- 603 Okunma
- 1 Yorum
- 0 Beğeni
Sayın Kalabalıklar
Size anlatacak pek bir şeyim yok benim sayın kalabalıklar. Ben de herkes gibi geçimimi sağlamak için bir işte çalışıyorum. Sabah erkenden kalkıp minibüse yetişmeye çalışıyorum. Günlük toplam iki saat gidiş geliş yapıyorum. Yoruluyorum biraz. Eve erken geliyorum üç buçuk dört gibi falan. Yorgun geldiğim için tekrar dışarıya çıkıp vakit geçirmek istemiyorum. Eşofmanımı giyinip rahatça kanepeye uzanıp yatmak istiyorum. Hem dışarıya çıkınca gidecek bir yer ve gezecek arkadaş bulamıyorum. Biraz da bundan dolayı çıkmıyorum.
Küçük bir yerde yaşadığım için gezilecek oturup güzel bir çay içilecek bir mekanı yok. Bu ilçede insanların küçük bir hayatı vardır. İşten eve evden işe. Memurlar buraya sırf para biriktirebilmek için katlanıyor.
Arkadaş çevreme gelince. Önceden çok arkadaşım vardı benim. Okul yıllarında yani. Okuldan sonra hemen dışarıya çıkar gece bire ikiye kadar sokaklarda gezer serserilik yapar torpil patlatır rastgele bir numara çevirip telefon şakası yapardık. Hatta bir gün terziye gidip iki kilo domates vermesini istemiştik de terzi bizi “ulan eşşek sıpaları benimle dalga mı geçiyosunuz siz lan” diyerek bizi kovalamıştı. Cahillik işte. Ama çok eğlenmiştik.
Bir de altı yedi arkadaş büyük mavi bir termosa limonata yapıp çarşıda bardağını yirmi beş kuruşa satmıştık. Tabi sattığımız limonatadan büyük bir kar edemedik. Altı arkadaş olunca da herkese kuş kadar para kalmıştı. Zaten amaç para kazanmak da değildi ya.
Büyüdükçe arkadaş çevrem küçüldü. Daha seçici olmaya başladım ben de herkes gibi. Arkadaşlarım azaldıkça yalnız kaldım biraz. Ama arkadaşının azalması tamamen yalnız kalman demek değildi. İnsana kendisini bakışlarından bile anlayabilen bir iki arkadaş yetiyordu. Benim de öyle dostum var. Hala görüşüyoruz kendisiyle. Benim çocukluk arkadaşım o.
On On bir yaşlarında falandık herhalde. Bir gün maç yaparken benim takımım yeniliyordu. Sinirliydim ve bir mücadele sırasında ona bilerek çelme takıp yere düşürmüştüm. Anında pişman olup elinden tuttum kaldırdım. Ama o anda bana bakışı gözümün önünden gitmiyor. O gün de çok pişman olup ona çelme taktığım için ağlamıştım. Şimdi o başka şehirde karnını doyurma düşüncesinde ben de başka bir şehirde. Aramızda iki bin kilometre var.
Eskiden aklım bir karış havadaydı. Lise son sınıfa kadar okuduğum iki romanı hatırlıyorum. Ama adlarını sadece. Birincisi küçük kemancı diye bir romandı. Dördüncü sınıfı bitirince okumuştum. Pek bir şey hatırlamıyorum ama galiba hem öksüz hem yetim olan dedesiyle yaşayan bir çocuğun hikayesini anlatıyordu. Okumaya pek meraklı değildim. Okuduğum ikinci kitap da orta ikide Türkçe dersi yıllık ödevi içindi. Cengiz Aytmatov’un Beyaz Gemi adlı eseriydi. Yanlış hatırlamıyorsam o kitapta da gemici olan babasını bekleyen küçük bir köylü çocuğunu anlatıyordu. Kımız ve maral kelimelerinin anlamını bu kitaptan öğrenmiştim.
Bu kitaplardan sonra da lise sona kadar roman okumadım hiç. Ta ki çok şey borçlu olduğum edebiyat öğretmenim zorlayana kadar. Sınıfa daima elinde bir romanla gelir, derse okuduğu kitaplardan olmalı zekice bir soru sorarak ya da bir kısa hikaye anlatarak başlardı. Etkilenirdim açıkçası. Onun yönlendirmesiyle okulun kütüphanesinden Dostoyevski’nin Suç ve Ceza kitabını alıp bir haftada okudum. Ondan sonra birkaç kitap daha okudum. Don Kişot, Robinson Crouse… Böyle edindim kitap okuma alışkanlığını.
