- 970 Okunma
- 1 Yorum
- 0 Beğeni
SÜRMELİ
Arabamız ana yoldan tali yöne doğru ayrıldığında, zaten içimde var olan heyecan, daha da artmıştı. Nasıl artmasın ki, bu yaşıma kadar hiç görmediğim sadece ismini duyduğum ve oralı olmaktan gururlandığım köyüme çok yaklaşmıştım. Öyle ya benim köyüme! Bilen bilir bir yere bir sevgiliye, bir vatana, benim demek, onu sahiplenmek ne kadar heyecan vericidir, ne kadar güzeldir.
Toprak yolda arkasından toz bulutu bırakarak ilerleyen aracımız bir süre sonra küçük bir inişin ardından yapıları adeta harabeye dönmüş bir yere ulaşmıştı. İşte tam o anda içimdeki heyecan yerini büyük bir üzüntüye bıraktı. Gördüklerime inanamıyordum. ‘Sürmeli burası mı?’ diye kendi kendime sordum. Hayıflandım, gözlerim doldu. Bir zamanların ihtişamlı ya da benim hayalimde ihtişamlı olan Sürmeli’si şimdilerin adeta terk edilmiş, çok az insanın yaşadığı ya da yaşamaya çalıştığı bir yer haline dönüşmüştü. Köy halkı, kaderine terk edilmiş ne okulu ne sağlık ocağı var. Dedemin, babamın ve akrabalarımızın çocukluklarını ve gençliklerini yaşadığı bizlere allandıra pullandıra anlatılan üzüm bağlarının ve yeşilliğin içerisinde kaybolan Sürmeli burası mıydı? Girişte tabelayı görmesem bir an yanlış yere geldiğimizi düşünecektim.
Her şey bir tarafa şu anda burada olmak yine de heyecan vericiydi, yüreğim kıpır kıpırdı. Tarifsiz duygular içerisinde buruk bir mutluluk yaşıyordum. Arabadan inip harabelerin arasındaki köhne sokaklarda nemli gözlerle bir müddet yürüdüm. Dudaklarımdan.
Gittim Sürmeli’ye hasretim dinsin
Hüzünlendim dağlarını görünce
İndim köy içine her yer tarumar
Canlandı hayalim yolları gördüm.
Mısraları döküldü. İnanılmaz bir duygu yoğunluğu yaşıyordum, gözyaşlarım artık yanağımı ıslatmaya başlamıştı.
Bu arada köyün meraklı birkaç çocuğu etrafımı sarmıştı. Gözyaşlarımı onlardan gizlemeye çalışarak hep beraber hal hatır sohbetiyle birlikte Araz kenarına kadar gittik. Araz’ın suyu son derece azalmış, artık (Araz Araz şen Araz Bingöl’den kalkan Araz) türküsünde söylendiği gibi şen akmıyordu. Çimenlerin üzerine oturdum. Karşımda, eski baba ata Türk yurdu olan şimdi ise Ermenistan’a ait olan topraklara doğru bakmaya başladım.
Bir anda suyun etrafından kavis çizerek aktığı büyük bir metal gözüme ilişti. Çocuklardan birine “Bu nedir?” diye sordum. “ Ha o mu, bilmem, onu o yaşlı amca var ya o bilir” diyerek, biçtiği otları toplamakta olan bir ihtiyarı işaret etti. “Hadi gidip amcaya soralım” dedim ve oturduğum yerden kalkarak adamın yanına gittik.
