SUKUT / MUTSUZ RUHLAR ÜLKESİ
MUTSUZ RUHLAR ÜLKESİ / SÛKÛT
Şaziye Hanım; kahvaltıdan sonra hemşire Gülşen’in pencerenin önüne çektiği tekerlekli sandalyesinde, görebildiği kadarıyla bahçede gezinen insanları seyrediyordu. Felçli bedeninde gözlerinin dışında hiçbir organına hükmü geçmediği için yapabileceği başka da bir şey yoktu. Durumunu düşündükçe annesinin sözü geliyordu aklına; ‘’Ölüm dediğin yorgan arası değil ki girip kurtulasın!’’ Vakti gelmeyince ölünmüyordu işte. Kapısı iki kere tıklandı. Nefes nefese içeriye giren, kızı Bircan’dı. Elindeki çantasını yatağın üzerine bırakan Bircan; annesine sımsıkı sarılıp kokusunu içine çekerken yüzünün çeşitli yerlerinden öptü. Sonra ellerini tutup;
‘’Annem nasılsın bu gün? İyi misin?’’
Şaziye Hanım gözlerini iki kere kırptı. Bu evet demekti. Evet için iki kere, hayır için bir kere gözlerini kırpıyordu. Her gün iş çıkışı bu bakımevine gelir annesini ziyaret eder, bir saat kadar beraber zaman geçirir, sonra işten dolayı değil ama annesini bu bakımevinde bıraktığı için yorulmuş olarak eve dönerdi. Evlendikten sonra annesini yanına almış, bir de yatılı bakıcı tutmuştu. Lakin bir süre sonra kocası evde biri felçli dört kişi yaşamaktan sıkılmış, sürekli sorun yaratmaya başlamıştı. İstemeyerekte olsa annesini bu bakımevine yatırmak zorunda kalmıştı. Erkek kardeşi Çetin ise; kaçak olarak gittiği Fransa’da Fransız bir kadınla evlenerek oturum almayı başarmış, lakin artık Türkiye’ye pek gelmez olmuştu.
Başını annesinin dizlerine koydu. Annesinin ellerini de saçlarının üzerine koydu. Kendi eliyle annesinin elini hareket ettirerek sanki saçlarını okşuyormuş gibi gözlerini kapattı.
‘’Anne!’’ dedi sesi kırık çıkarken. ‘’Atıftan boşanmaya karar verdim.’’ dedi, sustu. Annesinin gözlerine bakmak istemiyordu. Ama zaten hareket edemeyen annesini daha fazla merakta bırakmak istemedi. Başını dizlerinden kaldırıp annesinin gözlerinin içine baktı. Kuracağı cümlenin annesinde ne hatıraları canlandıracağını, ruhunda ne kasırgalar estireceğini biliyordu. Gözlerinden iki damla yaş düştü. ‘’Anne, dün kavga ederken Atıf bana tokat attı. Sonra özür diledi ama bilemiyorum anne! Sen hep anlatırdın ya; her şey o ilk tokada karşı çıkamadığımdan oldu diye! Anne! Ne yapmam lazım sence!’’
***
Düğünün ertesi sabahı erkenden kalkmış, kaynanamın tarif ettiği gibi banyonun sobasını yakmış, bir gün önce bana dağlar kadar yabancı olan bu adamın, bu sabah karısı olarak ilk görevimi yerine getirmeye çalışıyordum. Bu gün evliliğimin ilk günü. Birazdan babamın evinden bir gurup kadın dün gecenin yüzlerinin akı olup olmadığını öğrenmek üzere kaynanamlara gelecekler, biraz oturup bir daha beni götürmemek üzere gideceklerdi. Babam evden uğurlarken; ‘’Alınla duvağınla çıktın bu evden, dönüşün kefeninle olsun!’’ dedi. Bu söz bir babanın kızını uğurlarken evine, yuvasına ısınsın, gözü baba evinde kalmasın diye adetten söylediği bir sözdür. Yatak odamıza girip kocamı yavaşça uyandırdım. ‘’sen de kimsin!’’ der gibi yüzüme baktı. Sonra evlenmiş olduğumuzu anımsamış olmalı ki yavaşça yatakta doğruldu.
