- 2059 Okunma
- 2 Yorum
- 0 Beğeni
Bir Ulu Çınarın Öyküsü
“Dayı, sizin 1946 Cilavuz (Kars’ın Susuz ilçesi) Köy Enstitüsü mezunu bir öğretmen olarak eğitim ordusuna katıldığınızı biliyorum. Mesleğe başladığınız yıllarda mevcut iktidardan yana bir korku, endişe duyuyor muydunuz?” Bu soruyu güneşli bir kasım günü ziyaretine gittiğim, doksanlı yıllarını yaşamaya başlayan dayıma yönelttim.
“Yeğen, biz korku, kaygı diye bir duygu taşımıyorduk. Özgüvenimiz doruklarda genç öğretmenlerdik. Hükümet eşittir devlet demekti o yıllarda. Biliyorsun tek parti ile yönetiliyorduk. Bizler devletimizin, cehalete, gericiliğe karşı açtığı amansız savaş için yetiştirilmiş irfan ordusunun erleriydik. Vatan savunmasını yapan askerimiz silah taşır, bizim silahımız kalem ve kitaptı. Ancak çok partili döneme geçtiğimiz ellili yıllardan itibaren iktidar partisini destekleyen muhtarlar ve köydeki bazı varsıl kişilerden eleştiriler almaya başladık. Çünkü biz katıksız memleket gerçeklerini savunuyorduk. Okulda, camide, düğünde, dernekte…”
Dayım, İzmit Körfezi’ne yamaçlarının bir mahallesin iki katlı müstakil evinin mütevazı bir dairesinde oturuyor. Her yıl zaman zaman evinde buluşur; yaşı neredeyse cumhuriyetin yaşına denk bu ulu çınardan yaşam dersi almaya çalışırım. Yarenlik ederiz. Dünya tatlısı yengem sohbetimize eşlik eder, zamanın nasıl geçtiğinin fark etmezdik. Hele güneşli günlerde balkonda oturup kirli de olsa körfezin sularını, karşılarda yeşillikler içinde Karamürsel taraflarının yamaçlarını seyretmekle ruhum huzur bulurdu. Benim için dayım; “İyice yaklaş bana, sen rahmetli eniştemin ve ablamın yadigârısın…” der.
Dayım, altmışlı yılların sonunda köyümüzde ikinci kez çalışırken Kocaeli’ne atandı. O’nu bir yaz başı tüm köylülerimizle birlikte uğurladık. Tanımsız bir hüzün yaşadık ailece. Varlığı bile bize güven verirdi. Köyde bir gurup erkeğin arasında sohbet ederken, düğünlerde halay başı çekip oyun oynarken O’nu görmekle mutlu olur, kendimi daha bir güven içinde hissederdim çocuk kalbimle.
O, babamların, halamların bilumum benden önceki kuşak arasından hayatta kalan tek efsanedir. Başta annem-babam olmak üzere amca-hala, dayı-teyze tüm büyüklerim yaşamıyor artık. Bir sohbetimiz sırasında en büyük amcamla yaptığım bir konuşmayı anlattım dayıma. Amcam da ülke yaş ortalamasına göre uzun yaşamıştır. Bir kez, neredeyse yüz yaşına merdiven dayayan; köyümüzde koşulsuz, herkes tarafından sevilen ve saygı gören büyük amcama sormuştum, “Amca, köyümüzün yaşayan en yaşlı insanları arasındasınız. 1925 yılında askerlik yaptığınızı anlatmıştınız. Ömür denen insan yaşamı hakkında ne düşünüyorsunuz?”
Amcam, daha ilkokula başlamadığım yıllarda Arapça metinlerden bana peygamberimizin savaşlarını okumuştu. Hz. Hamza’nın şehit ediliş bölümünü okurken beyaz sakalından inci gibi yaşlar akıttığını hala anımsarım. Gariptir. Yirmili yıllarda özellikle köylerde açılan Millet Mekteplerine devam etmiş. Bir ilkokul öğrenci düzeyinde de yeni harflerle yazılı metinleri okurdu. Öykümüzü fazlaca dallandırmadan amcamın cevabına dönelim.
