6
Yorum
3
Beğeni
0,0
Puan
833
Okunma

Bazen hey gidi okul yılları deyi veririz. Çocuksu bir saflıkla söyleriz şüphesiz. Tüm sadeliğiyle yitip giden çocuk dünyamızı şöyle bir yâd ederiz. O zamanın öğrenci fıkralarına konu olan bir üslubu da vardır. Hocalara ya da birbirimize taktığımız lakaplardan oluşan masalsı bir galeri bizleri bekler. Örnek mi?
Uludağ Üniversitesinde İktisat bölümü hocalarımızdan şimdi artık hayatta olmayan İlker Parasız merhumu duymuşsunuzdur belki. Okuttuğu bir dersin adı “Para-Banka” idi. Yaptığı çağrışımı düşünsenize; kendi parasız ama Para-Banka okutuyor.
Yine 1980’li yıllarda rastgeldiğim "Yurtdışına İşçi Göçü ve Geri Dönüşler" adlı bir kitabı hatırlarım. Yazarının adı Ali Gitmez idi. Yani, kendi gitmiyor ama gidenleri inceliyor misali. Hani deyim yerindeyse, "zenginin malı züğürdün çenesini yorar" sözünün hükmü zihnimde canlanmaktadır o dem.
Ya da şöyle bir örnek gelir aklıma; “Çok Uluslu Şirketler” adlı bir dersimiz vardır. Baş harfleriyle "ÇUŞ" olarak da geçer ya. Vize veya final döneminde sınav psikolojisiyle çüş diye andığımız olurdu.
Bir başka örnek de şöyledir: “Çalışma Ekonomisi” dersimizin hocası ömrüne bereket Kuvvet Lordoğlu idi. Emeğin tarihine de temas edilen bir derstir. Düşünsenize serflerden söz eden senyörleri eleştiren, Lordoğlu soyadlı bir hoca.
Yine Kuvvet hocanın bir dersinde batılı bir iktisatçıya atıfta bulunarak Baran soyadlı bir öğrenciye, Paul Baran’ın neyi oluyorsunuz diye sorduğunu hatırlarım. Eğer tesâdüfi bir benzerlik olmasaydı şu an sizlere Paul Baran’ın yeğeni bizdeydi diyebilirdim.
Birinci sınıfta “Anayasa Hukuku” dersimize giren Murat Demircioğlu’nun ilk derslerden birinde şöyle dediği aklıma gelir. “Arkadaşlar şimdilerde hayata tospembe bakarsınız. Kendinizi birinci sınıfta profesör, ikide doçent, üçte yardımcı doçent, dörtte asistan sanırsınız da, mezun olduğunuzda hiç bir halt olmadığınızı anlarsınız.” Açıkça kıymetli hocamız, ayakları yere bastırma egzersizi yaptırdı ya, ben yıllar geçtikçe olayın vahametini ancak fark ettiğimi söyleyebilirim.
Yine birinci sınıfta ilk dönem “Hukukun Temel Kavramları” dersimize giren Cevdet Atay hocamız bir gün kürsüde ders anlatıyor. Bir arkadaşımda yanında getirdiği fotoğraf makinesi ile hocanın doğal haliyle fotoğrafını çeker. Flaş yüzünde patlayınca o güzel insan tebessüm ederek sen mi çektin diye sorar. Arkadaş evet deyince, suçtur izinsiz birinin fotoğrafını çekmek biliyor musun şeklinde sorarak herhalde kitaptaki temel hukuk bilgilerinden daha etkili bir anekdot sunar bize.
Bir seferinde de Murat Demircioğlu hocamızın diğer bir hocadan yakınan öğrenciye evladım “it iti ısırmaz” bilmiyor musun sen bunu şeklinde sorması gelir de aklıma, tebessüm duyarım.
