- 1570 Okunma
- 2 Yorum
- 0 Beğeni
YÜREĞİNDEN ÖPERİM ÇOCUK,GÖZLERİNDEN...
“YÜREĞİNDEN ÖPÜYORUM ÇOCUK, GÖZLERİNDEN…”
Gecenin karanlığına karıştık belli ki. Yolun kenarındaki ufak taşlar tekerleğin dönüşünü azaltıyor, metreler kilometrelere dönüşüyor, yol upuzun bir ip gibi uzadıkça uzuyordu. Arka koltukta ihtimal ki yaşı olduğundan geçkin bir kadın dua ediyor, ön koltukta yaşlı bir adam kendi deyimiyle özü yorulmuş sözü nafile, dizlerini ovuyordu. Bu yol nereye gider diyordu bir türkü radyoda. Ovalara karışan otobüsün gürültüsü yan koltukta oturan babamı uyandırıyor, gözlüklerinin altında dinlenen yorgun kirpikleri ıslanıyordu. Ellerindeki çizgiler soğuktan çatlayan toprağa çalıyordu rengini.
Doğu’nun karlı dağları hüzünlü bir gelin gibi selamlıyordu gelenlerini. Gecenin sisi çöküyor buz tutmuş camlarına bulaştırıyordu griliğini. Parmak uçlarımla gayri ihtiyarı resimler çiziyordum hohlayıp. Gece nöbetini devrederken gün ışığına açtım gözlerimi. Yollar düzleşiyor, soğuk ayaza çeviren yüzüyle gösteriyordu kendini. Geçtiğimiz yollara izler bırakıyorduk. Bilmediğimiz türküler dinliyorduk. Öndeki ihtiyar işaret ederek yanındakine uzaklarda karla kaplı bir yeri gösteriyordu. Ünseli’den geçiyorduk. Düzleşen yollar tanıdık yüzleri koyuyordu önümüze. İlerde Yaşar Kemal’in hüzünlü çocukluğunu görüyordum. Onun memleketine gelmiş, onun çocukluğunun geçtiği hüzünlü toprak yollara gitti gözlerim. Bir tanıdıkla karşılaşmanın verdiği huzuru tadıyordum.
Hayatın başladığı o yer tam solumda kulaklarıma dek uzanan sesli gürültüsüyle yükseliyordu. Dilimden düşmeyen cümleyi yineliyordum içimden defalarca:
“Hayatlara dokunacağım…”
Yetişkinlerin hayal dünyalarının kendini tekrarlayan, kuralların içinde sıkışıp kalmış parçalardan ibaret olduğunu düşündüğümden beri çocuklara sığınıyorum. İçlerindeki koşulsuz sevgi bütün yorgunlukların, bezmişliklerin suyunu çekiyor gibiydi. Bunu anladığımdan ülkemin her toprağında yetişen çiçeklere ulaşmanın keyfini biliyorum ki ömrüm boyunca hiçbir şeyde bulamayacaktım. Bunun için onlara koştum.
Demir kapının sürgüsünü çeken meraklı gözlerle gelenleri süzen bakışlar arasında ilk öğrencilerimle tanışacaktım. İçimdeki o eşsiz fırtınanın beni sürüklediği merdivenlerde yol alırken gözlerimi mıhladığım söze baktım usulca;
“ Öğretmenler, yeni nesil sizin eseriniz olacaktır!”
Onlarca şey öğrenerek gelmiştim. Ne pahasına olursa olsun çantamda birkaç kitaptan yüreğimde sayısız umut dışında hiçbir beklentim olmadan; tutunacak dal yaratacaktım. Oysa avuç içlerime sayısız küçük el sığardı, gözbebeklerime binlerce yüz. Ben onlarca damlayı toprağıma sindirmeyi hayal etmiştim. Mavinin sayısız tonunu günün her saatinde bambaşka yüzüyle gösteren Van Gölü gibi.
Eserimi yazacaktım ve de yüzyıllar sonra bile bu topraklarda can bulacaktı. Her yeni başlangıçta olduğu gibi ilk günümde gözlerime bütün ışığı nasıl sığdırabildiğime şaşırıyorum. Meraklı onlarca göze nasıl bu kadar ulaşabildiğime. Kimileri merakını yansıtan sorular yöneltiyordu kimisi de avuç içlerine gülücüklerini saklıyordu. Onu en arka sırada üzerine bol gelen montun içinde mağrur, ağır ve de emin bakışlarla hatırlıyorum. Yüzüne tuhaf fakat başkalarına göstermediği bir gülücük kondurmuştu.