‘’Banyo hazır, kimseler kalkmadan abdestini al istersen. Birazdan ev halkıayaklanır.’’ dedim Başını salladı hiçbir şey demeden. Kalktı pijamasını üzerine geçirdi. Kapıyı açıp çıkacaktı ki aniden geri dönüp bir tane tokat patlattı. Gözlerimden yaş gelmişti tokadın şiddetinden. Acıyla elimle yüzümü tutup;
‘’Bir kabahatim mi oldu Ekrem’’ dedim. Vurduğu yer alev alev yanıyordu.
‘’Töredir bilmez misin?’’ dedi. Evlendiğin gün eşinin gözünü korkutmak için erkekler bir tane vurur; ‘’Evin reisi benim! Unutma!’’ babında kadının gözünü korkuturdu. Böylece sözünün üstüne söz söylemez, sözünden dışarı da çıkmazdın güya. Lakin kocamın tokadı düşmana vurur gibiydi. Sustum. Bir şey diyemedim. Hem ne diyebilirdim ki! Yeni gelinim, adet nedir, töre nedir bilirim.
Yüzüm yana dursun peşi sıra havlusunu da alıp banyoya gittim. Önce onu yıkadım sonra kendim yıkandım. Banyonun sıcağıyla beraber tokadın yeri daha bir belli olmuştu. Odamıza gidip üstümüzü giyindik. Ben mutfağa geçip kahvaltı hazırlamaya koyuldum. O arada kaynanam da uyanmış yanıma gelmişti.
‘’Sabahın hayır olsun kızım. Maşallah erkencisin. Hep böyle ol. Her ne kadar mutfak mutfağa benzese de acemisisin buranın. Bugün ben tarif edeyim sana, sonra elin alışır zaten.’’ dedi.
‘’Tamam ana!’’ dedim başımı hafifçe kaldırarak. Yüzüme baktı, tokadın yerini gördü.
‘’Vay başıma! Adettendir dediysek düşmana vurur gibi mi vur dedik görgüsüz oğlan! Babası gibi ayarsız bu da! Tövbe Yarabbi tövbe!’’ dedi. Kaynanam benden yana konuşunca içim doldu birden sessizce gözlerimden yaş süzüldü. İyi kadındı kaynanam, görmüş geçirmiş biriydi. Elimden tutup köşedeki sedire oturttu. Kendi anam gibi konuşmaya başladı. O zaman anladım ki bütün analar aynı yürekten geliyordu.
‘’Olur bazen böyle kızım. Bizim oğlan biraz ileri gitmiş. Allah bundan sonra elini kaldırtmasın. Ben çok çektim babasından. Yerli yersiz dövdü. Döverdi, ses etmeden ağlardım, sinirlenir bir de ağladığım için döverdi. Yemeğin tuzu az olmuş, kapı geç açılmış, çocuk ağlamış, buzağı anasını emmiş, her şeye bahanesi vardı. Kaynanam da kendi kocasından çok dayak yemiş. İnşallah huy olarak babasına çekmez. Neyse ben de çekerim kulağını. Gamlanma şimdi. Lakin pek belli yüzündeki iz. Ne yapsak ki bilemedim. Birazdan anangillerden gelecekler. Ayıp olacak herkese!’’ dedi telaşa düşerken.
