Utangaç Gülüşler / 2
“Eski yar eski yara"
Uzun süre beklemiş, yeterince sıkılmış insanların yüz ifadesiyle bekliyordu onu, misafiri. Masasının yanındaki koltuğa oturmaktan çok ilişmiş gibiydi. Ellerini cebinden çıkarmadan, “Hoşgeldin,” dedi adam. Dalgalı kızıl saçlarının gözünün önüne inmiş kısmını asabi el hareketiyle geriye attı kadın. Odaya huzursuzluk yayan sesinden dökülen hoşbulduma pek benzemiyordu, duymadı. Duymadığının ne olduğunu önemsemedi de. Yerine oturup oturmamaya karar veremedi. Masanın arka tarafında ayakta bekledi.
-Burada mı konuşacağız, çıkalım mı, dedi misaifiri.
-Sen bilirsin, istersen dışarıda bir yerlerde....
O daha cümlesini bitirmeden, az önce benzeri hışımla girdiği kapıya ulaşmıştı kadın. Kapının önünde durdu. Bir şeyler söylemeye yeltenmiş ancak sesine hükmedemiyor gibiydi. Vazgeçti. Asansörün olduğu tarafa yöneldiğinde yorgun binanın koridorlarında öfkeli ökçe sesleri yankılanıyordu.
Nefesini tutup bırakanların rahatlamasına benzeyen rahatlıkla, kendini koltuğuna bıraktı. Bilgisayarın başlat tuşuna basarken elinde çayla odaya giren stajyer öğrenciye,
“Her sabah ilk işin bu zımbırtıları açmak, demedim mi ben sana,” diye çıkıştı. Kız, mahcupça gülümsemekle yetindi. Bir haftası dolmak üzereydi burada. Bir hafta daha dayanabilirdi pekala. Bilgisayarın ekranı aydınlanmadan yerinden kalktı adam.
-Soran olursa telefon geldi, çıktı dersin. Bir saate kadar dönerim ben.
-Peki abi.
Göz göze geldiler. Kızın yanakları kızardı. Kaç kere uyarmıştı adam. Bey olurdu, hanım olurdu, efendim olurdu; cinsiyetine göre bir şeyler olurdu insanlar burada. Kimse abi abla olmaz, olamazdı.
Kızın yüzündeki ifade yüreğini burkmuş, yanağından makas almak için elini uzatmıştı ki kız refleksle başını arkaya çekti. Görmezden geldi adam.
-Bir daha uyarmam, dedi yanından geçip, çıkarken.
“Geri zekalı” dedi çocuk arkasından.
Sevmediği, isimlendiremediği bir soğukluk vardı bu adamın bakışlarında.
“Bir hafta daha,” dedi kendi kendisine. “Ölmezsin, sık dişini.”
En yakında duran masanın üzerindeki bilgisayarın açış tuşuna sertçe bastı.
Koridorun diğer başındaki odadan neşeli kahkahalar yükseliyordu. Bir iki dakikalığına uğrasa mıydı? Hem, çıkması gerektiğini de söylerdi en yaşlıları olan adama. Ama yok, o cadı beklemez, kalkar gelir melirdi geri. Kim bilir ne zırvalayacaktı yine. Niye havalanmıştı öyle. Belki de çocuklar canını sıkmıştı yine. Son günlerde çocukların kendisinde kalmasına engel olmak şöyle dursun, neredeyse teşvik eder olmuştu kadın. Oysa tek silahı çocuklarıydı ve boşanmadan önce son ana kadar elini tetikten çektiği görülmemişti.
Gülüşmelerin yükseldiği odanın önünde geçerken durakladı. İçeridekilerin neşesi yerindeydi, bölmenin lüzumu yoktu. Asansörü beklemeden merdivenleri ikişer ikişer atlayarak indi.
-Güzel kadınlardan uzak durun diyeceğim ama duramazsınız siz, diyordu, gür saçlı adam.
Kimi saçsız, kimi daha az saçlı adamlar topluluğu gülüştü.