“ Sevgili yeğenim, biliyorum, uzun yaşadım. Hayat dediğin ne ki, göz açıp kapayıncaya kadar geçen bir süre, çok kısa. Yıllar nasıl geçti hiç farkında değilim dersem yeridir. Şimdi fiziksel acılar çekiyorum. Yaşamdan doydum. Artık ölmek istiyorum…” Demişti. Yetmişli yaşlarının sonuna yaklaşan dayımın yaşam konusunda neler düşündüğünü öğrenmek istedim. Dayım:
“Yeğenim, amcan Osman ağabeyi çok severim. Fakat O’nun gibi düşünmüyorum. Hayatı, yaşamayı seviyorum. Yengen bana Tanrının nasip ettiği bir güzel armağandır. Evlilik birazda şans işidir. Ruhunla da bütünleştiğin bir kadınla evlenirsen cenneti yaşarsın. Yengenle hep güzellikler içinde yaşadık. Yaşıyorum. Bir kızımı daha gonca iken, bir oğlumu da ortaokula başladığı yıl kara topraklar aldı. Biliyorsun iki güzel kızım ve üç tanede oğlum var şimdi. Yaşamak ölmek yazgımızda var. Nasıl ki, çocuğumuz doğarken seviniyoruz. Kaybettiklerimize de elbette üzülüyoruz. Bu olguların hepsi bizler için. Ölen çocuklarıma üzüldüm. Lakin yaşama ümidimi hiç kaybetmedim. Sülalemizde Molla Faik Efendi, 105 yaşında dünyasını değiştirdi. Ben de en az O’nun kadar yaşayacağım.” İşte böylesine yaşamayı seven dayım, 91 yaşının ihtiyarlık günlerini yaşıyor son görüştüğümde…
Sevgili yengemizi birkaç yıl önce kaybettik. Yalnız olmanın insan ruhunda oluşturduğu dayanılmaz sessizliği içinde olsa bile O yıkılmaz çınar hala gülmesini unutmamıştı. Sohbetimiz güzeldi. Benim için birer hazine değeri olan anılarından kesitler sundu. Biz öğretmenler, konuşmayı çok severiz. Bazen de konuşma kurallarını unutur sohbet anında müsaade almadan sözün arasına gireriz. Aynı müzmin rahatsızlık ben de var. Fakat dayımın yanında susar, adeta kulak olur O’nun çoğu özdeyiş değerindeki tatlı anlatımlarını dinlerim. Kıpır kıpır, tez canlı ve heyecanlı yapısıyla şiir gibi konuşur. Ne kadar uzun anlatsa bile O’nu, tarih kokan anlatılarını dinlemekten hep zevk almışımdır…
“Yeğenim, bilmeni isterim sen de bir öğretmensin. Şu sözleri söylemezsem, senin gibi bizden sonraki kuşak öğretmenlere, kendimde eksiklik hissederim. Toplumun karşısına köylü olsun kentli olsun hiç fark etmez, temiz ve düzgün kıyafetle çıkacaksın. Her gün tıraş olacaksın. Her yaş gurubuyla sohbet edeceksin. Fakat senden yaşlı olanların arasında daha çok bulunmaya özen göstermelisin. Konuşurken kendinden emin, ses tonunu iyice ayarlayarak konuşmalısın. İnsanların hep içinde olmalı onların sorunlarına çözüm yolları önermesisin. Şunu da unutma, her ne kadar insanların arasında olsan bile araya bir mesafe koymalısın. Hep ölçülü olmaya dikkat etmelisin.”
Annem, dedemin, mucizevi bir biçimde, güneşli bir mayıs günü hasta yatağından kalkıp bir anda evin balkonuna çıktığını ve boy atmış yemyeşil buğday tarlalarına, karşıki dağlara bakarak, “Elveda yalancı dünya. Senden ayrılıyorum…”diyerek hasta yatağına dönüp biraz sonra da sessizce can teslim ettiğini anlatırdı. Dedem, arkada beş erkek, iki kız evladını yetim bırakarak dünyasını değiştirmiş. Ninem, yalnız başına çocuklarını, kargalardan civcivlerini kanatlarının altına alarak koruyan köy tavuklar örneği beş çocuğuna kanat germiş, büyütmüş. Dayım babasını çok az anımsıyor. Yoksulluk ve yetimliğin en aşılmaz yalçın kayalar kadar sert ve katı olduğu o acı yıllarda öğretmen olma yolunu nasıl keşfettiğini de öğrenmek istemiştim dayımdan.
“Henüz beş yıllık olan ilkokulu yeni bitirmiş on beş yaşında çocuktum. Hasat zamanı benden büyük iki ağabeyime yardım ediyor, diğer zamanlarda sığırtmaçlık yapıyordum. İlçede işlerini bitirip köye dönem muhtar amcamız bir haber getirdi. Kars’ta yeni bir okul açılmış. Öğretmen okulu. Köy çocuklarından köylere öğretmen yetiştirecekmişler bu okulda. Haberi anneme anlattım. Uzun hikâye. Ertesi günü ilçeye gittim. Bu haberi benim gibi duyanlar olmuş. Daha sonra unutulmaz dostluklar kurduğum çocuklarla gerekli işlemleri yapıp Kars’ın yolunu tuttuk. Kilometrelerce yolları yıllarca yayan yürüdük. O zamanın koşulları içinde devletimize beklediğimizden de fazla itina gösteriyordu. Tabi okulun yatılı olduğunu söylememe gerek yok.”