Böylece gelenek adı altında ilk tokadımı yedim kocamdan. Onu kızdırmazsam, dayak yemem sanıyordum. Fakat çok değil on beş gün sonra ikinci dayağımı yedim. Hem de öyle bir tokat falan değil. Resmen beni yere yatırıp tekme tokat dövdü. Sebebi ise ondan izin almadan nasıl anamlara gitmişim. Her ne kadar kendi anasının götürdüğünü, tek başıma gitmediğimi söylesem de, asıl ondan izin almalıymışım. Kaynanam yetişip elinden almasa hastanelik ederdi sanırım. Susup oturmam, yediğim dayağın üstüne bir bardak su içmem gerekiyordu. Günlerce elim yüzümdeki morluklar yüzünden dışarıya çıkmadım. Komşular ‘’Gel kız azıcık kapı önünde oturalım!’’ diye seslenirdi; ben de ‘’yeni gelinim ayıp olur’’ diyerek çıkmazdım. Yüzümün, gözümün moru geçmiyordu ki çıkayım. Çorba soğuk dedi dövdü, üflemeden yemek yedi ağzı yandı dövdü, kapı önünde ne oturuyorsun dedi dövdü, tuttuğu takım gol yedi dövdü… Bana olan öfkesi hiç dinmiyordu. Düşmanı gibiydim sanki. Üç aylık hamileydim yediğim dayakla ilk bebeğimi düşürdüm. Çocuk düşünce anasından babası iyi azarladı, bir süre elleşmedi. Bir yıl sonra şehirdeki şeker fabrikasına işçi olarak alındı. Hepimiz sevinmiştik. Köyde çok boş kalıyordu. Şimdi sabahtan akşama kadar çalışır yorulur da belki benimle uğraşmazdı. O arada yeni doğum yapmıştım. Hele çocuğun kırkı çıksın öyle götürürsün dedi büyükler. İki ay rahat ettim. Zaman geçmesin, şehre hiç gitmeyim istiyordum.
Fakat sayılı zaman dolmuştu. Şehirden bir ev tutuldu. Ufak tefek eşya alındı. Bizi de içine koyup gittiler. Şehir hayatı köy hayatından farklıydı. Allahtan bizim köyden akranım bir kız vardı komşum. Onun kocası da aynı fabrika da işçiydi. Birbirimize sırdaş olmuştuk. Öyle böyle derken şehre geleli iki yıl olmuştu. Oğlan büyümüş ben ikinciye hamile kalmıştım. Yine dayak yiyordum yemesine de sayısı daha aza inmişti. Etraftan utanıyordu belli ki! Şimdi ise önceki tecrübesinden dolayı hamile olduğum için fazla hırpalamıyordu.
İkinci çocuğum kızdı. Kızlar analarının yareni, sırdaşı olurmuş, kızım büyüdükçe bu sözün doğruluğunu daha iyi anlayacaktım. Dayağım olmasaydı dünyanın en mutlu insanıydım. Ama ben dayağı kanıksadıkça Ekrem’in elinin ayarı da iyice kaçmıştı. Bir de alkol almaya başlamıştı ki; içince sanki içinden bir canavar çıkıyordu. Yine yediğim iyi bir dayak sonrası çocukları da topladığım gibi babamın kapısına vardım. Yüzümün morunu görünce babam ağzını bile açmadı. Üç ay boyunca kaç tane elçi gönderdiler. ‘’Daha yapmayacakmış, tövbe etmiş’’ dediler. Babam; çoğunlukla anlatacaklarını bile dinlemeden ‘’benim o adama gönderilecek kızım yok, boşasın kızımı, gitsin kiminle evlenirse evlensin!’’ diye restini çekiyordu. Velâkin köy köy üstüne olurmuş da ev ev üstüne olmazmış. Benim çocuklar gardaşımın çocuklarıyla kavga ettikçe, geline bir haller oldu. Önceleri yüzünü düşürürdü, sonraları kulağım duya duya söylenir oldu. Baktım olmayacak kaynanamların son gelişinde babama; ‘’Baba, benim yüzümden evin dirliği kaçacak. Kaynanam söz veriyor, sahip çıkar. Bir daha ederse biliyorum ki babamın kapısı açık.’’ dedim. Diyemediklerimi babam anlamıştı. Gelinin huzursuzluk ettiğini biliyordu. ‘’Huzuru kaçanın evini ayırırız. Kendi evleri olur. O zamanda kimi koyup kimi koymayacaklarına kendileri karar verirler. Emme o zalimin yurduna seni göndermem.’’ dedi ağabeyimin gözlerine bakarak. Babamın beni göndermeyeceğini fakat gitmem gerektiğini de biliyordum. ‘’Babam, çocuklarım babalı iken babasız büyümesin. Yarın büyüdüklerinde ana sen de babama bir şans daha vermemişsin demesinler. İzin ver gideyim.’’ dedim.