-Ben güzele güzel derim aga, dedi, içlerinden en kısa saçlısı. Benim olmasa da derim. Bağışlasın yine kime bağışlayacaksa, bağışlayan.
- Sahibi yoksa? Dedi içlerinden kıvırcık saçlı olan.
Soruların en gereklisi de gereksizi de ondan gelirdi .
-O zaman herkes der oğlum! Dedi, en kısa saçlı adam. Sıkıntı yok, herkesin güzel dediğine ben güzelim demem zaten.
Koro halinde gülüştüler.
-Akıllı kadınlardan uzak durun desem, nerde sizde o akıl, diye gülenleri susturdu en yaşlıları olan genç adam. Nasılsa göreceksiniz ebenizin yüzüğünü.
-E ? Dedi grubun daha seyrek saçlılarından saçı en seyrek olanı.
-Günün incisini yumurtla hele dayı da kalkalım işimize gücümüze bakalım, dedi bir diğeri.
Açık ve çok şekerli çayından kocaman bir yudum alan adam, bıyıklarını düzeltti.
-Siz siz olun, kadın denen cinsin hem güzel hem zeki olanından uzak durun, dedi gülerek.
-Neden, dedi birkaçı bir ağızdan.
-En tehlikelisidir onlar, dedi adam. Ufak bir yanlışınızda sadece sizin değil ecdadınızın dibini bellemeden yakanızı bırakmazlar. Sesinde tatlı sert ifadeyle ekledi:
- Hadi şimdi herkes işinin başına. Devlet çene çalasınz diye vermiyor maaşlarınızı.
_________ ...__________
diğerinin boy aynasında kendine ağlamazdı kimse
ve utanmazdı kendini insan kılan noksanlarından
cayıp adamlığından ademoğlu sığınmazdı babalığa
dili kadar yüreği de kadın olsaydı keşke her dişinin
ve kadın kalabilseydi kadın doğan
Hemen arkasında, duran sandalyeye kendisini taşımaktan ziyade perdeye kaynamış yumruğunu çözmekte zorlandı kadın. Parmakları açılmıyor, elini çektikçe tül perde avuçlarının içinden derisini sıyırarak kayıyordu. Güç bela koyduğu mutfak masasının sandalyesinde bir süre unuttu kendisini. Hatırladığı bir kaç saniye içinde oradan alıp, salondaki kanepeye taşıdı. Bir ara oradan aldı pencerenin önündeki koltuğa bıraktı. Geldi gitti.
Gelip gitmelerden dönen aklı, en ucundan kendisine tutunduğunda zamanı algıladı önce. sonra mekânı. Üç gün önce bu saatlerde girdiği evin duvarlarına ilk defa görüyormuş gibi bakıyordu. Televizyonu kim açmışsa açmış, ekrandaki ses haber stüdyosuna bağlanıyordu.
“İyi günler sevgili izleyenler" dedi, ekrandaki haber sesli kadın. “Az önce size adamın köprücük kemiğinde trafiğin rahatladığını söyledi, arkadaşımız. Sakın inanmayın, yalandı. Dün havaların artık mevsim normallerine döneceğini söylemiştik ya hani? O da yalandı. Daha önceki gün aktardığımız trafik kazası haberi kökten yalandı. Gerçeği söylemek gerekirse sayın seyirciler, başbakanın yurt dışına çıktığı falan yok. Meclis başkanı da ona vekalet etmedi.Şimdiye kadar bizden ne duyduysanız hepiciği koca birer yalandı. Hadi asmayın suratınızı! Dışarıda yazdan kalma ahmak ıslatan bir serpinti var. Kalkın çıkın dışarı. Önümüz kış, nerede bulacaksınız böyle sıcacık yağmuru!"
Karşı apartmanın camlarından yansıyarak içeri süzülen güneş ışığı gözlerini yaktı. Her şey mi, dedi. Yaşadığı bilmem kaç koca yıl küçücük bir yalan mıydı? Yalandı, yalan, yala ... Salata suyu canını yakmış, suratını buruştururken; “Dilimde yara çıktı,” demişti, değil mi, dün akşam o? Lavaboya ulaşmadan banyo kapısının önünde kustu.
