- 796 Okunma
- 1 Yorum
- 0 Beğeni
Özel Okulda Son Yıllar (b.ö.r.-44-)
Yine eylül geldi. Okul sezonu başladı. Seminerler için okula gidiyorum. Eylül ayı gelince sanki bıçakla kesilircesine yaz mevsiminin bitip sonbahara girdiğimiz ayan beyan ortada. Serin bir eylül sabahı. Gökyüzünü kaplayan bulutlar oldukça yere yakın. Ara ara yağmur çiseliyor. Özel okulda ikinci yılımı çalışacağım. Sabahın ilk saatleri her zamanki gibi okula ilk gidenlerdenim. Benden başka gelen yok. Az sonra matematik öğretmenimiz geliyor. Bahçede buluşuyoruz. Hoş beş demeden arkadaşa soruyorum:
“Siz yaz tatilini Derince’de geçirdiniz. Zaman zaman okula uğruyordunuz. Ne var ne yok okul cenahında?” Sözlerimi bitirmeden, arkadaşım başladı anlatmaya, “Okulda fazla bir değişiklik yok. Sadece müdürümüz değişti. Okula yeni bir müdür geldi.” Az sonra, yeni müdür olduğunu hissettiğim elli yaşlarında, saçlarına aklar düşmüş, asık suratlı birisi geldi yanımıza. Matematik öğretmeni bizleri tanıştırdı.
Kral öldü, yaşasın yeni kral! Yapacak bir şey yok. Bu okulda henüz bir yıldır çalışıyorum. Lakin üçüncü müdürle çalışacağım. Özel okulda çalışanların en küçük bir iş güvencelerinin olmamasının yansımasıydı bu durum. Geçen yıl, ikinci dönemde okulumuzda göreve başlayan müdür arkadaşımız İstanbul’da yıllarca özel okullarda çalışmış, görevini hakkıyla yapmaya çalışan bir yöneticiydi. Patronlar şimdiki çalışacağımız müdürle önceden anlaşmışlar. Öğretmen kökenli, bir devlet kurumunda yöneticilik yapan müstakbel yöneticimizin emekli olmasını beklemişler. Görevine son verdikleri müdürü kısa süre çalıştırmayı planlamışlar. Bu durumdan görevine son verilen müdürün haberi yokmuş haliyle. Görevden uzaklaştırıldığını yerel gazeteden öğrenmiş.
Okul çalışanı halkla ilişkiler görevlisi arkadaşımız anlatıyor: “ Müdür, yazın görevine son verildiğini gazetede görünce fenalaşmış. Tansiyonu yükselmiş. Bir an baygınlık geçirmiş. Bu arada konuşuyormuş:
“Bu okulda uzun süreli çalışacağıma dair bana güvence verdiler. Her durumda çalışmalarımdan memnun kaldıklarını söylüyorlardı. Bunun üzerine daha geçen gün İstanbul’dan evimi taşıdım. Bana yapılan bu muamele hangi insanlığa sığar.” Evet, özel sektörde, insanlık, hakkaniyet, emeğe saygı gibi insanlık değerlerinin bir anlamı yoktu çoğu kez. Bu realiteyi sık sık yaşayarak gözlemledim.
Yeni müdürümüz yaptığı ilk öğretmenler kurulu toplantısında ilkelerini ve yetkilerini açıkladı. Bundan böyle öğretmen alımı, ücret takdiri konularda kendisi yetkilendirilmiş patronlarca. Öğretmenler zamanlarının çoğunu sınıflarında geçirmeye azami önem verecekler. Nöbetlerine giderken en ufak bir geç kalma olmayacak. Halkla ilişkiler ve muhasebeci arkadaşların odalarında öğretmen arkadaşlar bulunmamaya özel gösterecekler. Okulda müzminlik düzeyine ulaşan dedi-kodu kazanı bundan böyle hiç kaynatılmayacak. Benim gibi emekli dönüşü çalışan arkadaşları bile sıkan bir bunaltıcı hava hissediyorduk artık. Müdürümüz okulun her tarafına gizli kamera yerleştirdi. Adeta 1984 adlı ünlü romanın okuldaki sürümü yaşanmaya başladık.
Biz emeklilerin sırtında yumurta küfesi yoktu elbette. Kişiliğimizi fazlaca törpüleyen bir olumsuz durum olursa her an okuldan ayrılabilirdik. Gerçi böylesi durumlar içinde zorlayıcı koşullar kondu. Sene içinde bir öğretmen kendi isteğiyle görevi bırakırsa yüklü bir miktarda bir bedel ödeme zorunluluğu eklendi sözleşmelere. Başladığımız bir işi yarıda bırakmamak adına bir girdaba kapılmış gidiyorduk. Gerçi müdürümüz birinci kademe, emekli arkadaşlara karşı oldukça düzeyli davranıyordu. Lakin performansımızda az bir başarısızlık ya da velilerle ufak bir sürtüşme olursa olumlu hava kısa sürede tersine çevrilebilirdi.