‘’Evlat, ananın babanın canıdır kızım. Aksiyimdir ama ne ananıza ne de size el kaldırmışlığım olmamıştır. Seni ben verdim adam sanıp o ite. Kusur benim kusurum. Amma yuvamdır bir kere daha denerim dersen sen bilirsin. Burası evin. O it ne zaman bir daha elini kaldıracak olursa bekleme, gel. İnşallah düzelir diyelim, umudum olmasa da! Bir adam yedisinde neyse yetmişinde de odur.’’
Böylece düşüp peşine döndük tekrar başa. Bu sefer kış boyu kaynanamlarda bizimle kaldı. Kendilerinin yanında çok kuduramıyordu. Bahar gelince tarla tapan var diye mecburen döndüler köye. Uzun bir süre elini sürmedi. Şükür sözünü tutacak derken, erken konuşmuşum. Bir akşam yemeğin tuzunu bahane edip çocukların gözü önünde bastı dayağı. Önceleri canım yansa da ağırıma gitmiyordu. Ama artık oğlan dokuzuna kız yedisine girmişti. Onların önünde dayak yemek gururumu incitiyordu. Hiç unutmam bir akşam oğlum, gözyaşlarımı elleriyle silerken; ‘’Üzülme anne, ben de büyüyünce babamı döveceğim. Senin bütün intikamlarını alacağım.’’ dedi. Üzülsem mi sevinsem mi bilemedim. Sonuçta dayak atmak kim olursa olsun iyi bir şey değildi. Oğlumun her ne sebeple olursa olsun birilerini dövmesini istemiyordum. ‘’Büyüğe el kalkmaz oğlum!’’ dedim. ‘’Allah onun cezasını verir üzme sen kendini!’’ dedim. Sarılıp ağlaştık çocuklarla. Çocukları da dövüyordu zaman zaman. Ama ben önüne atılıyor, çocuklara vurmasına engel oluyordum. Babalarından kaçar olmuştu çocuklar. Bir an evvel onların büyümesini ve hep beraber bu adamı terk etmeyi düşünüyordum
Seneler böylece ağır aksak geçmişti. Oğlan erkek sanat meslek lisesinde torna bölümünde, kız ise yatılı hemşirelik de okuyordu. Kırk yaşın eşiğindeydim ama elli gibi gösteriyordum. Okulların kapanmasına az kalmıştı. Ekrem o gün eve erken döndü. Siniri burnundaydı yine. Ne oldu diye sormaya bile korkuyordum. Fakat işten erken gelmesi de hayra alamet değildi. Bütün cesaretimi toplayıp; ‘’Bir şey mi oldu Ekrem? Hasta değilsin ya!’’ dedim. Paketinden bir sigara çıkarıp yaktı. ‘’İşten attılar şerefsizler! Kedi yavrusu gibi kapının önüne koydular!’’ dedi. ‘’Neden ki!’’ dedim gayrı ihtiyari. Mayınlı bir tarlada gezer gibiydim. Hangi sorunun ardından patlayacağı belli olmazdı. ‘’Ne bileyim ben!’’ diye carladı. ‘‘niye çıkardıkları söylediler mi!’’ dedi. Sustum. Biraz daha evde oturup çıkıp gitti. Ertesi gün Ayten’den öğrendim benimkinin neden atıldığını. Öfkeyle eve döndüm. Avazımın çıktığı kadar bağırarak ‘’Sevtap denen kadınla fabrikada uygunsuz yakalandığınız için kovulmuşun!’’ dedim. Afallayarak yüzüme baktı. Bir anlık şaşkınlıktan sonra;
