- 1120 Okunma
- 8 Yorum
- 4 Beğeni
'51650'
Dert arkadaşım, şimdi güzel bir yarına uyanacağımızı iddia etmiyorum ama seninle beraber olmaktan yine de mutlu olduğumu söylemeliyim. Uygunsuz vakit filan değil. Şemsiye altı edebiyatı yapanlar buradan geçeli çok oldu. Vakit meczup edebiyatı; mutluluk filan maksat değil. Biraz huzur. Huzur Allah’ım. Yüreği yanmayanları tapınaklardan kovacaklar.
Telefonla konuşmuyoruz. Konuşuyor gibi yapıyoruz. Çoğu zaman böyleyim. Konuşmuyorum. Konuşuyor gibi yapıyorum. Konuşmanın faydasını şimdiye kadar hiç görmedim. Dert. Arkadan gelen tilavet rahatlatıcı. Sıra kısa surelere geliyor. Beyyine ne hoşmuş, denize bakarken Duha okumalıymışsın ve yeni bir şey aldığında Kureyş oku ki bereketlensin. Küflü bir bedene sahibim. Bedi olması gerektiğinden fazlasıyla haklı. Akıl aramanın bir faydası yok. Yarın bahar gelecek ve ülkü olarak dünyaya yeni bir güzellik sunacağını iddia eden matematikçinin formülleri pencerenin camından silinip gidecek. Yaşamak için bir formül aramamış arkadaşın hazin sonu o rakamların ve işaretlerin içinde duyulmuyor bile. Bazı zamanlar kahvesini makinada yaptıktan sonra formüllerle dolu cam kenarının karşısındaki antika koltuğunda oturup, düşünüyor gibi yapıyor. Aslında hiçbir şey düşünmüyor. Böylece rahatlıyor. Bunun farkında mı; hiç düşünmedi. Yine de kahve bitecek. Pencerenin ardında sigara içip tekrar kâğıtların yanına dönecek. Beş yüz top kâğıdı iki ayda bitiriyor.
Ben telefona dönüyorum. Salonda geçen gün çorapları birleştirip maç yapmıştık. Japon kalelerimiz çekiciydi. Birimizin kalesinin direğinde bilgisayarın kasası vardı. Diğer direk sandalyeydi. Onun kalesi kapı boşluğuydu. Kışlık çoraplarımızı birleştirip maç yapmıştık. Terlemiştik. Birimiz kanepenin bir ucuna, diğerimiz halıya uzandı. Ben halının üzerindeydim. Halıyı koklamaya başladım. Dört senedir yıkamaya verilmemiş olsa da hala kötü kokmuyordu. Zaten ayaklarımız temiz koktuğu için şanslı sayıyorduk kendimizi.
Haftalar geçti. İçimizden biri çift kişilik yorganın içine girdi. Kalorifer peteğini boyadı. Perdeleri yeniledi. Camları sildi. Şifonyerin üzerine örtüler serildi. Dolabın sol alt bölmesine yazmalar dizildi. Rengârenk lifler yazmaların yanına üst üste itinayla koyuldu. Dolap tazeydi. Yazmalar tazeydi. Oyaları daha tazeydi.
