- 689 Okunma
- 1 Yorum
- 1 Beğeni
Özgürlüğü Tutsak Ülkemde Buldum
Tam 20 yıl önceydi. Bir vesile ile bir buçuk yıl, Türkiye’nin Tarsus ilçesinde yaşamıştım.
Bir buçuk yıl!
Tarsus alabildiğine sulak arazileriyle, doğa harikası Şelalesiyle, gürül gürül sularının döküldüğü girdaplarında küçücük çocukların hayatlarını hiçe sayarak yüzdükleri su kanallarıyla, etrafını cennete çeviren barajıyla, verimli topraklarıyla, çalışkan ve sıcakkanlı insanlarıyla, kendine has mükemmel lezzetleriyle ve tarihi yerleriyle, Çukurova’nın parlayan yıldızıydı... Çok güzel bir ilçe olmasının yanında, çeşitli mezheplerden insanların barındığı bir bölge olması sebebiyle de sıkıntılı bir ilçe idi ayni zamanda...
Öyle ki,
Gittiğimiz günün ilk akşamı minibüsle, kalacağımız evin bulunduğu mahalleye giriş yaparken tıpkı Türk filmlerinde gördüğüm gibi bir sahne ile karşılaşmıştık. Kurşunlanmış bir esnafın cesedi gazete kâğıtlarıyla örtülmüş, kanlar içinde yerde yatıyordu. Babam neler olduğunu sorduğunda ‘’Hiç yaa, herifler bundan haraç istemişler, bu da vermemiş tabii, onlar da basmışlar kurşunu!’’ diye gayet bilimsel bir şekilde olayı özetlemişti maktulün komşusu...
O yıllarda bizim buralarda, bu küçücük adamızda savaştan beri böyle sıra dışı vahşi cinayetler ve de olaylar sıklıkla yaşanmadığından dolayı, bu olaylar karşısında kanım donuyor ve ‘’Sen bizi nasıl bir yere getirdin böyle!’’ diye babama veryansın ediyordum.
7 yaşındaki Mustafa’cığın kendi öz babası tarafından tacize uğrayıp canice katledileceği günlere çok vardı daha...
Düşünün...
O yüzdendir ki Tarsus’ta gördüğüm bu ve buna benzer birçok olay karşısında çok derinden etkilenmiş ve her geçen gün vatan hasretiyle yanıp kavrulmaya başlamıştım. Eskiden çürük çarık yollarını eleştirdiğim ülkem burnumda tütüyordu şimdi...
Mesela bir gece evde otururken iki tane Jawa motosiklet büyük bir gürültüyle kafa kafaya çarpıştı. Hemen yardıma koştuk. Sürücülerden biri amcamın kucağında titreyerek can verdi. Diğeri de ağır yaralanmıştı ve kanlar içinde yerde hareketsiz yatıyordu. 15 – 20 metre ileride bir taksi durağı vardı. Hemen oraya koşarak soluk soluğa heyecanla olayı anlattım ve yaralıyı hastaneye taşımak için bir taksi istedim. Karşımda 3 tane taksi şoförü vardı. Ters çevirdikleri peynir tenekesine gazete kâğıdı serip nevaleleri yaymışlar, köpek öldüren şarabıyla kafaları çekiyorlardı. Bir tanesi bana doğru dönüp ‘’Ne diyon olum!’’ dedi... Büyük bir heyecanla olayı tekrar anlatıp yardım istedim. Adam hala daha aklıma geldikçe beynimin kuytusunda yankılanan şöyle bir cümle kurdu; ‘’Allah’ını ...diğim! Tohumuna para mı saydın lan?! Bırak kurtulsun adamcağız!’’...
İnsan hayatının pamuk ipliğine bağlı olduğu bu coğrafyada sınandığımı, ülkemin kıymetini bilmeyişimin cezasını çektiğimi düşünmeye başlamıştım artık...
