YALNIZ ÖLMEK
Daha yedi yaşlarında bir çocuktum. Hayal meyal hatırlıyorum. Köyün tek gözesi olan, köy çeşmesinin çaya kadar su taşıyan arkında biz çocukların tek oyuncak yerleriydi. Kışın dereotu, maydanoz ve kendiliğinde yetişen pancar otlarını toplardık, yazın ise kil toprağından oyuncaklar yapar oynardık.
İnce bir şeritten kavisler yaparak suyunu çaya bırakan bu arkın içinde gün boyu oynamıştık. Güneş batımında, üstümüz başımız çamur içinde evlerimize dönüyordük. Eve dönerken, ablamdan işiteceğim azar ve köteğin acısını hesaplamakla başım önümde eğik bir şekilde avlu kapısına dayanmıştım.
Korkulu ve sessizce avludan girmiş ta elbise dolabımızın olduğu odaya, hiç kimseyle karşılaşmadan geçmiştim, sanırken... Derin bir nefes almamla beraber, ablamı köşede oturmuş buldum! Korkuyla karışık bir yalvarmayla:
“Abla…! Ne yapıyorsun?”
Ablam nemli gözlerle baktı sonra ivedice gülümseyerek, boynuma sarılmıştı. Bense donmuş ve donduğum kadar da şaşkınlık içindeydim.
Kızmamış ve hemencecik, üstümdeki çamurlu elbiselerimi değiştirmiş bir yandan da söylenmeğe devam etti:
“Duydun mu, Selim delirmiş, diyorlar”
“Selim, kim abla?”
“Ah, kafam… Nerden tanıyacaksın ki, komşu köydendir Selim. Geçenlerde onu cinler alıp kendi cinsinden bir periyle evlendirmişlerdi!”
“Ya…!”
“Selim, artık dünyayla ilgisi kesilmiş, artık o ruh âleminde yaşayacak”
“…”
“Baba, onu bugün şehirde görmüş, Selim, Selim diye seslenmiş… Fakat o babama dönüp de bakmamış bile”
“Abla, Cinler nasıl bir şeydir?”
“Neyse… Gel bakıyım, bu üstündeki çamaşırlarını çıkarayım, sonra doğru banyoya…”
***
Selim’in yaşamı, hep başkaları tarafından örselendiğini düşünüp durdum. Sanırım birkaç yıl sonraydı. Onu “Mardinkapı” semtin değirmenler tarafından “Balıkçılar Başı’na” yürüdüğünü görmüştüm, arkasında bir kaç haylaz çocukların, çimdikleyerek, canını acıtarak ve alay dolu sözlerle onu rahatsız ettiklerini gördüğümde; koşup çocuklara kızmıştım. Çocuklar her biri bir yana kaçarlarken Selim’in bana hafifçe gülümsemesini fark etmiştim.
Selim, uzun, kirli saç, sakalla, başı hep dik yürürdü, vakar bir duruşu vardı, onu asla boynu bükük olarak görmemiştim. O gün de üstünde belki yıllarca giydiği oduncu gömleği ve hareli yırtık-pırtık kazağı üstündeydi. Bir yandan da bir eliyle şalvarın geniş ağzını kavramış yürüyordu…
Yalnızlığın ve korkunç tadı olan hayatın örsündeymiş bir hal vardı.
Selim, ketum biriydi. Yeme içmesi için ihtiyacı kadar alır kesinlikle fazla almazdı. Elinde bir parça ekmeği varsa, ne yaparsanız yapın bir parça daha almazdı. Zaten, gelecek kaygısı olmayan biri için de buydu, karnı toksa fazlaya ne gerek olacaktı
O gün onu akşama kadar izleme kararı almıştım. Onu hemen yanında olmama rağmen benimle konuşmuyor fakat ara sıra gülümsüyordu. İyi, varsın konuşmasın… Hayat hikâyesini merak ediyordum fakat hayatını anlatacağına dair bir ipucu da yoktu.
Tarihi balıkçılar başı postanesinin orda kendini akılı sanan bir yaşlı:
“Selim, cinlerle aran nasıl, çoluk çocuk! Nasıllar?”
Yaşlı adam, kendince şaka yaptığını sanıyordu.
Selim’den tepki beklerken, o sessiz kalmayı yeğleyip umursamıştı bile. Yaşlı adama yüzümü ekşiterek tepkimden, adam bana:
“Selim arkadaşın mı?”
“Evet, arkadaşımdır…”
“Deli ile çıkma yola, başına getirir bela”
“…”
Bir cin söylemleriydi, söylenip gidiyordu. Cinlerin ne oldukları hakkında hiçbir fikrim de yoktu.