Daha eskilere gitmekte mümkündür. Okul hayatımın liseye karşılık gelen dönemini Bursa Erkek Lisesinde sürdürüyorum. Okulumuz öğretmenlerinden Hasan Turyan’ın öğrenciler arasındaki lakabı "Senturyon" olmaktadır. Hatırlayanlarımız olacaktır. 1980’lerin başlarında popüler bir uzay dizisi vardır; Savaş Yıldızı Galactica. Dizide robot teknolojisinin son harikasıdır Senturyonlar. Açıkçası ismin yaptığı bir çağrışımla beraber öğrenciler arasında saygıdeğer hocamız hakkında, bugün Senturyonun sınavı var şeklinde sözler dolaşmaktadır.
Orta ikinci sınıfta Beden Eğitimi dersimize giren Nurullah İvak ise mazisinde çekiç atma dalında 1960’lı yıllara ait Türkiye çapında dereceler bulunan bir sporcudur. Bize derse gelmesi açıkça 1979-80 ders yılıdır. Hocanın üç tane karne notu vardır. 8,9 ve 10. İyi yapana 10, orta karar yapana 9, yapamayana ise 8 vermektedir. Kendi usulünce yapanla yapamayanı böyle ayırmaktadır. Beden Eğitimi dersini not üzerinden almayan, sporseverliği ve yaşam boyu spor düşüncesini aşılamak isteyen bir kafa yapısı görmüşümdür kendisinde. İnsan ilişkilerinde dalağını sökerim, ciğerini sökerim tabirlerini çok kullanmaktadır. En çokta bana yönelik bir hitabıyla hatırlarım. Üniversitede iken bir gün karşılaşırız. Çok zayıftım o zamanlar, bir deri bir kemik. Hani fahrî Kenyalı desem mübalağa olmaz. Eski hocam tebessüm ederek, ne ulan öyle gebermiş gibi duruyorsun demez mi? Şüphesiz samimi bulurdum o tip hitaplarını. Halen rahmetli hocamızı tebessümle hatırlarım.
Fen bilgisi dersimize orta ikinin ilk döneminde giren öğretmenimizle ilgili ilgi çekici olaylar hatırlarım. Derslerde sık sık fıkra anlatır ve annesinden söz eder. Ben bir yerlere geldiysem annemin sayesinde demesi hatırımdadır. Bir gün bana sorduğu bir soruya yanıt veremeyince, defterine eksi işaret koyduğunu belirtmesiyle beraber keyfim kaçar ve gözlerim nemlenir. Öğretmenimizin bir an bana alttan bakışıyla birlikte yarım artı demesi bir olacaktır.
İlkokul yıllarımız mı? Elbet bambaşka bir alemdir. Bir başka aşka davet eder insanı. Sözgelimi, birde dersimize giren hanım öğretmenimiz çizgisiz defter kullandırır. O zamanlar satırlarım bayır aşağı gitmeye öyle bir alışır, yıllar yılı da düzelmez. Şüphesiz bu durumda benim çaba göstermeyişimin rolünü de yabana atamam. Fakat, öğretmenimin bir 23 Nisan günü elini öpmeye evlerine gitmem vesilesiyle bana pasta ve limonata ikram etmesini de unutamam.
Dördüncü sınıfta delişmen bir bayan beden eğitimi öğretmenimiz vardır. Gösterdiği hareketleri yapamayan öğrencileri eşleştirir ve birbirlerine tokat attırır. Duyduğumuz kaygıyı hatırlarım. Birbirimizin eline sarılır, gözlerimizi kısarak yüzümüzü çekeriz ya da duurr! Önce ben vurayım deriz. Bugün geriye dönüp baktığımda komedi olsada gerçekte o gün yaşadığımız tam bir trajedidir.
Benzerlerini sizler de hatırlamaz mısınız? Açıkçası hayali cihana değer örneklerdir. Meşhur bir romanın adıyla o dönemler yaşam başka yerdedir. Apayrı bir zamanı yaşar ve yaşatırız.
L.T.