Geçen yıl okuttuğum öğrencilerden ikisi başka okullara nakil yaptırmış. Bu kez sınıfıma üç öğrenci daha geldi. Sınıflar azami yirmi dört öğrenci kapasiteli yapılmış. On iki sıra alacak büyüklükte. Bir fazla öğrencim için tek öğrencinin oturacağı bir sıra temin edildi. Çalışmalarıma böylece devam ettim.
Velilerim beni tanımıştı artık. Çalışmalarıma büyük saygı gösteriyorlardı. Ben de köyde olsun kentte olsun tüm meslek yaşamımda vaz geçilmez ilkelerime harfiyen uyuyordum. Zamanında derse girmek. Kırk dakikalık ders süresinin yarım dakikasını bile boşa harcamamak. Nöbetlerimi aksatmadan tutmak. Öğrencilere verdiğim ödevleri zaman geçirmeden kontrol edip, değerlendirmek. Yine yıllarca Türkçe derslerinde başarıyı yakalamak adına yaptığım dikte çalışmalarını ve öğrencilerin okuma düzeylerini dakika ile okutarak gözlemlemek. Olabildiğince sık sık veli toplantısı yaparak öğrencilerin durumlarını velilerle paylaşmak… Böylesi sıkı çalışma temposu ile çalıştığım için velilerimden şahsıma karşı en ufak bir olumsuz tepki almadan günler su gibi akıp gidiyordu. Devlet okullarında çalıştığım yıllarda olduğu gibi güle oynaya olmasa dahi ikinci yılı da bitirdim.
Üçüncü yıla başladık. Sınıfımda bir eksilme yoktu. Öğrencilerim biraz daha büyümüş, serpilmiş olarak okula döndüler. Geçen yıllarda olduğu gibi sıkı bir disiplin ile herkes görevinin başındaydı. Geçen yıl birinci sınıflar için benim gibi emekli dönüşü bir bayan arkadaşı almışlardı. Müdürümüz geçen yıl göreve başladığında bir emekli arkadaşını getirmişti boş olan beşinci sınıfları okutması için. Bu arkadaşla erkek erkeğe güzel sohbetlerimiz oluyordu. Bu yıl çok samimi arkadaşı olmasına karşın müdürümüz geçen yıl birlikte göreve başladığı arkadaşına bu yıl görev vermedi. Onun yerine birinci sınıflar için emekli dönüşü bir bayan arkadaş alındı.
İki katlı okulumuzun birinci katında birinci kademe, ikinci katında ise ikinci kademe sınıfları ders yapıyordu. Müdürümüz yeni bir uygulama başlattı. Her kata bir öğretmen odası tahsis etti. Öğretmenler artık aynı öğretmen odasında buluşamayacaktık. Benim birinci kadem arkadaşlarımın hepsi kadındı. Kadın arkadaşların arasında düzeyli olmak gerekiyordu haliyle. Devlet okullarındaki şen şakrak hava çok gerilerde kalmıştı benim için. Erkek arkadaşlarla ara ara erkek erkeğe sohbetler ve şakalar birer tatlı anı olarak belleğimde saklı duruyordu. Bu okuldaki yaşantım ıssız adada yaşama savaşı veren Robinson Cruzo’nun yaşamına tıpa tıp benzerlik taşıyordu.
Özel okulda her veli bir müşteriydi. Bizler müşterilerimize iyi davranmalıydık. Öncelikli hedef, öğrencinin okula kaydını sağlamak, velinin parasını almaktı. Bu ticaretin sürekli olması içinde öğrencilerin performansının en üst düzeyde olması gerekiyordu. Her öğretmen yapabileceğinin en iyisini vermeliydi. Sekizinci sınıflar yılsonunda girdikleri fen ve Anadolu liseleri sınavlarında başarı göstermek zorundaydı. Gerçekten alanlarında başarılı genç ikinci kademe öğretmeni arkadaşlarım okulun başarısı anlamında yüzlerinin akıyla çıkıyorlardı. Abartısız, devlet okullarında çalışan arkadaşların en az iki katı fazla çalışıyorlardı. Aldıkları ücretleri ne siz sorun ne ben söyleyeyim!