Güneşi gözden kaybettik. O gece sabaha kadar mum yakıp oturduk. Konuştu. Ben de konuştum. Onun uykusu geldi. Her gecenin bir sabahı olduğunu bilerek uyumak istedi. Ben konuştuğum için pişman oldum. Kendi karanlığımın gündüzüne varamayacağımı bilmenin verdiği sıkıntıyı hissettim. Muma elimi yaklaştırdım. Avucumu açtım. Mumun tepesine doğru avucumu yaklaştırdım. İlk denememde altı saniye tutabildim. Sonra beş. Sonra dört. Sonra üç. Sonra iki. Sonra hiç. Sıkıldım. Ölü bir kelebek gibi hissettim elimi. Kızaran avucuma baktım. Şimdiye kadar avuçladığı tüm paralardan dolayı ne kadar kirlendiğini düşündüm. Mumu yalnız bırakıp güneşe, gündüze, insanlara sığınacağımı hatırladım. Delice haykırmam, sancımın çaresinin hiç olmayacağını düşündüğüm anla bu haykırışımı sindirmem bir oldu. Işıklar var olduğunda muma da, insana da, dünyaya da ihtiyacım kalmayacaktı. Ayıplanası tarafıyla geceye sığındım. Uyumayacağım dedim. Allah’ım dedim, bu inatla senin ışığından ayrı düşmek de değil, demek istedim. El yazması manzum bir eserin harareti çoğaldı imkânsızlık çağında. Tüm olanakların var olduğu ancak hiçbir olanağın tek bir varı tümüyle yaratamayacağını anlayan çağın karanlığıyla. İşte toplulukların karanlık çağı! Kitle üretiminin deha beyinler yardımı ve yordamıyla fabrikadaki makinaların çıkardığı uğultular arasında kaybolup, hiç var olmamış gibi yitime uğradığı yerde emeğin yine de güzelliğe dair bir niyeti vardır. Ekmek, şarap, kadın ve kutlu ayinler için yakılan mumlar.
Gideceğini söylemişti. Aldırış etmedim değil ama hazırlıksız yakalandığımı yine de itiraf edemedim. Sustum. On katlı plastik bir top alındı. Yedi yaşında, dünyanın en güzel çağında bir çocuğu karşıma alıp çimenlerin üzerinde koşturmaya başladım. Sol tarafından yırtılmış sağ ayakkabımla topa her vurduğumda, hafif topun havadan çok geçmeden yere inme inadına canım sıkıldı. Neden, dedim. Neden daha fazla yükselmiyorsun? İnat etme, haydi çık! İnme buraya bir daha. Kürenin dışına çık. Özgürsün diyorum sana. Özgür, hür ve istediğin gibi süzül! Yedi yaşındaki çocuk yorulmak bilmiyordu. Oynamak, oynamak, oynamak istiyordu. Yedi yaşında ölü bir eşek arısıyla aramızda geçen konuşmayı hatırladım. ‘Eğer yaşasaydın beni sokar mıydın?’ diye soruyordum eşek arısına. Cevap vermiyordu. Avucumda nasıl da büyük duruyordu. Safinaz teyze ‘eşek arıları sokmaz, sana zarar vermez’ dese de, o kadına hiç güvenmiyordum. Oğullarının fotoğraflarını caddeye bakan odanın duvarına asmıştı. Gözlüklü oğlunun çok zeki olduğunu düşünüyordum. Gözlüğü vardı. Saçlarını taramıştı. Gülümsüyordu. Zekice gülümsemesi vardı. Herhalde büyük bir adam olacaktı. Gözlüğü onu büyük bir adam yapacaktı. Safinaz teyzenin elleriyle bahçesinden topladığı güllerden annem reçel yaptı. Bir daha yediğim hiçbir gül reçelinden tat alamadım.
‘Neden oynamıyorsun benimle’ dedi çocuk. ‘Yeter’ dedim, yeter, bak, yeter. Lügat diyorum, şimdi anlamıyorsun, olsun ama yeter. ‘Biraz daha oynayalım.’ Tamam. Hadi kale yapalım. Çınar ağacıyla sarmaşık arasında mesafe normal futbol sahalarındaki kalelerden büyük. Kaleyi senin için beşe bölüyorum. Ölü fidanlardan birini çıkarıp iki tanesini toprağa gömüyorum. İşte bu senin kalen! Geç kaleye. Hop, vuruyorum, vuruyorum. Kurtardın. Aferin sana! ‘İri adam, biraz da sen geç kaleye, ben de sana atacağım gol.’ Benim kalem biraz daha büyük olsun o zaman. Muhterem, çok değerli devlet büyüğümüzün karşısında bu hareketler abes gelebilir ama o da ömrünün orta yaş krizinde şu aralar. Devlet işleri kimin umurunda? At topu. Atıyorum. İyi vur topa. İyi vur. Hadi. Vuruyor. Bilerek yemeyeceğim o gölü. Vur topa haydi. On katlı plastik top, hey maşallah! Ne yakışıyor yedi yaşındaki bir çocuğun ayağına! Devlet gol yese de, bir bahane her zaman vardır. Ayakkabım artık kullanılamayacak halde. Son kez bakıyorum ona. Sevgili ayakkabım, beni yağmurda, çamurda koruyamasan da, seni hiç unutmayacağım. Son kez vuracağım topa. Son kez. Biraz sonra Körfez’in fay hatlarında yaşanacak kırılmayı kalbime anımsatacağım. ‘O da ne’ diyecek, ‘ben kırılırsam sen o zaman dünyanın halini gör!’