Duşa girdi. Derisini yüzer gibi liflendi. Liflenmek hızını kesmedi, üzerine havluyu dolamadan gitti yatak odasındaki dolaptan elbise fırçasını aldı, fırçalandı. Lavabonun altındaki dolaptan çamaşır suyu şişesini buldu, başına dikti. Ağzını çalkaladı. Küçük diline kadar derisi haşlandı. Kendisini yeterince temizlediğine kanaat getirdiğinden değil, ayakta duramadığını sezdiğinden havluya sarılıp çıktığında evi yakmak geçiyordu fikrinden. Tıkırtılarına bakılırsa, üst kattaki kadın temizliğe başlamış, elektrik süpürgesi ile evi süpürüyordu. Nasılsa kurtarırdı kendini ve -varsa - evdeki diğerlerini. Öteki dairelerdekileri de uyarırdı herhalde. Bu soğuk sarı duvarlar, ihtirastan başka neyle tutuşurdu acaba?
Yerden çoktan kesilmiş aklı, kendisini öldürmek fikrine demir attı. Dizginlemenin imkansız olduğu öfkesi onu oradan çekip çıkardığında, gidip adamı, daha sonra telefonun ucundaki o kadını öldürmek arasında gitti geldi bir süre daha. Kadın evliyse kocasını bulup yatsa mıydı ki? Cinayet işlemek, rezillik çıkarmak, çirkinleşmek, çirkinleştirmek, alçalmak, alçaltmak, acımak, acıtmak.... Erişebildiği ne varsa yoklayıp duran aklı, mermerden bir oluk gibi içindeki gürültülü akıştan ıslanmadan, kendi kendisini dışarıdan seyrediyordu.
“Eğer sesimi yükseltiyorsam, seninle arama uzaklığı sığdırdığındandır,” demişti bir defasında adam. Kıskanır bağırırdı o. Olmadık anlarda olmadık şeylere bağırırdı. Özlemini bağır çağır dediği, acıktığını, üşüdüğünü bağıra bağıra ilettiği olurdu.
Aralarında yaşanmakta olanın yalan olduğunu ne zaman bağırmıştı da duyuramamıştı, kim bilir... insanların adına aşk, kendisinin çocuksu ısrarla sevda dediği şey yalan mıydı? Bir yanı nefret değil miydi aşk denen madalyonun? Yalan da neyin nesiydi? Liseli tripleri mi? Yetişkin insan niye yalan söylerdi ki aşkta? Bir hoşça kal neden esirgenirdi nsandan? Hoşlanmak, beğenmek, hatta arzulamak.... Düşlemek nesine yetmezdi de sıradan bir yalana aşk diyerek, yaratılmışlığının en yalın, en haklı açlıklarıyla niye kirletirdi kendi kutsadıklarını, insan. Hele de yalansız kanmaya, sevdalılık oyununu oynamaya gönüllü bir ordu dolanıp duruyorken dışarıda .
Söylemiştir, dedi. Söylemiş olmalı. Ben duymamışımdır. O kadar çirkin değildir, sevmediği kadına dokunamaz o. Hele aşkım demez, ölse, o telefonda dediği gibi. Yalana dönmez dili. Yüreği kaynamadan teni ısınmaz. Verecekse Allah, kendi belasını vermeliydi, çünkü adam dilsiz ya da yalancı değil, sağır olan kendisiydi. Çok açıktı bu. Başka türlü bir açıklama kendisini sakinleştiremezdi şimdi.