Üçüncü sınıfları okuttuğum yıl ara tatil dönüşü okulda yeni bir yaprak dökümü ile karşılaştık. Geçen yıl göreve başlayan, ikinci sınıfların öğretmeni arkadaşımızın görevine son verilmiş! Deneyimli bir öğretmen olmasına karşı bu arkadaşımız bir türlü velileriyle düzeyli bir birlik sağlayamadı. O’nun yerine yine bir emekli dönüşü bayan arkadaş alındı. Bana yine kadın öğretmen arkadaşların yanında sessiz kalmak düştü. Ne yapabilirdim! Kimsenin etlisine-sütlüsüne karışmadan her zamanki gibi sadık dostlarım kitapların dünyasına dalarak yalnızlığımı gidermek çabasında oldum. Muhasebeci ve halkla ilişkiler görevlisi bayan arkadaşlarım benim bu durumumu şu sözlerle betimlediler:
“Hocam, okulda hiçbir tartışmaya girmiyorsunuz. Ne güzel! Sizi hep kitaplarınız ve öğrencilerle ilgili görüyoruz…” Hatta muhasebeci arkadaş, “Hocam, kızım daha dört yaşında. İnşallah onun öğretmeni siz olursunuz.” Bana üçüncü sınıfta gelen bir öğrencimin annesi de aynı sözleri söylemişti, “Benim küçük çocuğumun öğretmeni de sizin olmanızı istiyorum.” Gün ola harman ola. Zaman kim bilir ne gösterir!
Kitap, sınıf kitaplığı oluşturma konusunda müdürümüzde ilginç konuşmalar yapardık. Bu konuşmalardan bir küçücük pasaj anlatmazsam öyküm güdük kalır. Bir sohbet sırasında, Almanya’da öğretmenlik yaparken O ülkedeki eğitim-öğretim çalışmalarının bizdeki gibi özellikle öğrencileri sınavlara endeksli yetiştirmediklerini anlattım. Almanya’da her ailenin evinde bir kitaplık bulunduğunu, okullarında da öğrencilere okuma alışkanlığı vermek için özel çalışmalar yaptıklarını gözlemlediğimi söyledim. Kişisel olarak huzurluyum. Sınıfım kitaplığımı sürekli zengin tutuyorum… Bizler ülke olarak çağı yakalamak istiyorsak en azından sınıf kitaplıklarımızı sürekli zenginleştirme çabası içinde olmalıyız… Bu konuşmamın mı etkisi olmuş bilemem. Bir hafta sonra birinci kademe sınıflarımıza en az kırk kitaptan oluşan ikişer takım öykü, şiir ve masal kitapları gönderdi müdürümüz. Öğrencilerimiz adına çok mutlu oldum.
Okulda, senede bir gece yapılan yemekli eğlence programlarında şiir okuma görevi bana verilirdi. Böylesi bir gecede Ziya Osman Saba’nın Cahit Sıtkı Tarancı ile olan içtenlikli arkadaşlığını anlatan bir şiirini okudum:
Düşümde
Düşümde gördüm Cahit’i:
Banka gibi bir yer,
Aynı servise verilmişiz,
Yolumu gözler.
Baktım ki, toplamış memurlarını
Nutuk çekmede şefimiz.
El edip geçecektim yerime
Sessiz.
Cahit bu, dayanamadı, boynuma atıldı.
Gözyaşlarını duydum yüzümde bir ara.
O, düşümde ağladı.
Bense uyandıktan sonra.
Bu güzel şiiri zaman zaman okur ben de Ziya Osman Saba’ya özgü duygular yaşarım.
Günler aksak topal geçedursun özel okulu bir türlü sevemedim. Her zaman bir arkadaş hakkında olumsuz bir haber duyacağım havasını sürekli hissettim. Arkadaşlarımın yarınlarına olan güvenleri hiç yoktu. Her an bir öğretmenin işine son verilir havası hep hissediliyordu. Bu kuşku adeta bir radyasyon havası gibi okul sathını hiç terk etmiyordu. Benim bir sorunum yoktu. Fakat mevcut olumsuz havadan ben de etkileniyordum.
Üçüncü sınıfı okuturken sene ortasında bir yeni öğrenci geldi. Sınıf mevcudum yine artacaktı. Sınıfıma gelen öğrencinin ilk olarak okuma-yazma durumunu görmek isterdim. Yaşadıkça nelerle karşılaşmak varmış yazgımda. Öğrenci, değil okumak, daha seslerin tamamını tanımıyordu. Hemen rehber öğretmene gittim. Durum tespiti yaptık. Bu düzeydeki bir öğrenciyi sınıfa nasıl kabul edebilirdik! Nihayet müdür beyi ziyaret ederek, öğrencinin durumunu anlattık sevgili müdürümüze. Müdür ne derse beğenirsiniz:
“….. bey, yurt dışında da çalışmıştır. Deneyimli bir öğretmendir…” İş başa düştü. Bu öğrencimle branş arkadaşlarının sınıfımda dersleri olduğu saatlerde, öğle tatilleri süresince sene sonuna kadar çalıştım. Bu öğrencim okuma-yazma öğretmek için çaba harcadığım son öğrencim oldu.
