- 1346 Okunma
- 0 Yorum
- 1 Beğeni
Tevfik Fikret-Mehmet Akif polemiği
Tevfik Fikret-Mehmet Akif polemiği
60 lı yılların sonlarıydı. Başbakanlık baş müsteşarı Munis Faik Ozansoy bir konuşmasında, Paris’de verdiği bir konferanstan bahsetmiş, orada, yenilikçi ve özgürlükçü şair Tevfik Fikret ile, muhafazakâr, İslamcı şair Mehmet Akif arasında olan kalem kavgasını anlattığını söylemişti. Daha sonra, bu Fikretçi ve Akifçi guruplar ayrımını tanımak istedim. Zaten Fikret’in “Fikri hür, irfanı hür, vicdanı hür bir şairim” mısrası lise yıllarında bende ona karşı bir hayranlık uyandırmıştı. Özgürlüğü bu kadar tekrarlamaktan daha hoş ne olabilirdi.
Zamanında, demokratik özgürlükçü şair Fikret’i milliyetsizlikle, dinsizlikle, Akif’i de yobazlıkla, mürtecilikle, devrim düşmanlığıyla suçlayanlar olmuştur. Her ikisi de Türkiye’yi seven onun mutluluğu için çırpınan yüreklerdi ama hedefe gidiş yolları farklıydı. Biri insan kardeşliğini savunurken, öteki din kardeşliğini savunmaktaydı. Fikret, Fransız devriminden itibaren gelişen, İhtilalın düşünürlerinin, cumhuriyetçi, demokratik özgürlükçü, her inanca eşit bakan batı uygarlığının ulaştığı başarıyı örnek alırken, Akif’in görüşü bin yıllık atalarının görüşü, İslamcılıktı.
Fikret, padişah Abdulhamid dönemi aleyhine yazdığı Sis ve Tarih-i Kadim şiirleriyle istibdat yönetimini yeriyor ve her dönemde yenilikçi gençler olduğu gibi, o dönemde de gençleri saltanata düşman etmekle suçlanıyordu.
SİS
Sarmış yine ufkunu bir inatçı duman,
bir beyaz karanlık ki gittikçe artan.
Ağırlığının altında silinmiş gibi cisimler,
bir tozlu yoğunluktan ibaret bütün resimler;
bir tozlu ve heybetli yoğunluk ki bakışlar
dikkatle nüfuz edemez derinliğine, korkar!
Lâkin sana lâyık bu derin kara örtü,
lâyık bu tesettür sana, ey zulümler meydanı!
Ey zulümler meydanı… Evet, ey parlak sahne,
ey facialarla donanmış muhteşem sahne!
Ey şatafatın, gösterişin beşiği, mezarı
Şarkın öteden beri alımlı sultanı;
Ey kanlı aşkları nefretle titremeden
besleyen, zevke, eğlenceye susamış göğüs;
Ey mavi kucağında Marmara’nın sularının
ölmüş gibi dalgın uyuyan zinde yığın;
Ey köhne Bizans, büyüleyen koca bunak,
ey bin kocadan arta kalan el değmemiş dul;
güzelliğinde henüz tazeliğin sihri belirgin,
hâlâ titrer üstüne seyreden bakışlar.
Hariçten, uzaktan açılan gözlere süzgün
gök mavisi gözlerinle ne munis görünürsün!
Munis, fakat en kirli kadınlar gibi munis;
üstünde coşan gözyaşlarının hepsine hissiz.
Kurulurken daha, bir hain el
yapına sanki lanetin zehirli suyunu katmış!
Hep ikiyüzlülüğün kiri, dalgalanır zerrelerinde,
bir zerre saflık bulamazsın içerinde.
Hep ikiyüzlülük kiri, kıskançlık kiri, yararlanma kiri;
yalnız bu… ve yalnız bundan çıkıp ayrılma ümidi.
Milyonla barındırdığın cetler arasından
kaç alın vardır çıkacak temiz, parlayan?
Örtün, evet, ey zulüm… Örtün, evet, ey şehir;
örtün ve sonsuza dek uyu, ey günahkar devir!..
Ey debdebeler, tantanalar, şanlar, alaylar;
katil kuleler, kaleli, zindanlı saraylar;
Ey hatıraların sağlam türbesi, ulu mabet;
ey mağrur sütunlar ki birer zincire vurulmuş dev,
mazileri geleceklere nakletmeye memur;
ey dişleri düşmüş, sırıtan sur kafilesi.
Ey kubbeler, ey şanlı dua yerleri;
ey ulu minareler, doğruluğun anıldığı yüce mevki,;
Ey damı çökük medreseler, mahkemecikler;
ey servilerin siyah gölgesinde birer yer
temin edebilmiş nice bin sabırla dilenen;
"Geçmişlere rahmet!" diyen mezar taşları.
Ey türbeler, ey her biri gürültülü bir anı
uyandırarak sessiz ve sakin yatan ecdat!
Ey tozun ve incir ağacının savaştığı eski sokaklar;
ey her açılan yıkığı bir olay sayıklayan viraneler,
ey kötülerin pusuda uyuduğu yer.
Ey kapkara damlarla yıkılmamış birer matemi
temsil eden sessiz, yıpranmış evler;
ey her biri bir leyleğin, bir çaylağın yerleştiği
gam görmüş ocaklar ki acıyla somurtmuş,
yıllarca zamandan beri, tütmek nedir… unutmuş!
Ey midelerin sıkıştırması zehri önünde
her alçaklığı yutan kurumuş ağızlar!
Ey üstün yaradılışa, en hazır ve yedirip içiren
bir kudrete ulaşmış iken aç, tembel ve kısır;
her nimet, her üstünlük, her bolluk sebebini
gökten dilenilen tevekkülle alçalma.. ikiyüzlülük!
