- 1147 Okunma
- 3 Yorum
- 0 Beğeni
Mazlumun Ayak Sesleri
Nedendir bilmem. Bazen bir gülüş, bir dudak büküş alıp çocukluğuma götürür beni. Yarısı Fatsa’ da, yarısı İstanbul’ da kalan çocukluğuma. Doya doya yaşayamadığım çocukluğuma. Büyük bir yap boz sanki, bir türlü parçalarını yerine oturtamadığım. Ve ne zaman çocukluğumun İstanbul ayağına dokunsam, önce hep o tatlı kadın gelir gözümün önüne. Kıvırcık gümüş renkli saçları, tombul yanakları, pırıl pırıl zeka fışkıran gözleri, şen kahkahalarıyla. Huriye hanım. O benim kurtarıcım, kahramanım. O benim halam...
Temcit pilavı gibi ısıtıp ısıtıp ortaya koymayı sevmiyorum aynı şeyleri. Fakat şuna da değinmeden geçemeyeceğim. Halam, annemi razı ederek küçücükken beni alıp İstanbul’ a getirmeseydi; kesinlikle bu gün ben, bu ben olamazdım. Demem o ki: bazı insanların kader çizgimizde bıraktıkları izler derin. Doğumdan ölüme kadar, oynamakla yükümlü olduğumuz yaşam oyununda rolleri kısa olsa da etkileri büyük. İşte, benim halam da bunlardan sadece biri. Fakat eminim, en önemlilerinden biri.
Halamın evi Göztepe’ de. Harun Reşit okulunun önünden Merdiven Köye geniş bir cadde iner. O cadde şimdilerde e 5 karayolu üzerindeki Örnek mahalle köprüsüne bağlandı. Bizim sokak işte o caddeye bağlı. Çavuş Kuşu Sokağı. Öyle uzun gelirdi ki bana o zamanlar. Şimdi sanki daralmış, kısalmış. İki yanındaki geniş bahçeli köşkler, en fazlası iki katlı evler yıkılıp yerlerine 8-10 katlı apartmanlar dikilmiş. Sokağın başında beyaz bir köşk vardı. Sahipleri de halamın aile dostu. Hem de tavla arkadaşları. ’ciharüse / severler güzeli gencüse ’ tavla terimi ilk onlardan duymuş, ne gülmüştüm bir şey anlamasam da... Halam iyi oyuncuydu. Genellikle yenerdi. Pek gururlanırdım o zaman.
Evimiz bahçe içinde tek katlı, upuzun, şirin mi şirin bir ev. Sonra arka tarafa iki katlı ve daha büyüğünü yaptılar. Hele bahçesindeki ağaçlar... Yeni dünyadan at kestanesine kadar her şey var. Yazın, incirlerden bal damlar. Papaz eriği mi istersiniz can eriği mi?... Çiçekleri sormayın. Adeta yalancı cennet bu bahçe. Manolyadan fule, leylaktan güle... Sanki botanik bahçesi. Her pazartesi öğretmenime götürmem için bir buket çiçek derler halam bahçeden. Çiçeklerle ayrı ayrı ilgilenir, onlarla konuşur,sever. Ben de yanıbaşında. Birlikte ayıklarız güllerin yapraklarındaki bitleri... Bizim süs havuzumuz yok bahçemizde arkadaşım Işıl’ ların, Fatoş’larınki gibi. Olsun... Bizim bahçe yine de çok güzel...
Evin en küçüğü ben. Ekmek almaya ben giderim. Mahalle bakkalımız, sınıf arkadaşım Hadiye’ nin babası. Dükkânları da, evleri de bizim sokakta. Evlerinin bahçesinde fıstık çamları. Üstelik evimize de çok yakın. Arada izin verir halam Hadiye’ ye gitmeme. Ama fıstık çamlarıyla oynayıp ellerini üstünü kirletmek yok... Oldu mu şimdi?... Oraya kadar gidilir de hiç fıstık yenmez mi? Ama hafta sonları Merdiven köy’ deki fırına giderim ben. Orada çeşit çok, hem de sıcacık ekmekler. Bayılırım sıcak ekmek kokusuna. Hiçbir gün eve sağlam getiremedim ekmeklerin burnunu. Bende suç yok ki... Ekmekler burunsuz...
Bu sefer yüksek bir duvar ve bir salâ dertlerimi depreştirdi. Yine daldım çocukluğuma. Merdiven köy’ de bir tekke vardı o yıllarda. Yanlış okumadınız: tekke... Üç adam boyu da taş duvarları var bahçenin. Artık benim boyumda üç adamın mı boyu, normal boylu bir adamın mı boyu bilemem. Ama o zamanlar bana işte o kadar yüksek görünürdü o soğuk taş duvarlar. İçinde şato gibi kocaman bir bina; bodrum katı zindanmış güya. Suçlular cezalandırılırmış orada. Geceleri çığlıklar duyulurmuş rüzgârın çığlıklarına karışan... Tekkede zalim mi zalim bir dede yaşardı. Dede uzun beyaz sakallı, başı kocaman sarıklı, şişko bir adam. Boyu da dev gibi. Sesi çok ürkütücü. Gök gürültüne benziyor. Bacı denen ufak tefek kadın da galiba karısı. Ne zaman gitsek bacı onun yanında. Tekkeler kapatılıp müritler kalmayınca sebze yetiştirmeye başlamışlar dedeyle bacı, koskoca bahçede. Böylelikle tekkenin kapıları halka açılmış. Hayvanları da vardı mutlaka, çünkü süt alırdık onlardan her hafta.