Hükümetimiz 4+4+4 diye bir yeni eğitim-öğretim sistemini kabul etti. Benim de çok sevdiğim öğrencilerimle dördüncü yılın sonunda yollarımızın ayrılacağı anlaşılmış oldu. Yeniden birinci sınıf alıp almama konusunda pek hevesli değildim. Sınıfıma mezuniyet töreni yapmak için hazırlanırken bir taraftan da müdür bey gelecek yıl için çocuklarını okula kaydettirmek isteyen velilerle beni tanıştırıyordu. Tanıştığım ilk veli, çocuğunun konuşma güçlüğü çektiğini… Anlattı. Yine mi sorunlu öğrencilerim olacaktı! Bu durum çalışma şevkimi iyice kırdı.
Nihayet karneler verildi. Öğrencilerimiz tatile çıktılar. Dört yıldan beri bu okulda ücret bağlamında da hiç mutlu değildim. Farkındaydım, arkadaşlarım benden daha dolgun ücretle çalışıyorlardı. Müdürle konuşarak ücret konusunu okul işlerine bakan patronla görüşmek istediğimi söyledim. Müdür bu durumu olumlu karşıladı. Tam bu konuşmayı yaparken patron geldi. Durumu anlattım. Patron, “Yarın okulda olacağım. Gerekeni yarın kararlaştırırız.” Dedi. Ertesi gün patronumuz okula teşrif etmedi. Telefonuna da ulaşmak mümkün olmadı. Müdürle görüştüğümde, hiç ummadığım bir sözle karşılaştım:
“Hocam, size önerdiğim bu rakamı kabul etmezseniz yarın size aynı teklifi yapmam… Geçen yıl Türkçeci arkadaş takdir ettiğim ücreti önce kabul etmedi. Daha sonra O’na daha düşük bir ücretle sözleşme imzalattım.” Kazın ayağı öyle değilmiş. Toplantılarda beni öven, doktor akrabalarımın çocuklarının kayıtlarını okula yaptırmayı sağladığımda zevkten sarhoş olan müdürümüzün ilgisi gözlerimi yaşarttı!
Meslek yaşamımda özel okul olgusunu yaşamak varmış. Bu koşullarda artık çalışamazdım. Patronun tutumu, müdürün yaklaşımı sonucu artık bu insanlarla bir arada olamazdım. Zaten öğrencilerimi mezun etmiştim. Güneşli, güzel bir haziran günü başlıyordu. Arkadaşlarım seminer çalışmaları için okulun salonunda toplanmışlardı. Sahneye çıktım. Onlara sürpriz kararımı açıkladım:
“Sevgili arkadaşlarım, uzun konuşmayacağım. Son kez bu sahnedeyim. Bu kez sizlere şiir okumayacağım. Üzgünüm, seneye sizinle olamayacağım. Aranızdan ayrılıyorum. Bu okuldaki günlerim buraya kadarmış. Tümünüze sağlık içinde başarılı çalışmalar dilerim…” O anda herkes şaşırdı. Nasıl olur sözleri arasında salondan ayrıldım. Müdürün odasına gidip kararımı bildirdim. Müdür de benden böyle bir davranış beklemiyordu. Şaşırdı. Arkadaşlarımla bir bir görüşüp vedalaşarak okuldan ayrıldım. Dört yıl süresince hayli sıkıntılı günler yaşadım. Böylesi sıkıntılı zamanlarımda sınıfıma girip öğrencilerimle baş başa kaldığımda tüm sıkıntılarımı unuturdum. İşte beni bir türlü sevemediğim özel okulda tutan olgu buydu. Eve dönerken dört yıllık süre içinde öğrencilerimle yaşadığım güzel anlar film şeridi gibi bir bir gözlerimin önünden geçiyordu.
YORUMLAR
Bu güzel meslege veda, anılarımizla yaşamak zorundayız hangi meslek olursa olsun, aliskanliklarimiz bizleri boşluğa düşürür maalesef. Bu kutsal mesleğe verdiğiniz değeri sayfa sayfa yazıp bizlere sunduğunuz için size kalben teşekkür ederiz. Güzel günler diliyorum kıymetli ogretmenimize. Saygılarımı bıraktım. ..
İBRAHİM YILMAZ
daha güzel ve etkili yazılarda buluşmak dileğiyle yüce gönlünüze selam ve saygılar sunuyorum.