***
Selim, kalabalık insanlar arasında olmasına rağmen,hiç kimse onun dev cüsseli varlığını görmüyordu anlaşılan… Benim gördüğüm, onunla konuşmaya can attığım bu insanı acaba başkaları görmüyor muydu? Neden?
Selim, düşünce yetisini kaybetmiş, ağır bir buhran altındaydı. Hiç kimseye zararı olmayan kendi halinde biriydi. Horlanmış, itilmiş ve en çokça insan bakışların örsünden pörsümüştü.
Onun hayatıyla ilgili, o ana kadar edindiğim hiçbir bilgim de yoktu. Kuru kulaklardan dolma “Cinlerle evlenmiş bir deli, kara sevdalı.”
Onun hayatıyla ilgili bildiklerimiz, bilmediklerimizden az olduğu için onu sonsuz ve dipsiz kuyulara, terk edilmeye mahkûm bırakmıştık. Alnına bir mühür gibi yapıştırılmış “deli saçmalığı” yüzünden o artık toplum dışı bir “öteki” olmasına neden olmuştu.
Rivayetlere göre, selim’in yılda birkaç kez konuştuğuna tanık olanlar:
‘Selim, dünya, ahlak görüşlerini açıklarken, çok zeki, ileriyi gören ve toplumun geçmişiyle, geleceğiyle dair çok net bilgiler verdiğini, bir öğretmen, bir felsefeci kadar bilgili olduğunu söylemişlerdi bana.
Peki, böyle akılı ve zeki bir insanın, birden hayatla ketum kesilmesi neyle açıklanabilirdi?
Konuşmaktan çok sessiz kalmayı tercih eden Selim, ara sıra kendi kendine konuştuğunu, güldüğüne tanık olmuştum. “Kendi kendine gülene deli mi denirdi ne?”
Yo, öyle sanmıyorum, aşırı zekâlılığın dışa vurumudur bence…
“Deliye bal tattırmışlar, çarşıda katran bırakmamış” sözüne uygun bir halin olduğunu hiç kimsece görülmemişti Selim’in.
Kafama takmışım, Selim’in hayat hikayesini öğrenmek adına ne gerekiyorsa yapacaktım, yapmalıydım…
Sanırım okula gideceğim için o gün şehirdeydik, okul alış-verişi için babamla ‘Gazi caddesindeydik’ tam o sırada Selim’i karşıdan geliyor gördüm.
Babamı dürterek:
“Baba, bak kim geliyor?” babam dönüp bakmış ve gülümseyerek:
“Ah, garibim… Merhaba Selim, nasılsın yeğenim, bir ihtiyacın var mı?” sonra “Gel sana, güzel bir gömlek alayım!” dedi. Selim:
“Sağ ol amca, Allah çocuğunu bağışlasın” deyip, kirli, yağlı ve kömür kokan elleriyle başımı okşarken “Ne giysem, kendimi çıplak hissediyorum” demişti Ben çok şaşırmış ve adeta dona kalmıştım; Selim konuşmuştu! Demek isteyince konuşuyormuş… Fakat neden hep susuyordu, neden kendini çıplak hissediyordu?
“Baba, Selim konuştu!” hayretimden ve yadırgayarak:
“Oğlum, Selim dilsiz değil ki… Sadece ruh âleminde, perilerle yaşıyor!”
“Of Baba, nedir bu cin hikâyeleri ve Selimden ne isterler?”
Babam, evde bana Selimin hikâyesini “karınca kararınca” bildiklerini anlatacağına söz verdi. Tabi, benim Selim’e olan ilgimi bilmiyordu ve kaygılandırmıştım onu. Akşama yakın işlerimizi bittirmiş köye dönmüştük. Köye vardığımızda akşam ezanı okunuyordu. Babam ilkin abdestini tazeledi, ibadetini eda edip hazır olan sofraya oturdu.
Yemeğe koyulduk, bir yandan da babamın anlatacağı Selim’in ilginç hayatını merakla, sabırsızlıkla bekliyordum.