‘Oltan hiç ayakkabıya takıldı mı’ diye soruyorum balıkçıya. ‘Memleket neresi’ diye soruyorum, ‘Tunceli’ diyor. O günden sonra şiirleri ne zaman okusam, denize ne zaman hiç kullanılmayacak bir taş atsam, mutsuzluktan ölen insanların arayışlarına tanıklık etsem, üstüm başım kömür koksa, hacamat yapılmış bir sırt gibi tenime yapışacak kıyafetten korksam, çılgınlık olacağını düşünüp, cüzdanı ve telefonu çıkarmadan denize atlamak istesem, bir kedinin ağzından öpsem, Tuncelili balıkçıyı arıyor gözlerim. Hiç ölmeyecekmiş gibi orada dursun. Öğlen üzeri gelip, akşam ezanı okunacağı vakte kadar dursun kıyıda. ‘Bu aralar artık balık olmaz burada.’ ‘Neden?’ ‘Deniz iyice soğuyor. Balıklar diplere, sıcak taraflara doğru kaçıyorlar. Burada tek tük artık, yakalayabilirsen o da.’ Ellili yaşlarda, yüzündeki gökkuşağı renklerini hayata armağan etmiş bir kadın soruyor denizdeki kuşları gösterip:’ Bunlar karabatak mı?’ Yarım dakika boyunca bana bakıyor. Konuşacakmış gibi yapıyorum. Bir süre sonra cevap vermem için hareket ediyor, parmağını indiriyor. Birisi kaz sesi çıkarıyor. Başka biri ördek. ‘Bilmem’ diyorum, karabatak mı, karatabak mı; bilmiyorum. Anlamsız bir konuşma geçiyor aramızda. Kadın aldığı yanıtla hayatının sonuna kadar mutsuz yaşayabileceğini gösteren bir edayla ‘iyi günler’ diyor ve çekip gidiyor. Çekip gidiyor. Vücudunu çekiyor olduğu yerden. Dünyanın merkezkaç kuvveti kadının olduğu yerin en aşağısında. Durup, dinlese, hayatının manasını bir an için yakalayabileceğine inanacak gibi. Arıyor. Biraz sonra dudakları akvaryumdaki japon balıkları gibi açılıp kapanan genç bir kız geçecek yanından.
