matkapla delinecek duvarların çökülüşlerine ya da kendi çöküşümüze-çürümemize benzer duygulara tanıklık edeceğiz muhtemelen...şimdi de biri çaldığı ıslıkla sessizliğimizi bölmeye çalışıyor...çıkardıkları gürültüye bakılırsa yere sağlam basanlardan olmalılar...sırtında kim bilir kaç kilo ağırlık...kuş tüyü hafifliğini kim kaybetmiş ki biz de bulalım...beni oturduğum yerden şimdi bir vinç gelse kaldıramaz örneğin...o derece çakılmış vaziyetteyim...öyle bir ağırlık...boş vermişlik...sorma gitsin...