Babam, sabırsızlandığımı fark etmiş ve hemen başladı anlatmaya:
“Selim, bir zaman köylerine komşu olan bir köyde bir kızı sever. Uzun süre bunlar görüşüp evlilik hayalleri kurarlarmış. Birbirlerini çok severlermiş. Bir yıla yakın aşk yaşarlar, o zaman sevgililerin el ele tozup gezebileceği yerler olmadığı gibi, çevrenin yadırgamasına sebep olurdu. Gizli gizli, birbirlerine tarak, ayna veya mendil gönderip mesajlaşırlardı. Bazen dere başlarında, köy çeşmesinin etrafında buluşurlardı. Bazen küçük kardeşlere iş düşerdi tabi o da küçük rüşvetler karşılığında:
“Ablana söyle, dere başında bekliyorum!” gibi kısa notlarla…
Küçük kardeş haberi uçurup, evden de harçlığını alıp bir kenara çekilir, bir başka posta için hep hazır beklerdi. Âşıklar konuşmaktan çok gözleriyle konuşurlardı, birbirlerine dokunmak yasaktı; evlilik olmama ihtimalleri olduğundan böyle bir yakınlaşma günahtı. “En güzel aşk dokunulmadan, gözleriyle, bakışlarıyla yaşanan aşklardı” çünkü
Nikâhsız dokunmaklık, abesti.
Günlerden bir gün kızın babası, haberdar olur. “Kızımı asla ona vermem” diye inat etmiş. Güzellikle, baskıyla selim’in ailesi kızı istemişlerse de ret cevabı almışlar. Kızın babası, sonunda Karaca dağ’ın eteklerinde yaşayan bir aileye kızı gelin gönderir. Selim, bu olanlardan sarsılır ve dibe batmaya doğru gider olmuştu. Herkesten kaçar ve ketum bir tutum içine girmişti. Kendini soyutlamanın bilincinde de değildi. Bir yıl sürmüştü bu yarım delilik fakat gelen bir başka felaket sonunu hazırlamıştı. Selim’lerin bir de “kan davası” vardı. Bu dava uzun süre yatışmış gibi görünüyordu. Öyle sanıldığı için Selim’in abisi A…, bir gün tarladan eve döndüğü bir sırada, kan davalıları onu bineklerine almış, o da tereddüt etmeden binivermişti. Kan davalıları, onu binekleriyle mağaralara götürüp, tenha bir yerde onu öldürmüşlerdi. Tabi hemen ardında iki köy( Ö…ve C…köyleri) birbirine girmiş, sıcak çatışmalardan iki ölü verilmişti. Akan kanlar durulmayınca Selim şehre gitmiş, o gidiş o gidiş… O günden beri Selim köye ayak basmadı.”
“Baba, hepsi bu kadar mı?” biraz somurtup “Hani cinlerle evliği!”
Babam, kaldığı yerden devam etti:
“Annesinin anlattıklarına göre, bir gece apansız Selim uyanmış, kendi kendine konuşur halde bulmuş. Sonra evden çıkmış Krakkızı mağarasına doğru koşmuş! Annesi peşinde… Derken o gece karanlıkta selim’i kaybetmiş. Bir hafta süreyle aramalara devam edilmiş. En sonunda onu krakkızı mağarasında, saçını, başını yolmuş olarak bulmuşlar, eve getirmişler. Selim’i zincirlerle bağladılar olmadı. Korkutma, baskılar çare olmadı. Birkaç hocaya baktırmışlar. Hoca onlara, “Selim artık bu dünyaya ait değildir, Cinlerle evlenilmiştir!” Cevabını almışlar. Doğrusu ilginç olduğu kadar, beni de üzmüştü neden bir doktora götürülemediğini hep merak ediyorum hala.
Selim’in yaşadığı gerçek bir hayat hikâyesiydi, selim bir kez yıkılmışsa ailesi onu her gördüklerinden bin kez ölmüştür diye düşünmeden edemiyorum.
***
Selim’in beş yıl önce öldüğünü duymuştum. Uzun süre ben memleketimden uzak kaldım. D…’a her geldiğimde önce onu sorardım çevremdeki insanlara “Selim nasıldır, hala ayakta mı” diye
Yalnız ölmek…
Bazı ölümler vardır, insanı ya bir otel odasında ya da tenha bir yerlerde yakalar. Bazı ölümler de tenha bir kırsalda, kurda, kuşa yem olabilecek yerlerde… Oysa en güzel ölüm, insanı kendi evinde, yatağında ölürken sevdiğimizin gözlerimizi kapatmasını arzularız. Elvedasız bir ölüm acıdır…
İncinmekten gelen acılar, elvedasız gelen ayrılıklar, yalnız kalmakla gelen ölümler…
En sonunda mabutluk aşkların düştüğü yeri yaktığı, kül eylediği gönüllerden; elinden olmayan bir oyunun bitimiyle kalakalırsın. Bir de en çok sevdiklerimizin vurup yaraladığı, yaralarla debelenip dururuz.