Münker ve Nekir ile görüşme saati yaklaşıyor. Eziyet ediyorum kendime. Kinsizim. Kan üzerine parfüm dökmüş pantolon aralıkları Freud mağazasının önünden geçip, gidiyor. Afiyetle gözlerinin güzelliğine vurulduğum soğuk bir ruhun gönlünü cehennem soğuğu doldurduğu yer de batıl bir kuyuya saplanan güzel ellerinin tarikatsız kalışına vicdanım katlanamıyor. Bu bela bataklığında kim daha özgür kalabilir? Küfür ülkelerinden selamete erişen bir kitabı şimdi kim aşkla okuyacak? Aldan, aldan, aldan ve bataklığa saplanan ayaklar kimin umurunda. Fazlasıyla konuşmak istemiyorum bu konuda. Benim hidayetsizliğim dalalet elinde köleleşmekten öte, ısınmayan bir candan. Kendimi ısıtamıyorum. Hidayete ermenin özgürleştirici yanı hiç anlatılmamış insanlar buradan gelip geçiyorlar. Ne diye durup izliyorum? Bir şey söyle. Ağzın ses çıkarsın. Anlat. Mesela güzel bir şeylerden bahset. Yetimhanenin anneleri arasında büyümüş bir çocuğun adam olduğu zamanlar karşımda. Elinden tutacağım. Elimi göremiyorum. Ağzımı açacağım, sesimi bulamıyorum. Kalbim biraz yakarsa. İnilti sesiyle uyansam. Kendime uyansam. Açılsa açılmayan kapılar. Haydi, ferah olana güzel dostum! Nerede kaybettim irşadı? Kalbim kurudu. Çöl bile utanır tasvirini duyunca. Esrik eskiliğin yıkıntısında bir yerlerde canlı olmalı. Çaresiz çevre eğilimlerinde, yanılsamalarımın boyutuna suç olarak bakıyorum. Korkumun kokusu baş döndürüyor. Ötede modernlik var. Kof bir mistikliğin sağlıksız ilişkisiyle pozitif sorular sormanın fantastik olacağını hor görmüyorum. Her ölümlü için gerekli bir şaşırtmaca ama asla gerçek acının yollarına akmıyor kanlar. Haydi gidelim. Nereye? Bana soru sormayı bırak. Yanımda dur. Takip etme. Önüme geçme. İtiraz etme. Şeytani acıların mükemmelliğinden tiksindiğimizi başta itiraf etmiş olalım. Yan yanayız. Sonsuza kadar insanın var olma hüznüne talibiz. Eğer sanrıyla görebilirsek, bir his üzerine konuşup, durduğumuz an da bizi ilgilendiren bir hikmet çeşmesine avuç açabiliyorsak, lezzetlidir her acı.
Ben sana âşık değilim. Sonsuz bir yaşam öncesi katlanabildiğimiz katlandığımız ve derilerimizin mahvına sebep yılların sonsözü bu olmalıydı: Ben sana âşık değildim. Tasvir ölümlüler noktasında cevap aramaktan yorgun. Çehremin tasavvuru çevrenin sessizliğiyle doğmuş. İki ucu da aynı kutba sahip yaratığın terör vadilerinde onuru kurtulmuş bir düşünceyi aydınlattığı çağda sakin olmaktan kimse söz edemez. Kime âşıksın? Ne sana, ne de başkasına âşık olabilirim. İçsel yakınlıktan türeyen samimi bir düşünceyle büyüyen sevgiyi adileştiren bir yapım var. Bu iradeyle açıklanabilir. Kolaylıkla yitik cennet muhabbetleri sonrası görüşsüzlük heykellerinin sütunlardan ibaret kaldığı şehirlerin kapısında bile estetik vardır. Göstergelere inanıyorum, bir mit var etmekten yoksun ve yorgun ruh için kanı sıcak bir aşk tahayyül edilemez. Benim hayalini kurduğum sevginin göstergelerine inanıyorum. Bir gün ortaya çıkabilir; Doğulu çehresiyle kutsal Meryem’e övgüler dizdiren Rahman cemali.
(Ah zavallı Meryem! Boynu bükük, inleyen, gözyaşlarından ötürü gözleri acıyan, sızlayan Meryem. İmtihanının sırrına erişemiyorum. Allah’ım, güzelliği en güzel haliyle var edensin. Güzelliğinle senden diliyorum.)
Bana fazlasıyla ifade hakkı tanıdığı günden beri hiç süre konulmadığını, zamanın sonsuzluğa bağlanacağı güne kadar eğilimlerimin taş kesildiğini söyleyip duruyordum kendi kendime. Zavallı soytarı bahanem. Kendime acıyamadığım için eğilimlerim içerisinde kumu dahi kuruttu ateş. Cam olmaya yakın, yüzünün mahvına korkup, yalnız bıraktı. Öyle bir susayış ki, sürahiyi görünce dermanı kesildi. Lal oldu zamanla her şey. Sihir güzelliğin kendisindeydi. Aksine düşüp, gölgesine takılıp aldananlardan olunca, pişman olmak geldi akla. Ah düşünemeyen, sonradan anlayan, ders çıkarmakta bile bir Roma kölesinden daha zayıf hür iradesi olan akıl! Ne işe yaradın şimdiye kadar susayışı arttırmaktan başka?