Aklın derinlerindeki rüzgar yorulunca yüzeyindeki dalga duruldu. Sonuca varıldı. Suçlu kendisiydi. Başlayıp bitmeyen ne vardı ki. Aşklar da biterdi elbet. Bitmiş, bittiği bir şekilde denmiş, ancak duyulmamıştı. Severken neden diye sormamışsa biterken kimse kimseye neden bitiyor diye soramazdı. Sormamalıydı. Zamanın bu son yazdığı ve makbulü, bir kadın bir adamlık olan hikayede fazla olan öldürmeyi istediği kadın değil, kendisiydi. Acımayla tiksinme karışımı zehirin kokusunu genzinde hissetti. Ellerini unuttuğu yanaklarından çekti. Kendisini sevmeyen adamın ellerinde ne zamandır duruyorlardı bunlar? Ne kadar kirlenmişti acaba, elleri? Sadece elleri mi? İnsanın kendinden nefretini başka insana duyduğu nefret temizlerdi belki. Ya bu kendisine acıma hissi nasıl yıkanırdı? Gözlerinden geçen o ışıltıyı görse, kendi bakışlarından korkardı. Görmedi. Kalktı. Giyindi. Çıktı.
İkinci kattaki balkona dün geceden asılan çamaşırları kurutmuştu güneş. Otobüs durağına dönmeden hemen köşedeki büyük bina inşaatında türkü söyleyen adamın sesi otobüs durağında bekleyenlere kadar ulaşıyordu.
“İçliğinin yakası da sıra sıra nakış yar”
Otobüsler duraklardan saatte bir falan mı geçiyordu buralarda? "Gelir birazdan," dedi yanındaki kadın. "On beş dakikada bir gelir." On beş dakika bu kadar uzun muydu? Yerinde duramıyor, bir aşağı bir yukarı yürüdükçe durakta bekleyen küçük kalabalığın dikkatini çekiyor, dikkati çekmekten nefret ettiğinden daha da huzursuzlanıyordu. Belediye otobüsü durağa yaklaşırken o bir sonraki durağa varmıştı.
Kış kışlığına başlamadığından, şehrin havasını henüz kirletmemişti. Ciğerlerine oksijeni aldıkça sorular kafasında büyüyordu. Çoğunu gönlünce yanıtladı, geçti. Bazısını atladı, bazısını erteledi ama bir soruya takılıp kalmıştı on dakikadır. Onu öteleyemiyordu. Bu saçma sapan aldatma öyküsünde, aldatan için zorunlu bir objelikten ibaret miydi, cismi?
Çığ gibi yüreğini ezip geçen soru buydu. İkinci olan kadın.... "O kadın" kendisiydi değil mi? Değil miydi yoksa? Sahi kimdi kandırılan? Aldatılan oyduysa, diğer kadın neydi? Madem başkası vardı, kalbinde, yatağında ve anladığı kadarıyla bulunduğu şehirde; neden, kendisini ısrarla çağırmıştı? Özledim diye iki ayağın bir papuçta, neden getirmişti, yolu üzerinde olmayan bu yere? Aynı evde yemek yapmak, bulaşık yıkamak, hayatı solumak, işe giderken ona kahvaltı hazırlamak, birlikte piknik yapmak... Beğendikleri sanatçıyı birlikte dinlemek gibi birbirini seven erkeklerle kadınların kurdukları küçük hayallerin anlamı neydi? Ertelemek istemişti. Biraz daha işleri vardı gittiği şehirde. Neden ısrar etmişti adam, bırak gel diye?
Olduğu yerde çakılıp kaldığı o an, üzerinden geçmekte olduğu tarihi köprü sallandı. Şimdiye kadar söylenmiş bütün cümlelerin aralarına özenle konulmuş boşluklar çalkalandı. Kelimelerin arkasına itinayla gizlenen anlamlar önünde ip gibi sıralandı. Tabi ya!
“Sevmiyor. O kadını da sevmiyor.”
"İğrençsin," dedi, önünde uzayıp giden bir ipi tutup, yolundan çekip atabilirmiş gibi elini sallarken.
"Sen sadece eğleniyorsun, değil mi küçük adam! Becerebildiğin tek oyunda gönlünce eğleniyor, kaçıp kurtulamadığın çöplüğünde boyuna göre oyuncaklar biriktiriyorsun; hepsi bu!"
_________..._____
Adam indiği gibi ikişer ikişer çıktı, merdivenleri. Son zamanlarda spor olsun diye asansörden uzak duruyor, sabahları kalktığında ağırlık egzersizleri yapıyor, beyninin bir yerlerinde kendi kendini döven o yanının sarkıttığı kavramları bu yanında kol ve karın kaslarını şişerek kapatıyordu.