Ey köpek bağırtıları, ey konuşma üstünlüğü ile seçkin olan
insanda şu nankörlüğü lanetleyen ses!
Ey faydasız gözyaşı, ey zehir gibi gülüş;
ey zayıflığın ve hüznün ifadesi, lanet okuyan bakış!
Ey efsaneler boşluğuna düşen hatıra: Namus;
ey mutluluk kapısına çıkan yol: el ayak öpme!
Ey silahlı korku ki zararının sonucu,
öksüz, dul ağızlardaki talih beklentisidir!
Ey şahsa dokunulmazlık ve hürriyete yakın
bir nefes alma hakkı veren efsane kanun!
Ey boş vaatler, ey sonsuz sürekli yalan,
ey mahkemelerden devamlı sürülen hak!
Ey kuşkularla saldırıyla acı çekmekten yorgun düşmüş
vicdanlara uzatılan dinleyen kulak;
ey dinleme korkusuyla kilitlenmiş ağızlar!
Ey sevimsiz ve hakir tutulan milli çaba;
Ey kılıç ve kalem, ey siyasi iki mahkûm;
ey fazilet ve edepten kısmet alan unutulmuş yüz!
Ey sakınma yüküyle iki kat gezmeye alışmış;
ileri gelenler ve taraftarlar, tanınmış koca bir kesim!
Ey öne eğilen baş ki ak pak, fakat iğrenç;
ey taze kadın, ey onu takibe koşan genç!
Ey acılı anne, ey küskün eş;
Ey kimsesiz, avare çocuklar… Hele sizler,
hele sizler…
Örtün, evet, ey zulüm… Örtün, evet, ey şehir;
örtün ve sonsuza dek uyu, ey günahkar devir!...
TEVFİK FİKRET
18 Şubat 1317 (3 Mart 1902)
Günümüz türkçesine uyarlayan: Sunar Yazıcıoğlu
Sis şiirinin orijinali:
SİS
Sarmış yine âfâkını bir dûd-i munannid,
bir zulmet-i beyzâ ki peyâpey mütezâyid.
Tazyîkının altında silinmiş gibi eşbâh,
bir tozlu kesâfetten ibâret bütün elvâh;
bir tozlu ve heybetli kesâfet ki nazarlar
dikkatle nüfûz eyleyemez gavrine, korkar!
Lâkin sana lâyık bu derin sürte-i muzlim,
lâyık bu tesettür sana, ey sahn-ı mezâlim!
Ey sahn-ı mezâlim…Evet, ey sahne-i garrâ,
Ey sahne-i zî-şâ’şaa-i hâile-pîrâ!
Ey şa’şaanın, kevkebenin mehdi, mezârı;
şarkın ezelî hâkime-i câzibedârı!
Ey kanlı mahabbetleri bî-lerziş-i nefret
perverde eden sîne-i meshûf-i sefâhet.
Ey Marmara’nın mâi der-âguşu içinde
ölmüş gibi dalgın uyuyan tûde-i zinde.
Ey köhne Bizans, ey koca fertût-i müsahhir,
ey bin kocadan arta kalan bîve-i bâkir;
hüsnünde henüz tâzeliğin sihri hüveydâ,
hâlâ titrer üstüne enzâr-ı temâşâ.
Hâricten, uzaktan açılan gözlere süzgün
çeşmân-ı kebûdunla ne mûnis görünürsün!
Mûnis, fakat en kirli kadınlar gibi mûnis;
üstünde coşan giryelerin hepsine bî-his.
Têsîs olunurken daha, bir dest-i hıyânet
bünyânına katmış gibi zehr-âbe-i lânet!
Hep levs-i riyâ dalgalanır zerrelerinde,
bir zerre-i safvet bulamazsın içerinde.
Hep levs-i riyâ, levs-i hased, levs-i teneffu’;
yalnız bu… ve yalnız bunun ümmîd-i tereffu’.
Milyonla barındırdığın ecsâd arasından
kaç nâsiye vardır çıkacak pâk u dirahşan?
Örtün, evet, ey hâile… Örtün, evet, ey şehr;
örtün ve müebbed uyu, ey fâcire-i dehr!..
Ey debdebeler, tantanalar, şanlar, alaylar;
kaatil kuleler, kal’alı zindanlı saraylar.
Ey dahme-i mersûs-i havâtır, ulu ma’bed;
ey gırre sütunlar ki birer dîyv-i mukayyed,
mâzîleri âtîlere nakletmeye me’mûr;
ey dişleri düşmüş, sırıtan kaafile-i sûr.
Ey kubbeler, ey şanlı mebânî-i münâcât;
ey doğruluğun mahmil-i ezkârı minârat.
Ey sakfı çökük medreseler, mahkemecikler;
ey servilerin zıll-ı siyâhında birer yer
têmîn edebilmiş nice bin sâil-i sâbir;
"Geçmişlere rahmet!" diyen elvâh-ı mekêbir.
Ey türbeler, ey herbiri pür-velvele bir yâd
iykâz ederek sâmit ü sâkin yatan ecdâd!
Ey ma’reke-i tîyn ü gubâr eski sokaklar,
ey her açılan rahnesi bir vak’a sayıklar
vîrâneler, ey mekmen-i pür-hâb-ı eşirrâ.
Ey kapkara damlarla birer mâtem-i ber-pâ
temsîl eden âsûde ve fersûde mesâkin;
ey her biri bir leyleğe, bir çaylağa mavtin
gam-dîde ocaklar ki merâretle somurtmuş,
yıllarca zamandan beri, tütmek ne…unutmuş!
Ey mi’delerin zehr-i takâzâsı önünde
her zilleti bel’eyleyen efvâh-ı kadîde!