Yaklaştığımızı gören ihtiyar başını geldiğimiz yöne doğru çevirdi. Yüzüme dikkatlice baktı. Yaşlı, yorgun ve anlamsız bakışlarla kim olduğumu anlamak maksadıyla kısa bir müddet süzdükten sonra “Hoş geldin evlat” dedi. “Öğretmen desem, okulumuz yok, doktor desem sağlık ocağımız yok hayırdır… “Ben bu köydenim” “ Bu köyden mi? “Evet Ali’nin oğluyum” “Ali’mi hangi Ali? ”Hani toprak komisyonunda çalışan Ali’nin” ihtiyar kısa bir duraklamanın ardından acıyla karışık gülümsedi “Ha! Sen Sadık Bey’in torunusun” Müthiş bir hafızası olacak ki hemencecik nasılda çıkarmıştı. Tekrar yüzüme baktı. Derin bir iç çekti. “Amca pek efkârlandın vardır elbet bu ah ın bir manası” dedim “Şimdi sen o demirleri soracaksın değil mi?” İhtiyar aklımı okuyor gibiydi. Benim istediğim de buydu. Geçmiş ile ilgili kulaktan dolma bazı bilgilerim vardı fakat olayları yerinde ve belki de en yakın tanıklardan birisinin ağzından dinlemek; Bir an kalbim küt küt atmaya başlamıştı evet ben her şeyi öğrenmek istiyordum. Bu yüzden hiç ses çıkarmadım.
İhtiyar hüzünlenmişti ve hüznü yüzüne ayna gibi yansımıştı. Dirgenini kendisine dayanak yaparak Aras’a doğru dineldi. “O demirler Araz’ın acımasızca götürdüğü cırcır fabrikanızın demirleridir, evlat.” dedi ve başını biraz daha kaldırarak bu kez suyun öte tarafına Ermenistan’a doğru boşluğa bakıyormuşçasına baktı gözleri dalmıştı. Kısa bir sessizliğin ardından yıllardır içinde biriktirdiği lavını püskürten volkan misali kelimeler ağzından dökülmeye başladı. “Sadık, İbrahim, Ağacan! Ah Sadık ah! Sen o hallere düşecek adam mıydın? Kim derdi ki garip bir köy mezarlığına kimsesiz gömüleceksin. Ah Ağacan, Ağacan ’ki kendisine sunulan eriğe bir altın veren adamdı. Ya İbrahim, o mal o devlet, o servet her, şey yalan oldu.
Bu üç kardeş, buraların en varlıklı insanlarıydı Sadık ticaretle, İbrahim hayvancılıkla uğraşırdı. Ağacan ise hiçbir iş yapmaz atına biner, o köy senin, bu köy benim gezer, tozar, eğlenirdi genç kızların sevgilisiydi.
Türkler ile Ermenilerin barış içerisinde kardeş gibi yaşadığı zamanlardı. Hiçbir kişi karşısındakinin ne olduğuna bakar ne de sorgulardı. Herkes aynı hava, aynı toprak, aynı sudan, ekmeğini helal yoldan kazanmanın telaşını yaşardı. Ticari ilişkileri dürüst ve adaletliydi.
Sözüne güvenilir dürüst ve aynı zamanda varlıklı bir tüccar olmasından mütevellit Türk olsun Ermeni olsun çiftçilerin büyük bir çoğunluğu ürettiği pamuğunu, Sadık Bey’e teslim ederlerdi. Sadık Bey ile kardeşleri iyilik yapmayı sever, darda kalanlara yardım elini uzatmaktan geri durmazlardı. Öyle ki Tuzluca’nın dağ köylerinde bile onları tanımayan, sevmeyen yoktu.
1917 senesinin güzüydü. Allah’ın hikmeti ovaya oldukça cömert davranmış, bol ürün alınmıştı. Yola çıkılacağı gün Sadık Bey erkenden uyanmıştı. Yine her sene olduğu gibi pamukları Revana götürecek, satışını yaptıktan sonra geri dönecek, ürün bedellerini hak sahiplerine ödeyecekti. İşçiler şafakla birlikte malları katırlara ve develere yüklemiş, bütün hazırlıklar yapılmış, kervan harekete hazırdı.
Revan yolu çok uzun değildi. Ne var ki hayvanların yükleri ağır olduğundan yavaş ilerliyorlar gün batıncaya kadar ancak Margara Köprüsünü geçebiliyorlardı. Gece ise hemen öte tarafta bulunan Margara Köyünde konaklıyorlardı. Günün ışımasıyla tekrar yola çıkılıyor akşam olmadan Revan’a varılıp mallar alıcısına teslim ediliyordu.
