Utangaç Gülüşler / 1
Okuduğunuz yazı Günün Yazısı olarak seçilmiştir.
kadınım, dedi adam
başka bir kadının kokusu yaladı
kadınının ensesini
_____ ... _____
Küçük kentin büyük ilçelerinden birinde Güneş, Ekim gecesi üşüttüğü sokakları ısıtıyordu.
Yine geç kalmıştı kadın.
"Değişmiyor," diye düşündü.
"Mekanı değiştirsen de bazı şeyler değişmiyor işte. Zorla mı?!"
Sabah uykusuna zaten düşkündü.Bir de şu son zamanlarda kullandığı sakinleştiriciler işin içine girince, kalkıp işe yetişmek için olağanüstü çaba gerekir olmuştu.
"Akıllı telefonmuş, tükürdüğüm. Bir tıkla kapanıyor alarmı. Uyandım mı, uyudum kaldım mı, ara sıra yoklasana o kadar akıllıysan."
Çantada aradığını bir gün şak diye bulsa hani, kendisini ödüllendirecekti. Anahtarlarını bulamıyordu. İçerideki odadan gelen sesle irkildi.
"Gitmedin mi daha sen? "
Annesi evdeydi sahi. Biricik kızının ilçeye tayin diye tutturup, sonunda dediğini yaptırmış olmasını hala kabullenememişti. Hafta sonu diye geliyor, hafta içine de sarkıtıyordu ziyaretlerini. Bugün kapıyı kilitlemesine gerek yoktu.
"Çıkıyorum anne!"
Çıktı.
Anahtarı bulamamıştı. Çantasında bir yerlerdeydi işte. Sonra bulurdu nasılsa. Ya telefon? Telefonu almış mıydı? İndiği bir iki basamak merdiveni geri çıkarak, kapının önündeki ayakkabılığın üzerine yerleştirdiği çantanın içinden önce anahtarı, sonra telefonu bulup çıkardı. Anahtarı olması gereken yere, çantanın içindeki küçük bölmeye, telefonu eline aldı ve hızla indi merdivenlerden.
Sanki birisi kulağına,
"Yine aramadı bak" diyormuş gibi ;
"Aramazsa aramasın," dedi. Sonra ekledi:
"Aramaması daha iyi."
Nasıl olmuştu. Nasıl gelmişti bu noktaya bu ilişki? İlişki. İlişik... Bitişik. Yapışık. Yük! Hem de o lanetli şehirden kaçar, kaçırırken kendisini.
"Eskimiş kumaştan dikilmiş, son model elbise gibi" diye geçirdi içinden. Ruhunu sıkan kumaşın dokusu, rengi değildi sadece. Kokusunu da sevmiyordu o kentin. Yoran, yıpratan, kendisine benzemeyen insanları törpüleyip körelten, kirleten o bulanık sularından kanat çırpıp yepyeni bir yaşama uçuyorken, nereden takılmıştı bu adam, eteklerine.
"Kanat ve etek."
Etek giymiş bir güvercin düşündü. Güldü. Güvercin olmaz benden dedi. Belki martı. Ki kıyılarından uzaklaşmadan okyanuslar keşfedemezdi martılar. Kıyı mıydı adam? Kıyısı mıydı sahi? Hayır. O birilerinin babasıydı. Birilerinin oğlu, birilerinin abisi... Yeni bir öykü almayacak kadar dolu, yazılmış öykülerle dolmayacak kadar boş.. Birinin eski ama eskitemediği kocası, birinin ya da birilerinin sevgilisi belki. İçinden bir sıcak esinti esti, geçti... Olabilir miydi? Sevgilisi var mıydı acaba? Bir kaç ay önce, denize kıyı bir kentte, bir kadından bahsetmişti adam. Bir kaç ay önce.. Henüz arkadaşken. Ten tene değmeden, kadehteki şarap yeterince ısınmadan birkaç hafta önce... Sonrasında başka kadınlardan, erkeklerden bahsetmeye zamanları olmamış, kaçamak buluşmalarını daha verimli şekilde kullanmayı tercih etmişlerdi. Gerçi adam bir erkeğin ismini telefonundan silmesi için yüklenmişti kendisine, ama ikisinin de henüz ne dünlerine göz atacak ne yarınlarına kafa patlatacak kadar bol zamanları olmamıştı.
Kıyısı değildi. Henüz değildi. Ya bağlanır kalırsa? Ya severse...
"Sevmem," dedi. Neden diye soran da kendisiydi.
"Çünkü" ben bağlanmam, aşık olurum." Olursun daha, vaktin var," diyen de kendisiydi.