Ey fazl-ı tabîatle en âmâde ve mün’im
bir fıtrata makrûn iken aç, âtıl ü âkim;
her ni’meti, her fazlı, her esbâb-ı rehâyi
gökten dilenen züll-i tevekkül ki.. mürâyi!
Ey savt-ı kilâb, ey şeref-i nutk ile mümtâz
insanda şu nankörlüğü tel’in eden âvâz!
Ey girye-i bî-fâide, ey hande-i zehrîn;
ey nâtıka-i acz ü elem, nazra-i nefrîn!
Ey cevf-i esâtîre düşen hâtıra: Nâmus;
ey kıble-i ikbâle çıkan yol: reh-i pâ-bûs!
Ey havf-i müsellâh, ki hasârâtına râci’,
öksüz, dul ağızlardaki her şekve-i tâli’!
Ey şahsa masûniyyet ü hürriyete makrûn
bir hakk-ı teneffüs veren efsâne-i kaanûn!
Ey va’d-i muhâl, ey ebedî kizb-i muhakkak,
ey mahkemelerden mütemâdî sürülen hak!
Ey savlet-i evhâm ile bî-tâb-ı tahassüs
vicdanlara temdîd edilen gûş-i tecessüs;
ey bîm-i tecessüsle kilitlenmiş ağızlar!
Ey gayret-i milliye ki mebgûz u muhakkar!
Ey seyf ü kalem, ey iki mahkûm-ı siyâsî;
ey behre-i fazl ü edeb, ey çehre-i mensî!
Ey bâr-ı hazerle iki kat gezmeye mê’lûf
eşrâf ü tevâbi’, koca bir unsûr-i ma’rûf!
Ey re’s-i fürûberde, ki akpak, fakat iğrenç;
ey taze kadın, ey onu ta’kîbe koşan genç!
Ey mâder-i hicranzede, ey hemser-i muğber;
ey kimsesiz, âvâre çocuklar… Hele sizler,
hele sizler…
Örtün, evet, ey hâile… Örtün, evet, ey şehr;
örtün ve müebbed uyu, ey fâcire-i dehr!...
Tevfik Fikret
18 Şubat 1317 (3 Mart 1902)
"Tevfik Fikret’i milliyetsizlik ve vatansızlıkla itham ederek daha I. Dünya Savaşı öncesinde saldıranlar, o dönemde Alman emperyalizmine, daha sonra da nazizme bağlılıklarını göstermişlerdir. Almanya İngiltere’ye karşı İslamcılığı, Rusya’ya karşı Turancılığı teşvik ediyordu… -Yurdum bütün dünyadır, ulusumsa bütün insanlık- diyen Fikret’e, aslında İttihat ve Terakki döneminde soygunculuklarına ve savaş kundakçılığına karşı çıktığı için bir kısım insanlar onu can düşmanı bildi; uğradığı saldırılar bununla da kalmadı. Ardından Sebil-ür Reşatçılar ve Mehmet Âkif sahneye çıktı.
Almanların davetiyle gittiği Almanya seyahatinin sonrasında Süleymaniye kürsüsünde verdiği vaazlarda, Mehmet Âkif, bazı yazarları ve Tevfik Fikret’i ağır bir dille suçluyordu. Fikret’in Allaha küfrettiğini söylüyor, onun Robert Kolejde öğretmenlik yapmasını çağrıştırarak,- biraz bol para ver, sonra Protestanlara zangoçluk eder- diyordu:"
Üdebânız hele gâyetle bayağı mahlûkat…
Halkı irşâd edecek öyle mi bunlar? Heyhât!
Kimi Garb´ın yalınız fuhşuna hasbî simsar;
Kimi, Îran malı der; köhne alır, hurda satar!
Eski dîvanlarınız dopdolu oğlanla şarab;
Biradan, fâhişeden başka nedir şi’r-i şebab?
Serserî: Hiç birinin mesleği yok meşrebi yok;
Feylesof hepsi; fakat pek çoğunun mektebi yok!
Şimdi Allah´a söver… Sonra biraz bol para ver.
Hiç utanmaz, Protestanlara zangoçluk eder!
Mehmet AKİF
Akif bunu söylerken dinsel doğmalara dayanıyordu:
" Zaten Tanzimatçı batıcıların Avrupa’nın sandığı medeniyet aslında Müslümanlardan alınmadır, çünkü onların Hıristiyanlığı bâtıl olduğundan, o bir uygarlık yaratamaz; ancak karanlık yaratabilir. Hıristiyanlar Müslümanlardan uygarlık almaya başladıktan sonra, karanlıklardan kurtulmaya, ilerlemeye başladılar. Yani batı uygarlığının kaynağı bizde. Şimdi ise biz Hıristiyanlardan uygarlık almağa kalkıyoruz. Biz, yalnız şeriatı uygulayan Osmanlı Müslümanlığının şeriatı uygulamamış olması yüzünden, sonra da Tanzimatta batılılaşma sevdasına düşüldüğünden kendimizi Hıristiyanlara esir ettik. Çare İslam uygarlığına dönmede, özellikle onun ruhu olan şeriatı yüzde yüz uygulamakta," denilmekteydi.
Demek ki bu alafranga İslâmcıların anladığı İslâmcılık Osmanlı, Türk, hatta Ortaçağ Müslümanlığı değil, Hazreti Ömer, hatta Peygamber zamanına kadar götürdükleri hayalî bir Müslümanlıktır. Onların sanısı zıddına, bu Müslümanlık tarihte hayatın her yanını kaplayan bir din olmaya kalktığı zaman, daima ilim ve fenne aykırı olmuştur. Mehmet Âkif bu İslâmcıların şair ve ideologlarındandır. Fikret ise yaşadığı devrin değil, gelecek olan bir devrin ideolojisini yapmaktadır.