Yöre halkı develerin zil seslerini duyduğunda işte Sadık’ın kervanı geliyor derlerdi. Yol üstündeki tüm köylerde olduğu gibi Margara Köyünde de kervanın gelişi dört gözle beklenirdi.
Sadık Bey Revan’ın en büyük pamuk tüccarlarından olan Ermeni Vanik ile çalışırdı. Her ikisi arasında dürüstlüğe ve saygıya dayalı güçlü bir ticaret hukuku oluşmuştu. Mal teslimi bittikten, hesaplar yapıldıktan sonra, sıra ödemeye geldiğinde Vanik ”Sadık Bey gel bu seferki ödemeyi altın olarak yapayım “ demiş Sadık Bey ise “Ben altını ne yapayım çiftçiye nakit para vermem lazım, sen bana para ver” diyerek kabul etmemişti. Ama Vanik “Bak Rus’un durumu karışıktır ne olur ne olmaz gel sen altın al” diye ısrar etmesine rağmen Sadık Bey “Koskoca Rus dağılır mı “ düşüncesiyle Nuh demiş, peygamber dememiş ve o zaman buralarda geçerli olan Çarlık Rusya’sına ait paraları almıştı. Dönüş yolunda ise ortalığın karışacağını bilen Vanik Sadık Bey’in ve kervanın başlarına herhangi bir şey gelmesin diye Margara Köprüsünü geçinceye kadar iki oğlunu da refakatçi olarak göndermişti.
Ne var ki Sadık Bey Vanik ’in sözünü dinlemeyip ödemeyi altın olarak almamasının bedelini çok ağır ödeyecekti. Köprüyü geçerlerken Rus askerlerinin panik halinde Revan’a doğru hareket ettiklerini görmüş yoksa Vanik’in dediği gerçekleşiyor mu diye telaşa kapılmıştı.
Tam Vanik’in dediği olmuş Sadık Bey çiftçilerin ödemelerini yapamadan Rusya’da Bolşevikler ihtilal yaparak iktidara gelmişler Çarlık çökmüştü. Çarlık Rusya’sına ait para geçerliliğini kaybettiği için Sadık Bey’in develer yükü parası değersiz bir kâğıttan başka bir şey olmayacaktı.
Birkaç gün sonra Sürmeli’de Iğdır’da hatta Revan da az sayıda kalan Rus askerleri de çekip gittiler. Askerin çekilmesinden sonra ortaya çıkan otorite boşluğu insanlar arasında başıbozukluğa neden olmaya başlamıştı. Barış içerisinde yaşayan Ermeni ve Müslüman halk arasındaki kardeşlik hızla bozulmuş, huzursuzluk her yana hâkim olmuştu. Kimi aşırı milliyetçi Ermeniler silahlı çeteler kurmuşlar, yıllardan beri içlerinde yaşattığı kinlerini Türk köylerini basarak sahipsiz ve silahsız Müslüman ahaliyi katlederek kanlı eylemlere dönüştürmeye başlamışlardı.
Bir gün atıyla birlikte genç bir kişi Sadık Bey’i görmek için Sürmeli’ye geldi gelen Ermeni Vanik’in oğluydu çok telaşlı ve tedirgin görünüyordu. Kısa bir süre sonrada geldiği gibi gitti. Akşamüzeri Sadık Bey halkı topladı ve Ermeni çetecilerinin Sürmeli’yi basacağını alabileceğimiz kadar yiyecek ve giyecekle burayı hemen terk etmeleri gerektiğini söyledi. Ama ahalinin çoğu öyle şey mi olur burası küçük bir köy değil Ermeni buraya hiçbir şey yapamaz düşüncesiyle aldırış dahi etmediler.