“Öğretmenim hoş geldiniz!” Ve de en misafirperver cümleyi o kurmuştu ilk. Bazen hayatı karmaşık rakamlardan, ne söylediğini anlamaya çalıştığımız cümlelerden ibaret sanıyoruz. En azından öyle sanıyordum kendimce. Hayalleri atlamıştık, onlar hayatı anlamlı kılan parçalardı. Onlara yazdırdığım öz geçmişlerini okurken fark etmiştim.
“Ben büyüyünce büyük adam olacağım öğretmenim. Annem iyileşsin diye çok çalışacağım. Dünyayı gezmek istiyorum, bir de uçaklara binmek.”
Hepsinin çok özel olduğunu düşünerek hala saklıyorum. Bazen açıp tekrar tekrar okurum. Çünkü her zaman büyükler öğretmez, küçüklerden de çok şey vardı öğreneceğimiz. Yazdıkları her cümlede bir önceki öğretmenlerini anlatırken anlamıştım ki öğretmenler birer ressamdı ve çizdikleri resimlerle bir gelecek yaratıyorlardı.
Kendimi hep iyi resim çizmek isteyen acemi ressamlara benzetiyordum. Yanlış çizgiler çizebilirdim sanıyordum, çünkü siler bir yenisini çizerdim yine. Fakat bu gerçek ressamların işiydi ve hayatlara dokunmak, yanlış bir çiziğe, acıtan bir kırığa, yeni bir denemeye şans tanımıyordu. Bir kalbe bırakılan iz silinse de arka sayfasına iz bırakabiliyordu. İnanmak bir hayatı kurtarabiliyordu, tebessüm binlercesini.
“Öğretmenin siz gülüyorsunuz ya, gül gibi oluyorsunuz.”
O zamana kadar çiçek türlerini çok da önemsemezdim. Sıradan renk cümbüşünden başka hiçbir anlam ifade etmiyordu. Fakat kurduğu cümledeki o ince ayrıntıyı ne zaman bir gül görsem hatırlıyorum.
Okuduğum onlarca kitap hayat acımasız olsa da umutlu olmayı, kaybetsek de kazanmak için sonuna dek uğraşmak gerektiğini anlatıyordu aslında. Benim tohumum umuttu. Benim toprağım yanakları rüzgara değse bile taşlaşmıyordu. Buna inanıyordum. Yanılmadım. En ağır soğuklar bile topraklarımı buz tutmaya, tohumları dondurmaya yetmedi. Kışın ortasında çiçek açtılar biliyor musunuz?
“Kardan adam yapacak kadar kar yağmış öğretmenim.”
“Kardan adam yapalım mı o halde?”
“Yapalım, yapalım! Ben atkımı takarım, şapkamı da veririm. Üşümez hem.”
Uzayan kış geceleri kendini dingin bir bahara bırakıyordu. Yaşadıkça, yaşadığı toprağa benziyordu insan. Alışıyordu, soğuyordu üstelik içindeki yabancı. Onlardan biri oluveriyordum. Paydos zili çalıyor, dağılan kalabalıklar arasında kardan adamı sardığı yeşile çalan atkısını boynuna dolamış el sallıyordu. El salladım. Yüzünde sayısız umut yeşerdi sandım, yanaklarında al al masumiyet oluşuyor sevinerek çıkış kapısına doğru koşuyor, uzaklaştıkça uçuyordu.
Yüzümdeki kışı da baharın gelişiyle terk ettim. Zira gülmek insanın baharıydı ve bulaşıcıydı üstelik. Onlarla gülmeyi öğreniyordum. Üstelik gülmenin de sayısız türü vardı, bilmiyordum. Eğer kahkaha atıyorsanız incitebiliyordunuz, sessizce ön dişlerinizi göstermeye gayret ederek baharı getiriyorsanız yüzünüze, sevindiriyordunuz. Onu da o masum gülüşüyle okulun bitişiğindeki civciv sürüsüne bakarken görmüştüm. Yanına yaklaşıp ona eşlik ettim.
“Çok mutlusun, yüzüne bahar gelmiş senin de.”
“Civcivlere baksanıza öğretmenim.”
“Ne var ki? Sıradan birkaç civciv. Çok sevimliler ama.”
“Şimdi bunlar bir tavuk olurlar ki, bir de yumurta verirler bir sürü. Kocaman bir çiftlik kuracaksın öğretmenim. Sonra da bir sürü civciv alacak büyüteceksin. Sonra da bir sürü yumurta ile…”
“Okuyup doktor olmak, mühendis olmak istemiyor musun?”