“ Târih-i Kadim”e
ZEYL (ek)
Molla Sırat’a
Ben ki üç beş kuruşu tercihinden
Protestanlara “zangoçluk” eden
şairim… Yaldızlı kürsünün üstadına
İslam dininin şair yorumcusuna,
Hazret-i Molla Sırat’a edebî
saygılarımı takdim ile hiç
hiç tereddüt etmeden diyorum ki:
layık olduk, lütfettiği “zangoçluk” sıfatına.
Lakin üstadım sakın aldanma,
müslüman evladıyım ben de bir parça.
Bana anlatma o güzel dini;
bilirim ben de senin bildiğini.
Okudum ben de ahiret kitabını.
dinledim ben de ahiret hitabını
Ben de zatın gibi cami, cami,
dolaşıp Halik’a ettim rüku.
cennetin şevki ile meşgul hayalim;
cehennem korkusundan bıkmış yüreğim
ben de tırmandım ulu Tûbâ’ya.
ben de çıktım Mele-i Âlâ’ya.
Ben de âşıktım ezan nağmesine,
bir koşardım ki, o Allah sesine!
Ben de tespihle dua, oruçla namaz
heyhat! hepsini yaptım,. hepsini biraz..
Çünkü telkinlere aldanmıştım,
kandığım şeylere hep kanmıştım
Bilmeden, görmeden iman ettim,
Nefsimi dinime kurban ettim.
Sevdim Allah’ı da, peygamberi de;
o şeyler kaldı bugün hep geride.
Anladım çünkü hakikat başka;
başka yoldan varılırmış Hakk’a.
Saydığın harikalar, mucizeler
birer zekâ büyüsüdür ki, beşer,
duraklamadan açıyor sırlarını;
mucizeler ehli, unutmuş yarını.
aldatılmış, aldatmış o İsa, Musa;
köhne bir tılsımlı yalandır âsâ.
Beşerin böyle işaretleri var;
putunu kendi yapar, kendi tapar!...
Ara git kilisesini, gez Kabe’sini,
Dinle tekbîri, işit çan sesini,
göreceksin ki hepsi boştur;
umduğun, beklediğin şeyler yoktur.
Allah’ı gibi düzme şeytanı,
Buda’sı, Ehrimen’i, Yezdan’ı.
Topunun esası bir korkak vehim.
Gölgeler, gölgeler... Onlarda derin
bir karanlık sezerek çevrildim,
acı bir darbe yiyip devrildim.
Şimdi cenneti, nurları önemsemeden;
süzerim yaradılışı hayran hayran; ben
ne tapılacak, ne taptıracak bilirim;
Kendimi yaradılışa kul bilirim.
Gökte binlerce mescit görürüm,
orda vicdanımı secde ederken görürüm.
Bu secde işte benim itaatim;
bu ibadette geçer saatim.
Bu ibadette övüncüm ve sevincim;
bence, ben bir kayadan farklı değilim.
Bir minik kuşla biriz tapmakta;
ben de Allah’tan başka yoktur derim, ishak* da.
Doğruluk, ahde bağlılık, tevazu, muhabbet,
hayır, haysiyet, insaf, merhamet;
sonra bir şaire zangoç dememeli…
İşte bunlar vicdanımı hareketlendirdi .
Düşünüp yapmak ayinimdir;
yaşamak dini, benim dinimdir.
Müminim Varlığa imanım var;
her kanat bir melek yapar.
yaşarım peygamberlere duymam gerek,
beni Hakk’a götürecek: bir örümcek ...
Kitabım doğa sahnesi kitabı,
bendedir hayır ile şerrin sebebi.
Varırım böylece ben mezara dek,
ahirette dirilmeye mahal görmem pek.
taşırım sevecen kalbimi ölçüsünde,
beşerin aşkını da, kederini de.
hak dini bence bugün yaşam dinidir
ey Molla Sırât!..söyle, öyle değil midir?
Not:*ishak:ishak kuşu, küçük bir tür baykuş.
Tevfik Fikret
Günümüz Türkçesiyle açıklaması: Sunar Yazıcıoğlu
Şiirin orjinali:
“ Târih-i Kadim”e
ZEYL (ek)
Molla Sırât’a
Ben ki üç beş pulu tercihinden
Protestanlara zangoçluk eden
şâirim… Ziver-i kürsî-i yakîn
şair-i müctehîd-i din-i mübîn,
Hazret-i Molla Sırât’a edebî
ihtirâmâtımı takdîm ile bî-
bî-terddüd diyorum: “zangoçluk”
lutf-i tavsıfine şâyân olduk.
Lakin aldanma sakın üstâdım,
ben de bir parça muvahhid zâdım.
Bana anlatma o rağnâ dini;
bilirim ben de senin bildiğini.
Okudum ben de kitâb-ı gabi.
dinledim ben de hitâb-ı gaybi;
Ben de zâtın gibi câmiğ câmiğ,
dolaşıp Halik’a oldum râkiğ.
-Şevk-ı cennetle hayâlim meşgûl;
yüreğim havf-i cehennemle melûl-
ben de tırmandım ulu Tûbâ’ya.
ben de çıkdım Mele-i Ağlâ’ya.
Ben de âşıktım ezan nağmesine,
bir koşardım ki, o Allah sesine!
Ben de tesbîh ü düa savm ü salât,
hepsini hepsini yapdım, heyhât!...
Çünkü telkinlere aldanmışdım,
kandığım şeylere hep kanmışdım
Bilmeden, görmeden iymân etdim,
Nefsimi dînime kurbân etdim.
Sevdim Allâhı da, peygamberi de;
o alay kaldı bugün hep geride.
Anladım çünkü, hakıykat başka;
başka yoldan varılırmış Hakk’a.
Saydığın hârikalar, muğcizeler
birer efsûn-i zekâdır ki, beşer,
bî tevakkuf açıyor sırlarını;
muğcizât ehli unutmuş yarını.