‘’Sen sesini ne zamandan beri yükseltir oldun bana! İşsiz kaldım diye mi bu tafra lan! Kırdırma kemiklerini!’’ dedi. Aldatılmak değil ama bunca yıl kahrını çektiğim bu adamın oğlundan kızından utanmadan böyle bir sebepten işten atılmasını hazmedemiyordum. ‘’Yaptıysam yaptım! Erkeğim ben erkek! Elimin kiri. Yıkar geçerim.’’ dedi. Suçlu olduğu için üzerime yürümüyordu. Yoksa ilk cümle de yerdim yumruğu. Ben de o cesaretle; ‘’Bu defa pek yıkamana müsaade etmemişler anlaşılan. Koydular kapının önüne. Elin karısı için kaç yıllık işinden oldun. Gücün bana, bağırtın bana, dayağın bana! Evde maşallah aslansın, dışarıda kedi yavrusu. Ne utanma bildin şimdiye kadar, ne insanlık. Hayvan geldin hayvan gideceksin!’’ demeye kalmadan beynimin ortasına bir şey indi. Bir şeylerin tepemde parçalara ayrıldığını hissettim. Yüzüme doğdu bir sıcaklık indi. Elimin ayağımın feri kesildi ve karanlığa doğru çekildim.
Komşular yetişmiş Ekrem’in sesine. Beni apar topar hastaneye yetiştirmişler. Hemen ameliyata almışlar. Ekrem’i de tutuklayıp atmışlar nezarete. Ayten, anama babama haber yollamış, onlarda alelacele köyden çıkıp gelmişler. Sonradan yanımda konuşulanlardan öğrendim ki sobanın üzerinde çocukların karnı ağrıyınca ısıtıp ayaklarının altına koyduğum tuğlayı indirmiş başıma. Ne yaptılarsa fayda etmedi. Boynumdan aşağısı felç oldu. Ne hareket edebiliyor, ne de konuşabiliyordum artık. Babam aldı eve götürdü beni. Ekrem sekiz yıl hapiste yattı. Bu çocukların da benim de son görüşümüzdü. Hepimizin hayatından tamamen çıkmıştı. Kızı ve oğlanı okulları bitene kadar babam okuttu. Kızım mezun olup eli ekmek tutana kadar anam baktı bana. Çetin’in babasına olan öfkesi hiç dinmedi. Bir yolunu bulup yurtdışına gitti. Kızım tayin olunca beni de alıp götürdü. Gündüzleri gelip bana bakacak bir bakıcı tutmuştu. Bir süre sonra da çalıştığı hastanede tanıştığı bir gençle evlendi. İlk başlarda beni kabul etmiş olsa da sonraları yüküm damada ağır geldi. En sonunda kızım da çare olarak beni bu bakım evine yatırdı. Şimdi dizlerimin üstüne başını koymuş ağlayan melek kızım benden yardım istiyor. Boşanmasını onaylasam; damat okumuş, mürekkep yalamış adam. Belki bir anlık gaflettir, bir daha yapmaz diyeceğim. Ama ya gaflet değilse, okumak sadece cehalet alıyorsa! Ya içindeki hayvan bir gün babasının bana yaptığını kızıma yaşatırsa! Bana koca bir ömrü zehir eden, her şeye rağmen Yusuf sabrıyla beklerken kendini mahpusa, beni de hastane odalarına mahkûm eden bir adamla karakteri aynıysa… Kızının kaderi anasına benzermiş derler. Gerçi Allah’ı var babam elinin ucuyla öte git bile dememiştir anama. Ama ya kızımın kaderi de bana çekmişse…
YORUMLAR
gülhans
teşekkür ederim güzel yorumunuz için....