Kendimi yüreğimin en dip mahzenine kapatıp paslı kapısını da üzerime kilitleyerek mühürlemiştim sanki. Kimse ile tek kelime konuşmaz olmuştum. Geceleri, su kanalında boğularak ölen kız çocuğunu havaya kaldırıp cansız bedenini tıpkı bir bez bebek gibi sallayarak tanrıya hesap sorarcasına feryat eden kadının çığlıkları çınlıyordu kulaklarımda... Cinnet geçirip pompalı tüfekle sağa sola ateş ederek ve düzene küfürler savurarak tam da bizim olduğumuz yere geldiğinde kurşunu biten ve tüfeğine fişek doldurduğu sırada yakalanıp etkisiz hale getirilen adamın yüzükoyun yere yatırılıp kelepçelenirken ‘’Açız ulan! Açız!’’ diye bağırmasını da unutamıyordum... İki polisi yaralayıp mısır tarlasına saklanarak kayıplara karışan iki pkk militanını, babamın boyama ihalesini aldığı Tarsus Emniyet Müdürlüğü’nün sorgu odasını boyadığımız sırada bodrum kattan duyulan, yüreğimde yankılanan işkence feryatlarını da...
Hemen hemen her gece bir cinnet çığlığı, aile içi bir kavga sırasında kırılan camların gecenin içinde yankılanan şangırtısı, bir sarhoşun Tanrıyla arasında geçen küfürlü naralı konuşması, Mithat paşa mahallesinin olağan gürültülerinden sayılıyordu...
Artık canıma tak etmişti ve zorlu günlerin ve mücadelelerin ardından ailemle ya da onlarsız, ülkeme geri dönmeyi aklıma koymuştum ve bunu da aileme kabul ettirmiştim. İçim kıpır kıpırdı. Döner dönmez ülkemin çürük çarık yollarında durup toprağını öpecektim. Arkadaşlarıma sımsıkı sarılıp hasret giderecektim. Ömrümün kıyılarına serin dalga köpüğü gibi vurmaya başlamıştı yaşama belirtilerim. Yavaş yavaş insan içine çıkmaya başlamıştım...
Oturduğumuz evin karşısında bir kahvehane vardı. Bizim Gönyelideki Şenol abinin kahvehanesine benzemiyordu belki ama en azından yakındaydı ve Galatasaray’ın maçını izleyebileceğim bir yerdi. İçeriye girip bir köşeye ilişiverdim. Kahvehane âleminin o bildik mırıltılarına koydum, koyarım, koyuyorum nidaları da karışınca hayli gürültülü bir yerdi burası. Ne var ki sosyalleşecek başka da bir şey gelmiyordu aklıma.
Derken maçı izliyordum ki aniden kapının önünde bir polis ekip minibüsü durdu ve ellerinde silahlarıyla bir yığın polis, karizmatik oldukları hissiyle ve de silah tutuyor olmanın kendilerine verdiği sınırsız yetkiyle, daha kimin kim olduğu, kimden olduğu, kim kime olduğu belirlenmeden önlerine geleni ite kaka herkesi bir köşeye topladılar.
Beni de, ‘’Sen de geç lan!’’ diyerek nazikçe kalabalığa dâhil ettiler.
Yüreğim ağzımdan fırlayıp uçacakmış gibiydi fakat diğerleri gayet alışık mimiklerle bakıyorlardı etraflarına. İstem dışı olarak ‘’Ne oluyor!’’ diye sorduğumda, ‘’Bağırma lan çakal! Kimliğini ver bakıyim!’’ diyerek nazikçe durumu izah etti karizmatik polis. Çıkarıp kimlik kartımı uzattım. Benden huylanmış olacak ki gözlerini gözlerime mıhlayıp ‘’Ehliyet değil sığır! Kimlik kimlik!’’ dedi. Onun giderek nazikleşen bu üslubu karşısında hafiften heyecanlanarak, ‘’Memur bey’’ dedim; ‘’Ben Kıbrıs’tan geldim. Turistim burada. Ve bizim kimlik kartlarımız bu şekildedir.’’...
‘’Rıza!.. Lan Rıza!...’’
‘’He?’’
‘’Gelele gel!’’