Mugfel ü mugfil o İsa, Mûsâ;
köhne bir kizb-i mutalsamdır asâ.
Beşerin böyle delâletleri var;
putunu kendi yapar, kendi tapar!...
Ara git deyrini, gez Kağbe’sini,
Dinle tekbîri , işit çan sesini,
göreceksin ki bütün boşlukdur;
umduğun, beklediğin şey yokdur.
Düzme Allâh’ı gibi şeytânı,
Buda’sı, Ehrimen’i, Yezdân’ı.
Topunun mübdi’i bir vehm-i cebin.
Gölgeler, gölgeler...Onlarda derîn
bir karanlık sezerek çevrildim,
acı bir darbe yiyip devrildim.
Ve beynimden vurulmuş gibi devrildim.
Şimdi bî kayd-ı cinân u nîran;
süzerim fıtratı hayran- hayran.
Ben ne mağbûd, ne bûbid bilirim;
Kendimi hılkate âbid bilirim.
Gökte binlerce mesâcid görürüm,
orda vicdânımı sâcid görürüm.
Bu sücûd işte benim taâtım;
bu ibâdette geçer sââtım.
Bu ibâdette fahûr u hurrem;
beni ben bir kayadan fark edemem.
Bir minik kuşla biriz tapmakda;
ben de tehlil edrim, ishak da.
Doğruluk , hubb- ü vefâ, mahviyyet,
merhamet, hayr ü hammiyyet, nısfet;
sonra bir şaire zangoç dememek…
İşte vicdânıma bunlar mahrek.
Düşünüp işlemek âyinimdir;
yaşamak dini benim dînimdir.
Mü’minim Varlığa iymânım var;
her kanat bir melek eyler ikrâr.
Enbiyâdan yaşarım müstagnî
bir örümcek götürür Hakk’a beni...
Kitabım sahn-ı tabiat kitabı,
bendedir hayr ile şerr esbâbı.
Varırım böylece ben merkade dek,
bağs-i ukbâye mahal görmem pek.
Taşırım kalb-i şegaf peymâda,
beşerin aşkını, âlâmını da.
Dîn-i hak bence bugün dîn-i hayât;
sen ne dersin buna, ey Molla Sırât!..
TEVFİK FİKRET
TÂRİH-Î KADÎM (Eski tarih)
Beşerin köhne macerasından
bize efsaneler anlatan;
bizi, ölmüş atalarımızın
geçmişin boşluğunda bir siyah ve uzun
gece teşkil eden hayatından
ninniler uydurup uyutan;
bize en doğru, en güzel örnek,
diye geçmiş zamanı göstererek:
Gelecek günlerin geçen geceden
farkı yok, hükmü yok sanısı veren;
ve alnındaki altı bin yılık
buruşuklarla şüpheler karışık.
Başı, maziye yani rüyaya,
ayağı, ati denen heyulaya
sürünen bir deri bir kemik kalmış heykel… Onu bazen
durdurup nazarımda tiksinmeden
sorarım eski hatıralarından.
O bir feylesof, biraz sırtlan,
ve bütün kabalığıyla bir hortlak;
unutulmuş geceyi yoklayarak
boğuk, paslı bir dillilikle
bana başlar birer birer nakle
zamanların art arda gelen olaylarını:
Hep felâket, elem yığınlarını!
bir şanlı asker geçse her zaman,
daima geçtiği yola kan saçan
bir bulut gölge bırakır; mutlak
başta, en başta kanlı bir bayrak;
onu bir kanlı taç eder takip,
sonra kan dökenin tahrip vasıtaları:
Mızrak, yay, kılıç, topuz, balta,
mancınık, top, tüfek, sapan… Arada
kanlı âmirleriyle savaş süvarisi;
sonra artık alay alay köleler…
Mutlaka bir muzaffer, on mağlup;
çiğneyen haklı, çiğnenen hatalı.
Zora alkış, gurura secde: soyluluk
zayıflık ve aşağılıkla aynı.
Doğruluk dilde yok, dudaklarda;
hayır, ayaklarda, şer kucaklarda.
Bir hakikat: Hakikat zinciri;
bir belâgat: Belâgat kılıcı.
Hak güçlünün, yani kötünündür;
en açık öz söz: Ezmeyen ezilir!
Her şeref yapma, her saadet dolaşık;
her şeyin başı, sonu karma karışık.
Din şehit ister, gök ise kurban;
her zaman her tarafta kan, kan, kan!..
Söyler, inler, sayıklar; velhasıl
beşerin, anlatır ne yolda, nasıl
bu bozuk ömrü sürdüğünü;
görürüm kanların köpürdüğünü,
o iskeletin o dişlek ağzında,
sesinin zorlayan titremesinde
öyle ürküten bir inilti yankısı
işitir, öyle titrerim ki, yer,
sanırım lanetten titrer …
İndir, ey çekişme mahşeri indir
perdeleri, yürekler acısı sahnene!
Sönsün artık bu daimi fitne.
Hele sen, ey cılız gelenek,
yetişir çizdiğin siyah çizgiler!..
Biz sabah isteriz sabah; o uzun
geceler bollukta yaşayana hayır olsun!
Kimsin ey gölge, sen ki, çok içip
haksızlığa doğru acele edip!..
kanlı bir şeyle oynamış gibisin;
belli, düşmanısın hemcinsimin.
Kahramanlık… Esâsı kan, vahşet;
beldeler çiğne, ordular mahvet;
kes, kopar, kır, sürükle, ez, yak, yık;
ne, aman! bil, ne, ah! işit, ne, yazık!
Geçtiğin yer ölüm, elem dolsun;
ne ekinden eser, ne ot, ne yosun;
sönsün evler, sürünsün aileler;
kalmasın hırpalanmadık bir yer;
her ocak benzesin mezar taşına;
damlar insin yetimlerin başına…
Bu ne vicdansızlık, ayıp, ne utanç?