"Hayır!" Dedi. Ben yavaş yavaş aşık olmam, birdenbire çarpılırım."
Ne işi vardı bu adamla, o zaman?
"Sen bana iyi geliyorsun" demişti o.
"O da bana iyi geliyor." Dedi.
Soran, cevaplayan, soruya ve cevaplara müdahale etmeden dinleyen grupla, diğer günlerden daha kalabalık şekilde oturdu masasına. Saat sekize çeyrek vardı. Dünden daha kısa sürmüştü yol.
"Her gün biraz daha kısalacak," dedi. "Biraz daha kolaylaşacak."
Telefon çaldı.
"Canım?" Dedi adam. Nefes nefeseydi.
"Nasılsın?"
"İyiyim, sen nasılsın?" Dedi kadın.
"İyiyim bir tanem. Saati duymamışım, işe de geciktim yine."
"Dün akşam aradım, açmadın."
"Yazdım ya .... Kızlar bendeydi, Arayamadım aşkım."
"Hayırdır?"
Hafta içi çocuklar annelerinde kalırdı. Babalarında kalmaları olağanüstü durum demekti.
"Dün akşam yine cırladı küçüğü... Gitmek istemedi annesine."
"Anladım," dedi kadın. Sesinde şefkat kırıntılarıyla,
"Daha fazla gecikme bari, hadi.Dikkatli kullan. Varınca ara." Dedi.
Uzun cümlelere tahammülü yoktu nicedir. Kısa sorulara kısa cevaplarla yetiniyordu. Kimse ona uzun cevaplar isteyen sorular sorsun istemiyor, kimseye uzun cevaplar isteyen sorular sormuyordu. Söyleneni dinliyor, söylenmeyeni tamamlıyor ve hep ve herkesi anlıyordu. Sadece kendisine anlatamıyordu anladıklarını. İçinde zorla söndürülmüş ateşin küllerini henüz soğutamamış, son çıktığı ahlak mahkemesinde insan sürüsünün sınır çizgisinin öte yakasına acımadan fırlatılmışken, ne işi vardı öteki kıyıdan bu adamla?
"Akşamları iyi geceleri, sabahları günaydınları, bana iyi geliyor." Dedi.
"Kolları da," diyen de kendisiydi. Güldü. Ağırlık çalışır olmuştu adam. Oysa şakasına takılmışlardı o gün.
"Babaannemin kolları gibi," demişti kızlardan birisi, kıkırdayarak; "Benimkiler bile seninkilerden sert."
"Nereye kadar peki," diye soran da kendisiydi, kendine.
"Kopacağı yere kadar," dedi yine kendisi.
Yaşamak anların zincirinden başka neydi ki. Her halka sağlam bağlanırsa kopmazdı hem. Onu buralara, buraya kadar anca savuran, düne atılan özensiz halkalar değil miydi? Yarın diye diye günü karartmanın ne lüzumu vardı? Kimseyi gereğinden fazla sevmeden, kimseye hak ettiğinden çok güvenmeden, aldığından fazlasını vermeden, verebileceğinden fazlasını istemeden yaşanmalıydı, an denilen. Alnı açık, gözü tok...Yarınlara böyle gidilirdi. Korkacak kadar yabancısı, bağlanacak kadar yakını değildi ya adam. Yeni tanımıyordu. En az on yıldır bildiğiydi. Kimseye pek hayrı dokunmazdı gerçi adamın. Zararı da olmazdı. Ama kendisine zor zamanlarda çok yardım etmişti, hakkını yiyemezdi.
"Ödeşiyor musun yani," diye soran kendisiydi.
Ekim güneşi omuzlarına dökülen kumral saçlarında oynaşırken yüzünden sıcak bir gülümseme geçti. Küçük ama kendisine ait, henüz eksiği çok, ama huzur dolu evini düşündü.
"Bedelse ödediğim, üstü kalsın" Dedi. "Hak ediyor." Kendi sırtını sıvazlar gibi ekledi;
"Belki de hayatı boyunca yardım ettiği, tek kadın, tek insan benimdir, onun."
_____ ... ______
Dudaklarını adamın boynundan çekmeden mırıldandı kadın:
"Öğlen gelme bugün. Çok oyalıyorsun beni."
"Peki." derken gücenmişe benzemiyordu adam. Sesinde yüzüne yerleştirdiği abartılı kırgınlık ifadesine tezat bir neşeyle;
"Sana bir öğlenlik izin. Ben de birikmiş dosyaları eritirim. Ama bitir artık sen de şu işlerini, çok abartmadın mı meleğim?"