Hayata en adaletli sıra, doğum ile ölüm sırasıdır. Azrail, can alırken, genç-yaşlı, yakışıklı-çirkin, yoksul-varsıl ve çocuk ayrımı yapmadan alıyor! Hiç kimsenin, yanında bir mendil bile götüremediği o mezarında yaptıklarıyla hesaplaşır.
Selim, altmış yılık bir yaşamın nerdeyse kırk yılını, sokaklarda yalnız, giyitsiz, yarı aç sefilce bir hayat yaşamıştı.
Peki, neden?
X coğrafyasının, kırsal alanlarında yerleşim birimleri olan köylerde hayat, derebeylik olup, feodal bir sistemin hüküm sürdüğü yerlerdir. Benim de bu sistemin olduğu yıllara tanıklığım vardır.
Birbirlerini sevmek bile tabuydu, namus kavramlarını irdelemekten çekinen sözde hocalar, şeyhler ve ağalar… İşlerine geldiği gibi köylüyü eğip bükebiliyorlardı. Kendilerine geçmeyen töre yasaları, köylüye acımasızca uygulanıyor; can ve mutluluklarını satın alabiliyorlardı. Büyükler tarafında evlendirilen gençlerin nerdeyse hiçbir seçme hakkı yoktu. Berdel, beşik kertmesi, görücü, kan temizleme evliliği ve orantısız yaş evlilikleriyle mutsuz bir hayata atılıyorlardı. Yani, mutsuz çiftlerden mutsuz çocukların çoğaldığını ve toplum çekirdeklerini oluşturan çocuklar, sağlıksız ve şiddetlere maruz olarak topluma karışıyorlardı. Mutsuz bireylerden mutsuz bir toplum çıkar!
Selim’in kırk yılının mecnun yaşamasının hesabını kim verecek? Geçmişin tüm kötü izlerini kim silecek?
Sevmekle başlayan bu yalnızlık ve sonra kan davasının getirdiği ölümlerle kendini sokaklarda bulan Selim’in cürümünü kim üstelenecek?
yazılacak
Not: Bu gerçek yaşamış bir olaydır, dilim dolandığınca, “karınca kararınca” gördüklerim ve onu her gördüğümde hissettiklerim olup, sadece Selim’in hayatının az bir kesitinden yararlandım.
Ruhu şad olsun, mekanı cennet olsun
X coğrayamdan hikayeler
ZorDem
Not: Resim alıntı olup, temsilidir.
YORUMLAR
Allah Rahmet eylesin.
söylenecek çok şey var aslında
her kabuğumuzun altında binlerce yara
mesleğim gereği cok hayat biliyorum
cok hikaye öğrendim
çok acı tanıdim
binlerce hüzne degip geçtim
Bu nedenle susmayı en çok kendim biliyorum artık
güzeldi yazı. Ozlemisim okumayi
sagolasin guzel insan
Selam ile.
Kurgu olmasını dilerdim, demeyeceğim çünkü hayat gerçek anlamda acımasız insanların hükmünde deşifre ediyor saf ve yalıtılmış yürekleri.
Mütemadiyen sorgulanıyor insan bırakın yaptıklarınızı yapmadıklarımızdan bile sorumlu tutulurken bu bağlamda sonsuza kadar susacağım hele ki ağzınızdan çıkan tek bir kelimenin bile hesabını veriyorsanız.
A'dan Z'ye suç unsuru ki kılık kayafetinizden tutun düşünceleriniz bile okunmaya çalışırken.
Korkmak mı? Asla sadece benliği koruma iç güdüsü.
Bu bağlamda edebiyatın ve dostluğun tadını duyumsuyorum gerek yazma gayretimle gerekse dünyanın hala yaşanabilir bir yer olduğunu gösteren asil yüreklerle.
Ben tüm yüreğimle kutluyorum yazınızı: Nüktedan daha doğrusu üzücü bir öyküydü ve ne yazık ki değerlerimizi korumak adına inanılmaz bir savaş veriyoruz lakin mecburuz da: öncelikle Yaradan'ın nezdinde akabinde kendimiz için ve tabii ki bizi bilen ve seven dostlarımız adına.
En nefret ettiğim ise insanların birbirlerinin arkasından atıp tutması.
Çok uzattım affola ama yazının etkisi ile nemlendi de gözlerim.
Kutluyorum bir kez daha gerek etkin gerekse duyarlı kaleminizi ve yüreğinizi.
En samimi saygı ve selamlarımla efendim.