Yere geç gücünle ey serdar!
Her zafer bir harabe, bir mezar;
ey zapteden, utan şu mezarlıktan!
Yıkıl ey köhne bağımsızlık tahtı;
kahrının altında inliyor nesiller!
Parçalan ey yenik düşmüş taç,
şu yığınlarla sefil ve muhtaç,
hep senin, işte, hep senin eserin!
Gözyaşından yapılma incilerin
görsen artık nasıl yosunlanmış…
Size mazi ne hisle aldanmış?
Bilsem, ey kana susamış kargalar,
sizlerle dolu karanlıklar,
Fikre artık yeter tahakkümünüz;
yaşanır pek güzel üstünlüksüz.
Sizi tarih eder himaye, gidin,
gece dostudur şakilerin.
Ve yoklukta, yerin altında
boğulun sakladıklarınızla;
işte size en güzel müjde:
tasarlanan armağan gelecek devirlere;
işte hakiki hürriyet:
Ne savaşan, ne harp, ne istila;
ne saltanat, ne bahtsızlık, ne sataşma;
ne şikayet, ne de ezen istibdat;
ben benim, sen de sen, ne kul, ne hükümran!
O zaman ey hırlayan iskelet,
şimdi “cenk, ihtilal, anlaşma, çıkar …”
diye saydıkların meçhul kalır;
birer ucube ya da hayalet hikayesidir.
Yırtılır ey köhne kitap yarın
fikirlere mezar olan sahifelerin
fakat bunu kimden ümit edelim;
Bu yüce yaradılış evrimini kim,
hangi kuvvet üstlenecek.
Kâinatın sahibi… Evet gerçek.
Kâinatın sahibi olan tanrısal kuvvet,
o yaklaşılamayan suskun surat;
o fakat aslı hep bu kavgaların!...
Ey gökyüzü, ey selleri asırların,
şimdi sevilen baygın bir şarkı,
şimdi zindanda, tutsak bir kuru ses;
şimdi yanık ya da kıvrak bir nakarat
bir geniş “Oh!”, bir derin “Heyhat!”,
bir dua, bir kaside; şimdi sâkin,
şimdi sallaması inatçı bir yelin,
şimdi bir garip istek,
şimdi sabırsız bir başa kakma,
şimdi bir titreme, bir çan nağmesi,
şimdi bir davul ve kös inlemesi;
şimdi aczin sessiz ağlayışı;
şimdi kahrın kişneyen şükranı;
şimdi düzgün ve özlü bir hutbe,
şimdi mahcup, hasta bir yalvarış;
şimdi bir gülüş, şimdi bir yürek oynatan,
şimdi dehşetli bir haykırış olan
çalkalanmaların gürültüleriyle
inleyen boş kubbe söyle!...
Söyle sen her sedanın yankılandığı yersin,
şu yas feryadı içinde hangi ses,
yankısının üstünde yürüdüğü bilinen
ulu mevkiye yükselebilmiş
ve söyle hangi dua kabul edilmiş?
Ey İlahi gök!
Seni din büyüklerinden dinledim:
“Benzersiz ve noksansız,
“diri, canlı, yüce ve güçlü
“rızkı veren, istekleri gerçekleştiren,
“ezen ve cezalandıran, her şeyi bilen,
"görünen, sır olan her şeyi görüp işiten,
“çaresizlere yardım eden,
“kendi her yerde hazır ve nazır…”
Diye vasıflandırıyorlar. En parlak
vasfın “Ortağı yok” iken bak,
kaç ortağın var şu bataklıkta?
Hepsi cami hizmetlisi, güçlü ve gazap eden,
Hepsinin sıfatı “ortağı yok”,
hepsinin emirlere uyması, yasaklaması, saltanatı;
hepsinin gökten gelen ilhamı,
hepsinin güneşi, ayı, yıldızları,
hepsinin var bir görünmez tapılanı;
hepsinin var bir vaat edilmiş cenneti;
hepsinin bir varlığı, bir insan yönü,
hepsinin saygı duyduğu bir peygamberi
hepsinin cennetinde hurileri,
hepsi insanların cehenneminden gına getirmiş;
hepsi halkından istiyor, yenik
iki büklüm bir sabırla başı eğik…
Ben ki hepsinden şüphe ederim;
kime sorsam diyor ki “yok haberim”.
Kim bilir belki kuruntu hepsi;
belki aldatmak hayatın gereği?
Kim bilir, belki hepsi doğru da ben
kendi hissimin yanıltmasından
varı “yok” bilmek istedim, yoku “var”.
Şüphe… İşte suçlanmam bu, ne zarar?
Şüphe, bir nura doğru koşmaktır;
gerçeği aydınlatmak bilenler için haktır.
Kim bilir belki biri mevcut;
belki ahrette var… Fakat bu vücut
eseri olmakla yaratanın
niye olsun esiri bir cefanın,
Kim bilir belki aslımız toprak,
onu sıkıntılı bir çamur yapmak
ki gözenekleri kanla, yaşla dolu,
hangi hain tesadüfün işi bu?
Hem niçin yoktan eyleyip icat
sonra yokluğa gitmelerine yol açmak?
Bu kötü işi bir yaratan işlemez;
var eden mahveder, harap etmez!...
İşte en zorlu hasmın ey Yaratan,
seni Gök kubbende kızdıran,
bize vaktiyle öfkenin zehrinden
verdiğin bir yudum, odur bu yılan;
bileceksin bu hasmı elbet sen:
Şüphe!...En zalim, en güçlü düşman.
Bizi en çok aldatan belan,
yahut en gafilane yanıltan.