“Okuyacağım öğretmenim ama benim bir sürü tavuklarım olacak. Onları büyüteceğim. Sonra büyük bir kümes yapacağım onlara.”
Küçük şeylerden mutlu olmak gerek diyordum oysa. Küçük şeylerden hayatı yaşanacak hale getirmek gerek diyordum. Fakat büyük şeyler umduğumu düşündüm. Bir kuştan, bir sesten mutlu olabilmek gerekti. Bir tavuktan, bir kümesten.
Meraklı gözlerle bahçede nöbet tuttuğum sırada uzaklara bakıp sessizce düşünürken sordum:
Neden arkadaşlarınla oynamıyorsun?
Utanarak gözlerini kaçırdı.
“Yüzündeki çukurun adını biliyor musun?”
“Yüzümde çukur mu var öğretmenim?
“Evet, aynaya gülerken bak, hemen sol yanağında.”
Koridordan sınıfa giderken lavaboda aynaya bakan yansımasını gördüm. Başparmağıyla gamzesine dokunuyor ve gülerken dişlerini gösteriyordu. Kendini, gülüşünün içindeki derinliği ve gülmeyi keşfediyordu belli ki.
Ders ziliyle beraber masamın üstünde duran bir avuç cevizi fark ettiğimde çoktan yerine oturmuş önünde benim önüme koyduğu cevizlerden yiyordu.Gözlerimi kırparak gülümsedim. Önümdeki cevize baktım. Sonra tekrar ona. Tekrar gülerek, utangaç bir bakışla gözlerini kaçırdı. Bir tebessüm karşılığında bir avuç ceviz yine o sözün haklılığını gösteriyordu: Sevgi veriş alıştır, alışveriş değil!
Bunu birkaç kez tekrarladı. Onun getirdiğini biliyordum. Fakat sadece tebessüm ederek karşılık vermenin onu daha sevindireceğini düşünmüştüm. Karnesindeki tek zayıfa rağmen mahcup bir şekilde karne hediyesini açıp üzerinde sarı renkli bir araba resmi olan çorabın üzerinde parmaklarını gezdirdiği resmi aklıma çizip, asla unutmayacaktım.
Dünyanın neresine gidersem gideyim hiçbir elma o elmanın verdiği tadı vermeyecek, hiçbir ceviz o ceviz kadar taze, iştah açıcı olmayacak. O gün anlamıştım. Hiçbir sevgi böyle karşılıksız, çıkmayacaktı karşıma.
Uzaklar… Çok uzaklarda gibi. Fakat sadece birkaç kilometre ötede binlerce ışık. Gölün etrafında bir inci gibi sıralanmış. Işığın yükseldiği onca hayat. Hepsini çok merak ediyor, bir o kadar da kurguluyordum. Ocakta pişen kelodoşu bekleyen ev halkı geliyordu gözlerimin önüne. Sonra alev kızılı tavana vuran sobanın sıcaklığı.
Karlı bir kışın ortasında düştü yolum buralara. Soluk kesen rüzgârını tanıdım önce. Sonra cana can katan, yüzündeki çukura masum binlerce gülücük sığdırmış onlarca ışığı. Cehaletin belini bükecektim, farklılıkları bütünleştirecektim.
Anadolu’ya bahar getiren Aliye olacaktım birden. Sonra Tatarcık’ta Lale olup açacaktım Doğu Anadolu’nun eteklerinde. Her yere, bütün iklimlere umudu götüren Çalıkuşu olacaktım.
“Tebessümüyle kışı ısıtan çocuk, bahara neşe katan, yüreğinden öpüyorum, gözlerinden ki sen bahardan da sıcaktın.”
Çok şey biriktirmişim heybemde bir öğretmenin cümleleri yankılanır kulaklarımda :
“ Öğrettiğimi zannettiler, ben de öğretiyorum sanıyordum.
Oysa öğreniyordum. Bir öğretmenden fazlaydım ve oldukça eksik.”
“Çoğalacaktım; hayatlara dokunarak.”
NURAY KAÇAN
ERCİŞ İLÇE MİLLİ EĞİTİM MÜDÜRLÜĞÜ’NÜN DÜZENLEDİĞİ ANI YARIŞMASINDA BİRİNCİ SEÇİLEN BU ESERİM DOĞU’NUN TEMİZ YÜZLÜ ÇOCUKLARINA VE BÜTÜN DÜNYANIN EN GÜNAHSIZ, ŞÜPHESİZ ,KARŞILIKSIZ SEVEN KÜÇÜKLERİNE ADANMIŞTIR.
" Bütün güzel yürekli öğretmenlerim, günümüz kutlu olsun..."