Geçecek...
İçim, mermer sütunlar üzerinde dimdik duran heybetli bir saraydı. Geniş ve uzun camlarından uçuşurdu masallardan örülmüş saydam perdeleri. Çocukluğumdan itibaren düşlerimden çıkardığım kalıplarla inşa etmiştim her bir metrekaresini. Tek tek, sabırla ve inadına gülümseyerek. Avlusunda uçuşan beyaz güvercinler yüreğimin üzerinde pinekleyen umutlarımdı. Onların nârin kanat çırpışıyla beslerdim yarınlarımı. İçinde özgürce koştuğum, dolaştığım büyük ve ışıklarla dolu salonlar ve koridorlar içimdeki yolculukların zeminiydi. Bütün kapılarım açıktı.
Zamanla ışıkların canı çekildi, duvarlarım daraldı, yerler soğudu ve koşar adımlarım ürkek adımlarımdan, adım atmayı unutmaya kadar düştü. Unuttum ışıklı sarayı, unuttum bembeyaz avlumu, unuttum sıra sıra dizili kapılarımı ve kanat çırpan umutlarımı. Gökyüzünde asılı duran ve bütün dünyayı aydınlatan devâsa bir avize üzerime düşmüş, içimde tuzla buz olmuştu sanki. Gözlerimi açtığımda karanlık bir yerdeydim, dar bir hücrenin köşesine kıvrılmış buldum kendimi. Gözlerim karanlığa alışınca kapının yerine parmaklıkların olduğunu gördüm, fakat hapishanenin hangi tarafında durduğumu kestiremiyordum. Hapis olan ben miydim yoksa ardında duran dünya mı? Bilemiyordum. Bunu öğrenmeye çalıştığım zamanlar arka planda oynayan hayatlara karışarak geçiyordu. Ben yüzeyde karanlığa kulaç atarken derinlerim biraz daha sancıyordu. Geçen her yıl bir kapı daha kapatıyordu içimde. Elim en son ne zaman heyecanla ve içtenlikle bir kapı kulbuna dokunmuştu, hatırlamıyordum. Kendi evimin içinde gezinip "evim acaba nerede" diye aranmaktı bu sanki...
Kafamda söyleyeceklerimi bin kez buruşturıp fırlattığım, suskunluğumu ehilileşmemin diploması gibi ruhumun duvarlarıma astığım gecelerden biriydi yine. Uykuya düşmandım. Gereksiz bir gereksinim, vakit kaybı gibi geliyordu bana. Penceremden sokak lambasının loşluğunda yağmur damlalarının dökülüşünü izliyordum saatlerce. İçime gömülüşümde emeği geçen bütün hâdiseleri tek tek ayrıştırıyor, kafamda bir kaydı sürekli başa sarıp yeniden seyrediyordum.
Gözlerim ıslak kaldırımlara dalarken ruhum soğuk bedenimden uzaklaşıp şehiri gezintiye çıkmıştı. Sokak ortasında sağanak bir yağmurun altında hıçkıra hıçkıra ağlayan, evinin yolunu kaybetmiş küçük bir kıza rastladım.
Evini bilmiyordum ama elinden tuttum. Yürümeye başladık. Sokak sokak, semt semt yürüdük. Parklardan, bahçelerden, çarşılardan, dar patikalardan geçtik. Karşısına dikildiğim bütün kapıları zorlayıp açmaya çalıştım, açılmadı. Küçük kız çaresizlik içinde daha da ağlamaya başladı. Yağmur damlalarına karışan iri gözyaşları yanaklarından kayıp kırmızı pabuçlarına düşüyordu. Büyüyen sulu gözlerinin içine çekilip çocukluğumun geçtiği sokaklara, dedemin evinin önündeki pencerenin kenarına fırlatılmıştım. Yere mıhlanmıştım ve hayatım flu bir film şeridi gibi oynuyordu etrafımda.
Yüzüm donmuştu, ne gülebiliyor ne ağlayabiliyordum.
Tek bir kasımı kullanamıyor, kımıldayamıyordum.
Kan ter içinde uyandım yatağımda. Hala hıçkırıyordum. Aynaya döndüğümde küçük kızın iri gözyaşları süzülüyordu yanaklarımdan. Yağmur kesilmişti. Sabaha bir kaç saat vardı. Beş yaşında giyindiğim kırmızı pabuçlarım geldi aklıma. Uzanıp üzerime yorganı çekmeden yüzümü yastığa gömdüm. Yutkunduğumda boğazıma yuvarlanmış bütün can kesiklerimi bir hamleyle içime ittim. Hazımsızlık yapacaktı ama geçecekti. Yorganı üzerime çektim. Bacaklarımın ısınmasıyla bir an kışın omuzlarına baharı giyindirmiş ve kulağına yazın müjdesini vermiş gibi hissettim.
Şimdilik soğuktu ama tabii ki geçecekti.
Elbette geçecekti.
Kapkara bir yokluğa yumdum gözlerimi.
✒T.Y.
YORUMLAR
Henüz yorum yapılmamış.