Bak bugün “hile, kurnazlık, sapma”,
seni var ettiklerinden uzaklaştırıyor;
üflüyor mabedindeki meşaleleri,
kırıyor elleriyle heykelini.
Ve bütün kudretinle felce uğratılan sen
çöküyorsun… Ne mahvolma burçlarında,
ne yıldırımlar, ne bir kızgın esinti,
ne cehennemlerinde bir galeyan;
ne bakışlar mateminden haberdar olan,
ne kulaklarda bir hazin çınlama…
Kopsa tabiattan bir zerre cismin,
duyulur hiç olmazsa bir yakınma. Sen
göçüyorsun da Gökyüzünde ve Yeryüzünde
yok tabiatta bir inilti bile.
Aksine her tarafta kahkahalar,
yalana ancak iki yüzlülük ve ahmaklık ağlar.
TEVFİK FİKRET
Günümüz türkçesine uyarlayan: Sunar Yazıcıoğlu
TÂRİH-Î KADÎM (şiirin aslı)
Beşerin köhne sergüzeştinden
bize efsâneler terennüm eden;
bizi, âbâ-i bîvücûdumuzun
cevf-i mâzîde bir siyah ve uzun
gece teşkil eden hayâtından
ninniler ihtirağ edip uyutan;
bize en doğru, en güzel örnek,
diye geçmiş zemânı göstererek:
Gelecek günlerin geçen geceden
farkı yok, hükmü yok zehâbı veren;
ve cebininde altı bin yılık
buruşuklarla şüpheler karışık.
Seri, mâzîye yağni rûyâye,
pâyı, âtî deen heyûlâye
sürünen heykel-i kadîd…Onu gâh
durdurub manzarımda bîikrah
sorarım eski hâtırâtından.
O bir feylesof, biraz sırtlan,
ve bütün gılzatiyle bir hortlak;
ley-i nisyân-ı yoklıyarak
muhtenik, paslı bir talâkatle
bana başlar birer birernakle
mütevâlî şüûn-i edvârı:
Hep felâket, elem yığıntıları!
Ne zaman geçse bir ketîbe-i şân,
dâimâ rehgüzâra hunefşan
bir bulut sâyebâr olur; mutlak
başda, en başda kanlı bir bayrak;
onu bir kanlı tâc eder tağkıyb,
sonra hûnîn vesâil-i tahrîb:
Mızrak, yay, kılıç, topuz, balta,
mancınık, top, tüfek, sapan…Arada
kanlı âmirleriyle cünd-i vegâ;
sonra artık alay alay üserâ…
Mutlakâ bir muzaffer, on mağlûb;
çiğniyen haklı, çiğnenen mağyûb.
Kahra alkış, gurûra secde: kerem
zağf u zilletle daimâ tev’em.
Doğruluk dilde yok, dudaklarda;
hayr ayaklarda, şerr kucaklarda.
Bir hakıykat: Hakıykat-ı zencir;
bir belâgat: Belâgat-i şemsîr.
Hakk kavînin demek şerîrindir;
en celî hikmet: Ezmiyen ezilir!
Her şeref yapma, her se’âdet piç;
her şeyin ibtidâsı, âhırı hiç.
Din şehîd ister, âsüman kurban;
her zaman her tarafda kan, kan, kan!..
Söyler, inler, sayıklar; elhâsıl
beşerin anlatır ne yolda, nasıl
bu sakâmetli ömrü sürdüğünü;
görürüm kanların köpürdüğünü,
o kadîdin o dişlek ağzında.
Sesinin kağr-ı ihtizâzında
öyle mûhiş bir in’ikâs-ı enîn
işitir, öyle titrerim ki, zemîn
sanırım lerzegir-i nefrîndir…
İndir, ey mahşer-i cidâl indir
perdeler, sahne-i fecâ’atine!
Sönsün artık bu daîmî fitne.
Hele sen, ey kâdîd-i an’anehâh,
yetişir çizdiğin hutût-ı siyah!..
Biz sabah isteriz sabah; o uzun
geceler nâ’imîne hayr olsun!
Kimsin ey gölge, sen ki, mest-i harâb
ediyorsun zalâme doğru şitâb!..
kanlı bir şeyle oynamış gibisin;
belli, hemnev’imin muharribisin.
Kahramanlık…Esâsı kan, vahşet;
beldeler çiğne, ordular mahvet;
kes, kopar, kır, sürükle, ez, yak, yık;
ne, aman! bil, ne, ah! işit, ne, yazık!
Geçdiğin yer ölüm, elem dolsun;
ne ekinden eser, ne ot, ne yosun;
sönsün evler, sürünsün âileler;
kalmasın hırpalanmadık bir yer;
her ocak benzesin mezar taşına;
damlar insin yetimlerin başına…
Bu ne vicdângüdaz şenî’a, ne âr?
Yere geç satvetinle ey serdâr!
Her zafer bir harâbe, bir medfen;
ey cihangir, utan şu makbereden!
Yıkıl ey köhne taht-ı istiklâl;
zîr-i kahrında inliyor ensâl!
Parçalan, ey şikestefer iklîl,
şu yığınlarla ihtiyâc-ı sefil
hep senin, işte hep senin eserin!
Göz yaşından yapılma incilerin
görsen artık nasıl yosunlanmış…
Size mâzî ne hisle aldanmış?
Bilsem, ey kargalar ki, âkil-i hûn,
her karanlık sizinledir meşhûn.
Fikre artık yeter tahakkümünüz;
yaşanır pek güzel tegallübsüz,
Sizi târih eder himâye, gidin,
Gece hemrâzıdır hayâdîdin.
Ve o matmûre-i tebâhîde
boğulun…İşte en güzel müjde
mutasavver dühûr-i âtiyeye;
işte hürriyet-i hakıykıyye:
Ne muhârib, ne harb ü istîlâ;
ne tasallut, ne saltanat, ne şekâ;
ne şikâyet, ne kahr-ı istibdâd;
ben benim, sen de sen, ne rabb, ne ibâd!