Edebiyatsız, şiirsiz, sanatsız, ışıksız, alaycı bir dinin hutbesini dinliyorum. Bunları kültürfizik hareketi olarak kabul edebilir bu işlerden hiç anlamayan bir yabancı. Biri bağırıyor arkadan: ‘Sağ taraf boş, durmayın orada. Namaza başlayınca sıkıntı olmasın. Şuraya geç arkadaşım. Sıklaştırın safları.’ Kâğıdın üzerinde yazılı olan sözlerden ne kalbe ne de güne dökülecek bir öneri var. Hissizliğimin boyutunu nasıl anlatsam? Köpeklerin misal verildiği kabuklardan biri miyim, yoksa köpeklerin peşi sıra kabuklara talip bir yıkıntı mı? Karşıdan bakmalıyım. Yerin dibine girmeliyim. Yerin bin kat dibine. İnsanı unutmuş ağızdan çıkan İslam kelimesinin ürküttüğü topluluk var az ötede. Haydi, bizi de kurtarın! Sizi, bizi, hepimizi kurtarın! Pis oyunun içerisinde, caminin betonundan soğuyorum. Şu katlardan, villalardan, bahçelerden, kaldırım taşlarından, plakalardan, tenekelerden, direklerden, insanların ellerindeki çantalardan, poşetlerden. Tanrının erimiş, bir sızıntı uygunluğuyla dahi olsa akan berraklığını görecek gözlere sahip değilim. Bu manzarada yerim sokak başlarında yorgun bir işçi gibi hayattan emeklisini arzulayan demirden çöp kovaları. Bıyıklı kardeşlerim, ben geldim. Burada bulabilir miyim?
Sayıklamıyorum. Bir şey aradığım da yok kirli, yıkanması mümkün olmayan kelimelerle. Dünyadaki her zorluktan daha zor geleni düşünmeye başladığım andan beri böyle oldu. Yüzüm, ellerim, gövdem değildi asıl kirlenen. Görünebileni kirletseydim, tedavisi basitti. Katlanma zorluğunu umursuyorum. Artık daha düz olmanın, açılmanın, yeri geldi mi aynı membadan ama farklı coğrafyalarda leş olmadan suya karışmanın farkını bulabilmek, bu farkla yaşayabilmek daha önemli olamaz mı?
Herkes ve her şey gerektiği gibi bitip, kendinle kaldığın zamanlarda yine de yalnızlığından başka bir şey olmalı diye düşündüm. Avucumda olabilirdi. Avuçlarımın arasında, parmaklarının titreyen uçlarına dokundurduğum ve beni avutacağını düşündüğüm. O çuvallara sımsıkı bağlanıp, tuğlaların içine gömülmüş yalnızca gençliğim değil, bir çağ diyorum. Bir gün insanların esefle anacağı ve tüküreceği bir çağ. Çuvalların içindekileri çıkarın. İpleri çözün. Çözün diyorum. Bırakın, biz çözelim. Şeyler işitirken, işitebiliyorum evet. Yitik o sesin gezegenler arası gözden kaybolduğu çağda işitebiliyorum şimdi. Bir çan tokluğu ve yankısında değil, daha berrak, ısıtan, susamış olanları, hiçbir suçu olmayanlar için çalan müzikten bahsediyorum. Biraz daha yaklaşmalıyım. Biraz daha.
Gerçek felakete ilgisiz kalanları kudurtacak belalar... Bir gün onlar için de söz yazacaklar.