Fırından öteye geçmek yasaktı bana. Hele tekkeye, asla ve kat a...Safinaz ablamla bir gittiğimde kocaman bir bostan kuyusu gördüm bahçede. Etrafında bir mağara adamı biteviye dönmede. Sordum ablama hayretle; bu ne? diye. Ablam: ’beygir yok dolabı çevirmeye, Ölünce almamışlar bir yenisini, Mazlum koşuluyor dolap beygiri yerine. Bostanlar sulanıyor böylece... ’ dedi.
O gece rüyamda hep Mazlum’u gördüm. Hem çok korktum, hem de üzüldüm, Ağlayan gözlerle yüzüme bakıyordu sanki:
’Ne olur beni kurtar! ’ der gibi...
’Daha küçüğüm, başaramam ’diyordum ben de...
Başımı gömüp göğsüne hıçkıra hıçkıra ağladım uyanınca. Yalvardım halama :
’Nooolur, sakın bir daha beni tekkeye gönderme.’
’Tamam bebeğim, korkuyorsan gitme... Ablana yoldaş ol, hem de gez diye gönderiyordum ben seni.’ Dedi halam.
Bir salâ verildi Merdiven köy Camiinde. Tekkenin dedesi ölmüştü işte. Allah biliyor ya sevindim belki de. Ne hakkı vardı Mazlum’a eziyet çektirmeye? Gizli kalmaz hiçbir şey, olay duyuldu Göztepe’ de. Bu beklenmedik ölüm dolaştı dilden dile:
Dedenin canı bir gün muhallebi çekmiş. Dede ister de bacı hiç olmaz mı dermiş. Pişirip muhallebiyi önüne koymuş. Çünkü dede muhallebiyi sıcak severmiş. İki üç kâseyi peş peşe mideye indirmiş. Zavallı Mazlum’u kimse aklına getirmemiş. Bir kâsecik muhallebiyi bile çok görmüşler garibe. Dede az sonra aniden ölüvermiş. Meğer pirinç unu yerine kullanılan, alçıdan başka bir şey değilmiş. Kâselerdeki donan alçılar bacıyı ele vermiş. Böylece Mazlum’un Allah’ı zalimin zulmünü bitirmiş...
Dedenin ölümünden bir süre sonraydı. Bir iftar vaktiydi. Mahallenin bütün çocukları sokakta, top atılmasını bekliyorduk sabırsızlıkla. Top atıldı, çocuklarda bir çığlık... neşe, sevinç. Herkes evine!... Ben de eve koştum. Kapıda bir tanrı misafiri... Az daha toslayacaktım acelemden nerdeyse. Şaşıracaksınız ama gelen, Mazlum’un ta kendisi. Hiç değişmemiş, tıpkı bir mağara adamı gibi. Bacı onu dedenin ölümünden sonra azat etmişti. Halam eve davet etti, girmedi, ’Ben dışarıda yerim’ gibi salladı kupkuru ellerini. Saçı sakalı birbirine karışmıştı. Tırnakları kartal gagası gibi kıvrılmıştı. Şimdi yaşasaydı görenler mutlaka tinerci derdi. Halam önce kaş göz etti bana, olmadı. Sonra seslendi, yine gitmedim. O, eşikte yemeğini yerken meraklı gözlerle ben de izliyordum. (Halamın beni ısrarla eve çağırmasının nedenini şimdi anlıyorum ancak.)
Avcuyla yiyordu yemeğini. Sağa sola endişeyle bakıyordu gözleri, Sanki bir şeylerden korkuyor gibiydi. Dede miydi hala korktuğu? Korktuğu acaba gelir miydi?... Yemek bitti, Mazlum kalktı gitti, Ayağına bol gelen ayakkabılarını sürükledi. Karanlık gecede kayboldu Mazlum. Onu bir daha hiç görmedim. Aradan çok uzun yıllar geçti. Mazlum’un ayak sesleri ne kulağımdan ne de yüreğimden hâlâ silinmedi.
* "Buz Tutan Ateş" adlı öykü kitabımdan. ’Tilki Kitap’
YORUMLAR
Ne güzel bir öyküydü böyle, dalıp gittim; ve bizim "Deli Selim" aklıma geldi. Sayfamda "Yalnız ölmek" adlı gerçek hayattan alınma öykümü bir kez daha okumam sebep oldu. Her köyde, her şehirde bir deli vardır fakat ben bunlara toplumun bilgineri diye anıyorum. Aslında onlar deli denilmesinin nedenleri tekdüze hayatta sıradışı halleri yaşarlar ve bize göre yalnız, dilenci, şarapçı diye algılanmaya neden oluyorlar. oysa ki onlar birer dahidirler.
Bu tür insanları bu hale getirenler de ne yazık ki kendini aşırı dinci sanan mahluklardır. Her yerde mazlumlar vardır fakat en çok ezilenler ne yazık ki Müslüman toplumlarda olur.
Yaşlılık ve kimsesizlik çok acıdır...
Teşekkürler hocam, sağolun efendim