Sen, sen değilsin
Elinde mikrofon, Anadolu’nun buram buram tarih kokan sokakları arasında ilerlerken adeta tarihte yolculuk yapıyormuş gibi bir izlenim uyandıran muhabir, eskiden bir ihtiyaç için üretilen ürünleri, bugünün insanına da ulaştırabilmek umuduyla harıl harıl çalışan yaşlı bir ustanın eski atölyesinde soluklanıyor. Özet ve genel bir bilginin ardından, nadide el sanatlarını icra eden, işin ehli olan ustayla kısa bir konuşma yapmayı ihmal etmiyor. “Baba yadigârı mesleği, babam dedemden, dedem de babasından öğrenmiş” diyor usta. Yaşlı usta, aslında baba mesleği olan bu sanatın geçmişine dair birtakım bilgiler verirken, kameraman da atölyede kısa bir tur atıyor. Her biri gerçekten de ince işçilik isteyen tahta kaşıklar, henüz cilalanmamış beşikler, kenarları ince işlemeli ahşap tabaklar, çömlekler, oyuncaklar, tabureler, sehpalar vs. tarihten alınıp renklendirilmiş bir kartpostaldan farklı görünmüyor.
Kameraman bütün bu görüntüleri alırken ustanın söylediği şu sözü dikkatlerden kaçmıyor: “Bunların hiçbirisi diğerinin aynısı değildir. Her birinde ayrı ayrı emek ve göz nuru vardır. Hatta hepsinin ayrı bir anısı vardır bende.”
Ustanın bu sözleri derin düşüncelere sevk edecek cinsten izleyenleri; en azıdan beni ediyor. Öyle ya, raflara dizilmiş on adet tabağın uzaktan bakan biri için tercih sebebi basit olabilir ama onun için vakit ayırmış, ter dökmüş usta için işin rengi farklı.
Ustanın bu sözünü düşünürken, birbirinin tamamen kopyasıymış gibi görünen insanlar geldi hatırıma. Birbirine çok benzeyen, ikizmiş gibi görünen insanlar bile aslında birbirinin aynısı değil. Bu insanlar için batıda bir isim bile bulunmuş: twinstrangers. Belki “yabancı ikizler” şeklinde tercüme edebileceğimiz bu insanların dış görünüşleri aynı olabilir ama en azından DNA’ları aynı değil.
Bunun ötesinde, DNA’larının bile aynı olduğu söylenen ve tıpatıp aynıymış gibi görünen ikizler bile aslında birbirinin birebir aynısı değil. Bununla ilgili okuduğum bir makaleden şöyle bir cümle kalmış hafızamda: “İkizler aynı tarifle yapılmış kurabiyeler gibidir, birbirlerine çok benzerler; fakat aslında tamamen aynı değillerdir.”
Tanıdığınız ikizler vardır; aynı kıyafeti giyerler, saç şekilleri aynıdır, hareketleri birbirine çok benzer. Fakat uzun süre tanıyorsanız, muhakkak aralarında bazı ince farklılıklar dikkatinizi çekmiştir. Ve siz, en azından yanlış isimle çağırmamak için, o yönüne dikkat ederek onu diğerinden ayırt edebilirsiniz.
Söz konusu insan olunca, olaya sadece fizikî benzerlikler açısından bakmak, çok faydası olduğu için elmanın kabuğunu yiyip içini atmak gibi olur herhalde. İnsanın iç dünyası zaten başlı başına bir dünyadır. Hiçbir insanın ruh hâli ötekinin birebir aynısı değildir, ikizlerin bile. Dış etkilerinden bunu fark edebiliyoruz. Biri çok hareketli iken, diğeri içine kapanık olabiliyor mesela.
Bu durumun bir de aksi istikameti olan aynılık yönüne bakacak olursak, her türün birebir birbirinin aynısı olduğu, her insanın bütün fizikî ve ruhî özelliklerinin birbirinden farklı olmadığı bir hayat ne kadar güzel olabilirdi ki? Çok şükür ki çok çeşitlilik var...
Asıl can alıcı noktaya geliyoruz şimdi. Aslında insanın kendisi bile kendi olarak kalmıyor. Her insanın belli bir süre sonunda tamamen değiştiği söyleniyor. Her ne kadar bunun tamamlanmasıyla ilgili farklı farklı süreler telaffuz edilse de, en azından böyle bir değişimin varlığından söz edebiliyoruz. Bu değişimin, daha çok insan vücudunun yapıtaşları olan hücrelerden başladığı ifade ediliyor. Belki de her biri ayrı bir âlem olarak nitelenebilecek hücrelerin de değişim süreci aynı değil. Bir alyuvar hücresinin ortalama dört aylık ömrü varken, akyuvar hücresinin bir yıldan fazla olduğu söyleniyor uzmanlar tarafından. Her hücrenin kendine has bir hayat süresi var. (Editörlüğünü Patricia Barnes-Svarney’in yaptığı Bilim Masası Referansı başlıklı kitapta belirtildiğine göre bir insan vefat ettiğinde vücuttaki bütün hücrelerin ölmesi birkaç saat, hatta bir gün sürebilir.) Ve elbette yaş aralığına göre de bu değişim hızlı ya da yavaş olabiliyor.
Çok şükür ki hafıza hücrelerindeki sistem, kan hücrelerindeki gibi işlemiyor. Yoksa 10 yıl sonra karşılaştığımız bir insanı tanımakta zorlandığımız gibi, kendi geçmişimizi de unutmamız işten bile olmazdı.
Şimdi buradan sonra mesele çok farklı noktalara bağlanabilir. Hafızamızın kaybolmamasındaki güzellikler ve bunun bize bakan yönleri, yaratılıştaki mucizeler, değişimin sürekliliği ve buna ayak uydurmak vs. gibi önemli mevzular hatıra gelebiliyor ilk anda; ancak benim asıl üzerinde durmak istediğim ve bir belgeselin hayalimde canlandırdığı konu, insanın her anının farklı olmasıydı. Bir gün öncekiyle sonraki aynı değil. Gün diyorum, ama bunu ay, yıl ya da saat, dakika, saniye olarak da değerlendirmek mümkün. Çünkü bazen bir ömre bedel dediğimiz anlarımız oluyor.
Kötü geçen, başarısızlıklarla sonuçlanan uğraşlar, o insanın tamamı demek değildir. Sadece “anlar motifi”nin içerisinde bir desendir o. Bu açıdan bakınca insanın umudunu diri tutması için çok sebep çıkıyor karşısına.
İnsanın her anı farklı bir canlı gibi kaydedilmeyi ve kaçırılmamayı hak ediyor. Elinde mikrofonla dolaşan muhabir günün birinde bizim hayatımızla ördüğümüz hatıra dükkânımıza uğrasa, eminiz ki kendi hayat mazimizde yapacağımız yolculukta teşhir edeceğimiz çok sayıda sanat eserleri çıkacaktır.
Güzel yapmaya, dolu dolu geçirmeye, nadide eserler çıkarmaya bakıyor iş.
YORUMLAR
Henüz yorum yapılmamış.