"Haklısın sevgilim, ama başladım, bitsin istiyorum. Aklım arkada kalacak yoksa."
Adamın gülen gözleri bulutlandı. Kadının az önceki kararlı sesi titredi. Sessizliği bir fısıltı bozdu.
"Seni seviyorum."
Kadının kumral ve neredeyse erkek çocukları kadar kısa saçlarının, sanki zorla iki yana ayrıldığı o inat yerinden öperken dudakları sıcaktı, adamın.
"Ben de." Dedi. "Hem de çok."
Sevdiği adamın kollarından kendini geri çekerken gülüyordu kadın:
"Ne demek ben de? Sen de mi aşıksın, benim sevdiğim adama?"
"Sahi ya!" Dedi adam. Bir tembihi hatırlamış gibi;
"De’yi ayırmadan söylemeliydim. Afedersin."
Yüzüne tokat inecekmiş gibi gözlerini kırparak hızlıca bir öpücük aldı kadının dudaklarından. Kapıyı o kadar hızlı açıp kendini dışarı atmasa, tokat inecekti de. Aralık kalan kapıyı kapatırken mırıldandı kadın:
"Şımarık eşek!"
Üzerinde ne vardı diye sorsalar hatırlamazdı. İlk kim konuşmuştu iki sene önce o gün? Sonraki günlerde ilk kim söyledi sevdiğini? İlk kavgayı kim çıkardı, kim küstü ilk defa? Bu soruların birini doğru cevapla, sana bu adamla bir ömür vereceğiz, deseler de hatırlamıyordu. Ama o dudakların ilk teması, saçlarının inatlaştığı orasıydı. Bunu ölse unutmazdı. Yanakları kızardı.
"Kalbime giden yol, alnımdan geçiyormuş benim. " Dedi.
İki gündür kadınlığını üstlendiği evin mutfak masasını toplamakla başlamalıydı işe. Belki bir çay daha, soğumadan; bir sigara sonra...
"Tam bir ev kadını oldun, aferin sana. Bir de çocuk olsa hani, bırak öğleni, akşama yemeği yetirştiremezsin sen!"
Mutfağın iki camından soldakine yöneldi. Güneşliğin ilk kanadını kenara çektiğinde adamın henüz gitmediğini gördü.
"Yine geç kalacak." Dedi. "Tanrım, hiç korkmuyor bu, işe geç kalmaktan."
Pencereyi açıp "Gecikiyorsun," demeyi geçirdi aklından. Açtı.
"...Kızlar bendeydi," diyordu adam, telefonda konuştuğu birine "...arayamadım aşkım."
Sonrasını duymadı kadın. Tek eliyle telefonu tutan adam, çeketini arabasının arka koltuğa yerleştirirken gösterdiği özeni kendisini koltuğa bırakırken göstermeden, tombul bedeninden beklenmeyen bir çeviklikle içeri girmiş ve arabanın kapısını kapatmıştı.
Az önce kızaran yanaklarının ateşi tülün altından yanağına değen soğuk camı ısıtmıştı. Başını çevirip buzdolabının üzerindeki saate bakacak takati yoktu. Kendini zorlamadı. Saati zaten biliyordu. Yedi kırk beş sonrası mazeretleriydi bu. O saatten öncesinde alınıp verilmemiş günaydınların açıklaması ya duyulmayan saat alarmı ya duş, o da değilse çayın yanında canın çektiği simit oluyordu.
"Neden dışardasın bu saatte, erken değil mi?"
"Bilmem, erken kalktım bugün. Çay yaptım kendime, simit almaya çıktım." Demişti bir defasında. Yorgunluk kokan iyi gecelere, uykulu günaydınlara alışık hafızasında, boşlukta asılı kalan o dingin, canlı kanlı cümle, az önce zemine çakılmıştı. Yere değmeden önce her kelime harflerine ayrılmış, her harf tek tek yüreğine saplanmış gibi canı yanıyordu. Hayır, yanağının ateşi değil, perdeye asılı yumruğunu ısıtan, gözlerinden süzülen ılık suydu.
_____ .._____
Küçük şehrin büyük binalarının birinde, bir kaç memur, Ekim güneşinin ısıttığı odada, çok önemli işlerine başlamadan önce, günün ilk çayını içiyorlardı. Telefon çaldı. Masada oturan gür saçlı adam açtı. Telefonu kapatırken, sağındaki sandalyelerden birisinde oturan, daha az saçlı adama;
"Misafirin gelmiş, seni çağırıyorlar." Dedi.
Cüssesinden beklenmeyen çeviklikle yerinden kalkan adam, telaşlı adımlarla odadan çıktı.
..../...