Dayı, sizinle aynı yıllarda Cilavuz Köy Enstitüsünde okumuş; özellikle Köroğlu hikâyelerini derleyen yazar Ümit Kaftancıoğlu’nun bir öyküsünde okumuştum. Kaftancıoğlu Hanak köylerinden sizler gibi okula yayan giderken yüce dağlardan geçen yolu üzerinde çoban köpeklerinin saldırısına uğradığını, canını zorlukla kurtardığını anlatıyordu. Siz de yolculuklarınız da böylesi tehlikeli olaylar yaşadınız mı? Bu sorumu şöyle yanıtlamıştı dayım.
“Kış ortası. O yıllarda kar bir yağar, ta mart sonunda ancak karalar, toprak görünürdü. Köyler, dağlar bembeyaz. Köyden okula döneceğim. Annem, Ardahan’a gidenlerle beraber yolcu etti beni günün ilk saatlerinde. Tipiye yakalanmadan dağları aşıp bin sekiz yüz metre rakımlı Ardahan’da vardık. Geceyi, bu buzlar ilçesinde geçirdik. Vasıta yok o yıllarda Kars’a doğru. Yayan yürüyen bir kafileye katıldım. Kafilede bir tanede asker var. Karlar üzerinde yürüyoruz. Kısa kış günü. Yolu bitirmek ne mümkün. Geceyi Hasköy’de konuksever bir vatandaşın evinde geçirdik. Sabahleyin yine erkenden yola çıktık. Hava bozdu. Kar yağmaya başladı. On altı yaşında karnı aç, çocuk denecek bir yaştayım. İyice üşüdüm. Kafileden ayrılmamaya çalışıyorum. Gözlerimde ışık kalmadı. Bir gölge gibi yürüyorum. O askerin bana yaptığı iyiliği ölünceye kadar unutamam. Bir asker paltosu giyiyordu. Cebinden mendil benzeri kalın bir bez parçası çıkardı. Pantolonumu sıyırıp o bez parçasını benim tenasül organlarıma sardı. Yatsıya doğru Cilavuz’a vardık. Asker beni okula teslim etti. El ve ayak parmaklarım donmak üzereydi. Eğer asker o iyiliği bana yapmamış olsaydı; inan yeğenim, çocuk sahibi olamazdım. Bana bir baba şefkati gösteren o güzel insanın ne adını ne adresini sormaya mecalim vardı.
Okulu zor şartlarda bitirip müdür olarak köyümüze atamdım. Yeğenim, o yıllar acı, yoksulluk yıllarıydı. İnsanların başlarında bit, ayaklarında çarık vardı. Çoğunun ikinci gömleği yoktu. Köyün doktoru, arzuhalcisi, dargınları barıştırıcısı, oğul evlendiren aileler yardım edip kale kapısı kız tarafını ikna edicisi… Ve okul müdürü bendim.”
Annem anlatırdı zaman zaman, “Kardeşim okulu bitirip köye döndüğü zaman taze fidan gibi bir delikanlı olmuştu.” Gerçekten dayım yakışıklıdır. Gözlerinin rengini yeşil derelerimizin renginden almıştır adeta. Ortadan biraz uzun boylu. Geniş omuzlu. Çıkık elmacık kemikleri ve yüz rengi ancak haziran sonlarında olgunlaşan kirazların rengi kadar kırmızı. Bir insan güzeli. O yıllarda köylerimizden dayımla aynı okuldan mezun olan öğretmenlerin çoğunu tanıma şansına sahip oldum. Onlar da duruşlarıyla, tavırlarıyla ve fiziki yapılarıyla dayım gibi farklı insanlardı. Köylerimizin karanlık gecelerine ışık oldular yıllarca. Nice donanımlı kuşaklar yetiştirdiler. Onlar hakkında taraflı-tarafsınız kişilerce nice övgü dolu sözler duydum:
Bir köylümüz anlatıyordu, “ Kazım Beyin okuttuğu çoğu çocuk Cilavuz giriş sınavını kazanıp öğretmen oldu…” Şimdi yetmiş yaşlarında, komşu köylümüz bir öğretmen ağabey şöyle demişti, “Kazım ağabey öğretmenlerim öğretmenidir.” Kırklı, ellili, altmış ve yetmişli yıllara damgasını vuran; eğitim-öğretim yaşamımızın canlı tanığı dayım ve O’nun gibi nice idealist duygularla yetişmiş Köy Enstitülü çıkışlı öğretmen tanıdım. Onlar tarih yazdılar. Halkımızın aydınlanmasında unutulmaz çabalar harcadılar. Egemenlerin önünde eğilip bükülmediler. İyiden, doğrudan yana oldular hep. Yine o yıllara ait gerek dayımdan dinlediğim ve O’nu tanıyanlarca hakkında anlatılan ne çok anekdotlar var. Anlatacağım onları bir bir.
Öyküm devam edecek.