Kitap okudukça sorgulamaya başladım hayatı. Ben neden yaşıyordum. Amacım neydi gibi bazı sorulara cevap verip hayatıma yön tayin etmeye çalışıyordum. Bu soruları bazen arkadaşlarıma da soruyordum. Oğlum nerden buluyosun böyle filozofça soruları işin mi yok? Yine mi kitap okumuş bizim filozof derlerdi. Türkiye’de üç beş tane kitap okuyan herkes gibi ben de çevrem tarafından filozof ilan edilmiştim.
Kitap okumanın bir iyi bir de kötü tarafı var. İyi tarafı hayata dair her şeye dair yeni bir şeyler öğreniyorsun. Hayal dünyası genişliyor insanın. Kötü yanı ise kitap okuduğum zaman genelde mutsuz olmamdır. Ama ne olursa olsun bence dünyanın en azından ülkemizin daha güzel bir yer olmasını istiyorsak bence herkese kitap okuma alışkanlığı kazandırmalıyız. Bu ülkemizin eğitim planının en önemli amacı olmalıdır.
Kitap okuma alışkanlığı kazandırmaya ilkokuldan itibaren başlamalıyız. Bence bir ilkokul çocuğu okuma yazmayı öğrenip dört işlemleri kolaylıkla yapabildikten sonra ona daha fazla bir şey öğretmeden kitap okuma alışkanlığı kazandırmaya bakmalıyız. Doğru kitapları okumasını sağlamalıyız. Ben başbakan olsaydım mesela bir gün kürsüye çıkıp muhalefeti eleştirmeyi bırakıp okuduğum güzel bir kitabı halkımla paylaşıp onların da okumasını önerirdim. Galiba bu düşüncem bir eyleme dönüşmeden sadece bir düşünce olarak kalacak. Ne ben başbakan olacağım ne de başbakanlarımız kitap önerisinde bulunacak. Kitap önerisinde bulunsalar da kendi görüşlerini yansıtan kitapları önerirler zaten.
Geçen gün “modern insanın sorunu nedir ?” diye bir soruyla karşılaştım. Modern olmasıdır dedim. Biraz düz bir cevap oldu ama gerçekten de tüm sorunların temelinde bu yatıyor. Modern olmak demek çağa hem maddi hem de manevi yönden ayak uydurmak demektir. Bunun insanlara kazandırdıkları da var kaybettirdikleri de. Sırf çağa ayak uydurmuş olmak için kendilerini başkalarına beğendirmek için yaşayan insanlar var. Doğru mu yanlış mı sorgulamadan. Beyinlerini değil evlerini, arabalarını, banka hesaplarını, telefonlarını, yemek masalarındaki yiyecek çeşitlerini yarıştıran insanlar var. Bu hayatta ben de varım ben de kaliteli yaşıyorum diyebilmek için yediği yemekleri gittiği kafeleri anlatıp borcunu saklayan fakir insanlarla dolu modern çağ. . Mücadelemizi hayata karşı vereceğimize insanlara karşı veriyoruz. İnsanla insanın mücadelesinden olumlu bir sonuç çıkmayacağını asıl insanla insanın birlikteliğinin sonucunda olumlu gelişmelerin olabileceğini unutuyoruz.
Televizyonda zengin oğlanlarla zengin kızlarının dizileri oynar akşamları. Altlarındaki arabalara oturdukları evlere imreniriz. Bizim de öyle olduğumuzu düşleriz. Düşten uyanır uyanmaz mutsuz oluruz. Çünkü bu diziler bize manevi anlamda hiçbir şey vermez. Önemli olanın maddiyat olduğu ve maddi gücü olanın kazandığı ve toplumda kabul gördüğü algısı yaratılır. İşin garip yanı hepimiz de hastalığımızı ve tedavi yöntemini biliyoruz ama ilaç kullanmaya yanaşmıyoruz. Oysa bir düşünün eski dizileri. Dizilerdeki karakterler fakir ya da orta halli insanlardı. Her şeye rağmen mutlu olabilmeyi öğrenirdik bize o dizilerden.
YORUMLAR
Hocam,
son gunlerde okudugum en faydali yazi icin cani gonulden tesekkurler...
slm
abdullah konuksever