YORUMLAR
"memleket neresi?" diye soranlara 'dünyalı değilim, uzaydan geldim' diyorum artık...ki 'anne ben nasıl doğdum?' sorusuna, ' seni leylekler getirdi kızım' masallarıyla hãlã uyutulan çocukların yanında benim bu cevabım daha gerçekçi duruyor sanki..bi anım var...çok anım var ama bu konuyla yani 'nerelisin' sorusuyla silkelenip savrulduğum çok olmuştur...hatta cevabı verdikten sonra selamı kesenler de gerçek yüzlerini gösterip, uzaklaşanlar da oldu...adettendir zaten mutlaka sorulur...hayır bilsem ki daha çok yaklaşıp, kaynaşacağız birbirimizle...yok öyle bi niyeti de yok aslında kimsenin...ama mutlaka sorulur kaşla göz arasında hep bu soru...hatta bi ara kafama bile takmıştım 'orası neresi hiç duymadım!' diyenlere göstermek için bi haritayı dörde katlayıp çantamda gezdirmeyi istemişimdir...lazım oldukça çıkarıp parmağımla gözlerinin içine sokardım hiç değilse...ama en can alıcı nokta yani benim en ilgilendiğim kısım ise cevabı aldıktan sonra takındıkları tavır ya da yüz mimikleri olmuştur hep...hayal kırıklığına uğrayanların yanında 'biz de yabancı sayılmayız' diyenlerin de varlığı yok mu tepem atıyor...sanki daha fazla sempati duyacakmışım gibi...aslında yüzlerine haykırmak istiyorum...'ben hiçbir yere ait hissetmiyorum kendimi...ne sizdenim..ne ondan bundan!.. beni de ötekileştirmeyin..çekiştirip durmayın arkadaşlar!' diye...ama bazen de kürt damarım tutuyor...asıl köküm oysa zaza...neyse yazacağım anı arada kaynadı...
"nerelisin?"
- dersim
"orası neresi daha önce hiç duymamıştım"
-bildiğiniz tunceli...(orası da yakında silinir haritadan...hani şu huzura kavuşamayan topraklar diyorum içimden...hani kendi dilimizde bile bize çok görülen topraklar var ya işte orası...öyle güzel ki...doğasıyla-insanıyla...cana yakın...bi yüzü hüzünlü ağıt yakıyor durmadan, munzur'un suyu bile kurumuştu akmıyordu bi ara...ama misafirini güler yüzlü karşılıyor hep...ateşte pişirdiği ekmeğini herkesle oturup bölüşüyor...özüyle-sözüyle bir öyle güzel insanlar gördüm ki orda anlatmakla olmuyor...gidip görmek lazım)
Öhhööö olması gerek Hasan Hüseyin Korkmazgilin Mizahi yazılarının olduğu bir kitap. devlet gol yemez elbet kardeşim içinden çıkılmaz bu işin devlet bunun bir yolunu bulur. peyderpey Winter is Coming uyuyanlar uyanacak utanarak çekecek
HakkınSesi
Patlayacaklar bir gün.
İnsanlığın posta kodu (mitochondrial ribosomal protein S33)... Ama aynı kod Niğde'nin Altunhisar'ına da aittir ve Vikipedi'ye inanılacak olunursa "MÖ 1500-1300 yıllarında bölgenin adı Anduğı olarak geçmektedir". Yine de "Son yıllarda TOKİ konutları, Şehirlerarası otobüs terminali ve Engelliler Eğitim Merkezi'nin yapılmasıyla ilçede büyük bir gelişme başlamıştır"
"caminin betonundan soğuyorum. Şu katlardan, villalardan, bahçelerden, kaldırım taşlarından, plakalardan, tenekelerden, direklerden, insanların ellerindeki çantalardan, poşetlerden"
Günde üç vakit yemeğe duran bu bedenlerin gelişimlerini TOKİ konutlarıyla sağlıyoruz; soğukluk hissi doğaldır. Saygılarımla.
HakkınSesi
Benden adam olmaz cümlesini seviyorum. Parsel numarasını dahi hayal ettiğime göre;)
Yorum içi etkileşim sağlamdı yalnız. Ben teşekkür ederim.