‘’amk kimliğe bak lan!’’
‘’Nerenin ki bu?’’
‘’Kıbrıs’ın olum Allah’ın cahili’’
‘’Söyle bakıyim Kıbrıslı! Şimdi siz Rum musunuz, Türk mü?’’
‘’Türk’’...
‘’Türkçeyi de biliyonuz tabii?’’
‘’Evet’’...
‘’Sizin başkent nere?’’
‘’Lefkoşa’’...
‘’Lekf? Ney!?’’
‘’Lef - ko - şa’’...
‘’hııeee...’’
‘’Kıbrıs’ın kızları güzel mi la?’’
‘’Bütün kadınlar güzeldir’’...
‘’Çakaaaal... Edebiyatı da patlatıyon hemen.’’
( Ensemi babacan bir tavırla sıkarak )
‘’Tamam Kıbrıslı hadi bakıyim doğru evine. Burası Kıbrıs’a benzemez olum! Bu saatte gezme ortalıkta hadi bakıyim’’
...
O gece sırf üzerinde kimlik kartı bulundurmadığı için 4 kişi minibüse tıkılarak karakola götürülmüştü.
Yılmaz Erdoğan’ın ‘Ankara’ şiirinde dediği gibi;
........
‘kimliği gereğinden fazla sorgulanmış,
merhabadan çok çıkar ulan kimliğini denmiş,
-yani sistem kendi verdiği kimliği
zırt pırt geri istemektedir-
.........
Çukurova’nın çetrefilli raylarında hızlıca gitmekte olan yaşamak treninde bütün vagonlar tıka basa doluydu ve kendine bir yer edinmek için insanlar birbirini ezmekten geri kalmıyorlardı.
Artık kararımı kesin olarak vermiştim!
Akdeniz kokulu sevdiğime kavuşmak için tek başıma yola koyulduğumda henüz askerliğimi bile yapmamış bir delikanlıydım. Taşucu’ndan Feribota binerek denizi koklaya koklaya yolculuğa başladık. Yavaş yavaş ilerliyorduk ya da bana öyle geliyordu. Derken Kıbrıs’ım beyaz tülden yatağında uzanan narin bir güzeli andırırcasına duruyordu Akdeniz’in koynunda. ‘Kimsecikler’ ülke olarak tanımasa da benim hayatı tanıdığım yerdi burası...
Gemi limana giriş yaptığında yüreğim kıpır kıpır bir vaziyette, bir an önce inmek için sabırsızlanıyordum. Nihayet kapak açıldı ve dışarıya çıktık.
Giriş işlemlerimi yaptırmak için hızla gişelere koştum. Limandaki görevli polis ‘’bu yandan gel abim’’ diye seslendiğinde az daha boynuna sarılıp öpecektim.
İşlemlerimi yaptırdım ve limandan dışarıya çıktım. Girne dağları bütün tanıdıklığıyla karşımda duruyordu.
Ciğerlerime tıka basa doldurduğum memleket havası içimde dolaşırken, okyanustan kaçıp akvaryuma sığındığıma ne kadar çok sevindiğimi fark edip kendi kendime gülmeye başladım.
Artık gökyüzünde rüzgârla sevişircesine uçan bir kuş kadar özgürdüm! Ve ne garip çelişkidir ki, özgürlüğü tutsak ülkemde bulmuştum...
ÜLKEM
Kendimle baş başayken
Yapayalnız kaldığım gecelerin
Sabah kuşatmalarında
Benliğimi arar dururum...
Gözlerimin suskun marazını
Bir dikmede içerken gurbet
Özgürlüğü tutsak ülkemde bulurum...
YORUMLAR
Hassas Kalem
Ne var ki acı öğrenmektense en başından hissetmek ve değerini bilmek sokaklarında dizlerimizi kanattığımız, ilk kez aşık olurken gözlerimizin ırmağını toprağına akıttığımız, çocukken büyüyüp mezarına yattığımız vatanın.
Ezgi hanım sevgi ve saygılarımı sunarım.
Hayırlı geceler :)