O zaman ey kadîd-i nahnahakâr,
şimdi “Ceng, ihtilâl, uhûd, uhûd, ızfâr…”
diye saydıkların kalır meçhûl;
birer uğcûbe, yâ hikâye-i gûl.
Yırtılır ey kitâb-ı köhne yarın
medfen-i fikr olan sahîfaların!
Bunu kimden fakat ümid edelim;
bu azıym inkılâb-ı hilkati kim,
hangi kuvvet te’ahhüd eyliyecek
Sâhib-i kâ’inat… Evet gerçek (!).
Sâhib-i kâ’inât olan ceberût,
o tekarrübşiken lîkâ-yı samût;
o fakat aslı hep bu kargaların!...
Ey semâ, ey süyûl-i ağsarın:
-şimdi mestâne bir sürûd-i heves,
şimdi zindangirifte bir kuru ses;
şimdi muhrik, ya şûh bir nakarât,
bir geniş “Oh!”, bir derin “Heyhât!”;
bir du’a bir kaside; şimdi halîm,
şimdi serkeş bir ihtizâz-ı nesîm;
şimdi bir şevke-i garîbâne,
şimdi bir levm-i nâşikîbâne,
şimdi bir lerze, nagme-i nâkûs,
şimdi bir sayha-i nakare vü kûs,
şimdi aczin sükût-i giryânı;
şimdi kahrın sahîl-i şükrânı;
şimdi bir hutbe-i cezîl ü vecîz,
şimdi şermende bir niyâz-ı marîz;
şimdi bir hande, şimdi bir hafakan,
şimdi dehşetli bir gurîniş olan-
mütelâtım tevelvülâtiyle
inliyen kubbe-i tehî söyle!..
Söyle sen her sadâye mağkessin,
şu hayâhay içine hangi sesin
aksi- fevkında iğtilâfermûd
olan- eyvân-ı Kibriyâya su’ûd ´
edebilmiş, ve söyle hangi du’â
müstecâb olmuş?... Ey İlâh-i semâ!
Seni âbâ-i dîn olanlardan
dinledim: “Bîşebîh ü bînoksan,
“hayy ü kayyûm ü kadir ü müte’âl,
“bâsıturrızk, vâhibülâmâl,
“kâhir ü müntakim, alîm ü habîr,
"zahir ü bâtın ü semi’ü basıyr,
“müstmendâne sahib-i nâsır,
“zâtı her yerde hâzır u nâzır…”
Diye vasf eyliyorlar. En parlak
sıfatın “Lâşerîkeleh!” ken bak,
şu bataklıkda kaç şerikin var?
Hepsi kayyûm ü kâdir ü kahhâr,
Hepsinin “ Lâşerîkeleh!” sıfatı,
hepsinin emr ü nehyi, saltanatı;
hepsinin bir sipihr-i ilhâmı,
hepsinin mihri, mâhı, ecrâmı;
hepsinin bir hafâ-yi mescûdu;
hepsinin bir behişt-i mev’ûdu;
hepsinin bir vücûdu, bir ademi,
hepsinin bir nebî-yi muhteremi;
hepsinin cennetinde hûriler,
hepsinin tuğme-i cahîmi beşer;
hepsi halkından istiyor, makhûr
iki büklüm bir inkıyâd-ı sabûr…
Ben ki, hepsinden iştibâh ederim;
kime sorsam diyor ki: “Yok haberim”.
Kim bilir, belki hepsi vehmiyyât;
belki aldanmak ihtiyâc-ı hayât?
Kim bilir, belki hepsi doğru da ben
bîhaber kendi sehv-i hissimden
varı “yok” bilmek istedim, yoku “var”.
İştibâh… İşte töhmetim, ne zarar?
Şüphe, bir nûra doğru koşmakdır;
hakkı tenvîr ukûl için hakdır.
Kim bilir belki, bir adem mevcûd;
belki ukbâ da var…Fakat bu vücûd,
sun’u olmakla sâni-i edebin
neye olsun esiri bin derdin?
Kim bilir belki aslımız toprak,
onu bir muztarip çamur yapmak
ki, mesâmâtı kanla, yaşla dolu,
hangi hain tesadüfün işi bu?
Hem niçin yokdan eyleyib iycâd
sonra vermek zevâle istiğdâd?
Bunu bir Hâlik irtikâb etmez!...
halkeden mahveder, harâb etmez!...
İşte en zorlu hasmın ey Hallâk,
seni Arş’inde eyliyen ihnâk,
bize vaktiyle zehr-i gayzından
verdiğin cür’adır, odur bu yılan;
bileceksin bu hasmı elbet sen:
Şüphe!... En zâlim, en kavî düşmen.
Bize en mugfilâne teslîtın,
yâhut en gafilâne taglîtın.
Bak bugün “hud’a, şeytanet, igvâ”,
seni mülkünden eyliyor iclâ;
üflüyor mağbedinde meş’alini,
kırıyor elleriyle heykelini.
Ve bütün kudretinle sen, meflûc
çöküyorsun…Ne in’idâm-ı bürûc,
ne savâ’ik, ne bir hübûb-i jiyan,
ne cehennemlerinde bir galeyân;
ne nazarlar habîri mâteminin,
en kulaklarda bir tanîn-i hazîn…
Kopsa bir zerre cism-i hilkatten,
duyulur bir tazallüm olsun. Sen
göçüyorsun da Arş ü Ferş’inle
yok tabî”atda bir inilti bile.
Bilakis her tarafda kahkahalar,
kizbe ancak riyâ ve humk ağlar!
Tevfik Fikret , 15 Nisan 1321
YORUMLAR
Henüz yorum yapılmamış.