Ancak Sadık Bey böyle kritik bir zamanda hayatını tehlikeye atarak kendisine haber vermek için Revan’dan buraya kadar gelen kadim dostu Vanik’in oğluna inanıyordu. Kardeşleriyle birlikte en iyisi İran’ a gitmek diye düşündüler. Akrabalarını ve kendisine inananları yanlarına alarak, oldukça yüklü bir erzakla Tebriz’e doğru yola çıkmışlardı. Yolculuk uzun ve meşakkatliydi mevsim kıştı ve hava buz gibiydi. Özellikle geceler çekilecek gibi değildi. Yol boyunca her gün en az iki öğün sıcak yemek yapılır kervanın haricinde onların etrafında yolculuk eden insanlara da dağıtılırdı. Derler ki, Sadık Bey’in kazanı kaynamasa hepimiz açlıktan ve soğuktan ölürdük.
Sadık Bey ve ona inananların ayrılmasından sonra bir gece Sürmeli’de kıyamet kopmuştu. Vanik’in oğlunun dediği olmuş, Ermeni çeteleri onlarca silahlı güçle saldırmışlardı. Masum ve silahsız halk çaresizdi.
Ermeni Taşnak çetelerinin zulmünden canlarını kurtarabilen binlerce Müslüman ser sefil yollara dökülmüşler, perişanlık diz boyuydu. Iğdır çevresi otay, butay sanki Tebriz’ e akmıştı Allah bu günleri bir daha yaşatmasın çok zor günlerdi çok. Tebriz’ de de türlü sıkıntılar yaşıyorduk İran’ın kimi yerli ahalisi göçmenlere iyi davranmıyorlardı. Günler ardı ardına geçerken vatan hasretiyle yanıyor, Iğdır’a Sürmeli’ye dönmenin hayaliyle yaşıyorduk.
Nihayet 1920 senesinin son günleriydi öyle güzel bir haber gelmişti ki bu haber muhacirler arasında büyük bir sevinç yaratmıştı. Iğdır ve çevresi Kazım Karabekir Paşa komutasındaki Türk orduları tarafından kurtarılmıştı. Artık bir göç heyecanı daha yaşıyorduk, ama bu kez yüzler gülüyordu. Çünkü yolun sonu, öz yurdumuza, Sürmeli’ye doğruydu.
Sadık Bey ve kardeşleri uzun süren yokluk ve kıtlık döneminde ellerinde ne var ne yok çevresindekilerle paylaşmışlar ve her kes gibi tüm varlıklarını kaybetmişlerdi. Sürmeli ’ye döndüğümüzde, cırcır fabrikasının Ermeni çeteleri tarafından yerle bir edildiğini ve akabinde Aras’ın azgın sularında sürüklenerek yok olduğunu gördük. Son ümitleri de yok olmuştu. Hepimiz gibi onlarında sıfırdan bir hayata başlamaları lazımdı. Öylede oldu. Ne yazık ki bir daha o varlıklı günlerine dönmeleri mümkün olmadı. Yokluk ve fakirlik hepimizin belini kırmıştı.”
İhtiyar hey gidi günler hey der gibisinden başını salladı gözleri hala Revan’a derin derin bakmaktaydı.
“İşte böyle evlat babam ve ben Sadık Bey’e inananlardan olduğumuz için onlarla beraber kurtulmuştuk, yoksa Sürmelide kalsak!....
Neden diye düşündüm neden? Bu acıların çekilmesi; olmasa olmaz mıydı? Kimi insanlar kendi ihtirasları uğruna masum insanların yok edilmesine nasıl razı olmuşlardı? Ve ne acıdır ki, bu günde aynı hatalar oluyor. Yaşamımızı borçlu olduğumuz Vanik bir Ermeni değil miydi? Ya binlerce insanın hayatını karartan Ermeni Taşnak çeteleri, onlara ne demeli? Neden bir Sadık Bey neden bir Vanik olamadık? Yüzlerce yıl barış içerisinde yaşarken bir gün ansızın neden böylesi düşman olduk? Değer miydi?....
Günümüzde ülkemiz bireylerini Türk, Kürt kavgasına sürüklemek ve 1915-1918 yıllarında yaşadığımız acıları tekrar yaşatmak isteyenler var. Şu an ve çok acil olarak o acıları yaşamamak için geliştireceğimiz ortak akla o kadar çok ihtiyacımız var ki…
Nizamettin Uca
01.12.2014-Iğdır –(Sürmeli-Öykü)