Yurdun her yerinde, resmi dairelerdeki saatler öğlen arası molaya çeyrek vardı.
İlk önce en tehlikeli olanından başladı adam aramaya.Telefonu duymuyor, muhtemelen rengi açılmadı, içime sinmiyor, dediği mutfak perdelerini yeniden yıkamış, camları yeniden siliyordu. Gerçekten çok abartıyordu, ama bu kendisinin işine de gelmiyor değildi hani. Henüz başladığı bir ilişkiyi daha başlarında soğutursa, şu an evinde olan çok tehlikelisi gidince, kendisini avutacak daha az tehlikelisini elinde tutamazdı. Daha az tehlikeli olanın ikameti daha yakındı hem. Hem bir aksilik çıkarsa diğeri kadar can sıkmazdı o. İlişkiye sahip çıkmak, aidiyet, sorumluluk, sadakat, onurlu duruş, kendine saygı gibi ötekinin gizli kapaklı başına kakıp durduğu zırvalıkları dert ediyor görünmüyordu. Bunlar bir yana, daha az tehlikeli kadının onu tehlikeye atacak felsefesi de yoktu. Kendi kültürünün kızıydı ve buraların kadınları adamın anasını ağlatmaz, en fazla oturur kendileri ağlardı. En fazla beddua eder, olmazsa Allah’a havale ederdi. İkincisi birincisine benzemezdi. Adı gibi emindi bundan.
Son bir yıldır kaç kadınla yattığını kendisi de bilmiyordu. "Deli danalar gibi," demişti, seyrek saçlı adamlardan birisi, birlikte içtikleri o gün. Uyarmıştı:" Özgürlük tehlikelidir kurban olduğum. Sınırlara dikkat etmeli. Duvarlarını iyi örmeli ve mutlaka kendi örmeli,tutsaklıktan korkan."
Üniversite öğrencileri, resmi dairelerde işlerini takip için yol yordam bilmeyen ruhu ve beyni cüzdanı kadar boş kadınlar, kadınlığı doyurulmamış olanları, kadınların... Öyle ya da böyle insan kalabalığının uzağına düştüğünden beri karşı cinsten gelecek ilginin şefkatin damlasında boğulmaya hazır kadınlar, evde kalmış kız kuruları, boşandığını duyalı kendisine yılışıp duran özgür çağın ser-hoşları... En güzel kebabı yapan lokantanın sahibi şen dul bile.
Bir ara mola verir, aramasını görünce dönerdi nasılsa. İçi rahat bir şekilde ikinci derecede tehlikeli kadınının telefonunu çevirdi. Akşam iş çıkışında görüşmeyi istedi. 62 dakika gidiş, 62 dakika geliş.(en son bu süreye düşürmüştü, yolu ) Hafta arası kaçamaklarda mesaiye yetişmek için dakiklik hesaplar önemliydi. 124 dakikalık yol, on beş dakikada işleri sürse, ortalama bir buçuk saat.... Gecikme sayılmazdı. Gün kararırken evde olurdu. Bir on dakika da erken çıkarsa işten, bugün... Süper olurdu. " Harika," dedi, her zaman yaptığı gibi gözlerini kısarak ve r’ye özenle basarak. Hiç kimse onun kadar güzel "harika" diyemezdi.
-Mümkün değil, dedi; telefondaki kumral saçlı güzel kadın. Annesi ziyarete gelmiş ve bir kaç gün daha kalacaktı.
-Ama ölürüm ben, çok özledim.
- Tamam dedi kadın, arzulandığını duyan her kadının sesine yansıyan işveyle;
-Gel iste o zaman annemden bu gece. Verir belki beni, sana.
Keramet kesin kendisindeydi. Elini sürdüğü kadın akıllanıyor muydu ne?
-Annen annem sayılmasa hani, diyeceğimi biliyorum ama.... Neyse...
Gülerek kapattılar telefonu.
"Seni seviyorum," demeyi ihmal etmedi adam.
..../...