- 670 Okunma
- 1 Yorum
- 0 Beğeni
SENSİZ ZAMAN GÜNCESİ - V
Güçlükle uyanıyorum bugün.
Üzerimde tuhaf bir ağırlık. Üşüyorum, ürperiyorum. Çiğ düşmüş yüreğime sanki. Oysa güneş gülümsüyor olanca içtenliğiyle.
Güneşi gördüm ya.. Bir an önce dışarı çıkmalıyım. Üzerime birkaç parça bir şey alıp, yanımdan hiç ayırmadığım sırt çantamla birlikte kendimi dışarı atıyorum.
İstanbul..
Vatan içinde vatan. Düş gezginlerinin başkenti.. Seviyorum bu şehri. Hatta aşığım bu şehre. Başka bir şehirde yaşayabilir miyim bilmiyorum. Bazen her şeyine bin lanet okusam da, üç günden uzak kalamıyorum. Özlüyorum trafiğini bile.
İstanbul… Nazlı bir sevgili gibi.. Öyle bela bir güzelliği var ki; tüm belaları unutturacak cinsten. Ne onunla oluyor, ne de onsuz..
Güne kuş sesleriyle başlayabilmek, İstanbul’ da yaşayan biri için nimetlerin en büyüğü olsa gerek. Şükrediyorum. Kendimi arabama hapsetmek istemiyorum bugün. Şimdi beni Üsküdar’ a götürecek otobüsteyim.
Şanslı olmalıyım, oturacak bir yer buluyorum. Kitabımın tozlu sayfaları arasında kayboluyorum. Öylesine dalmışım ki, Üsküdar’ a geldiğimizi ancak inen yolcuların telaşından anlayabiliyorum.
Tatlı bir telaş içerisinde insanlar. Her insan bir dünya.. Taksiciler, simitçiler, gazeteciler. Ve herkes kendi dünyasında.
Bağrışmalar, koşuşmalar, klakson sesleri arasında kayboluyor martı çığlıkları. Bugün hava bir başka güzel. Gökyüzü bir başka mavi. Deniz bir başka berrak. Durup, ciğerlerime değil, hücrelerime kadar çekiyorum bu havayı.
İşte vapurdayım nihayet. Gülümseyen güneşten midir bilinmez. İnsanlar da gülümsüyor bugün. Her gün asık yüzleriyle iskeleyi arşınlayan o kravatlı beyler, rüküş bayanlar gitmiş, gözleri ışıl ışıl yeni insanlar gelmiş sanki. Yüzlerinde tatlı bir telaş..
Kimileri henüz kurtulamamış mahmurluğundan uykunun. Ve olgun bir başak gibi düşmüş başlar omuzlarına.
Bir hafta vapura aynı saatte binin, hemen tüm müdavimlerine aşina olur gözleriniz. İşte o sarışın bayan yine umarsız makyajını tazeliyor. Eskimiş parkası, kirli sakalı ve duruşuyla, adeta “dünya umurumda değil” diyen o adam, simitini paylaşıyor yine martılarla. Bazen de onlarla konuştuğuna şahit oluyorum.
Acaba anlıyorlar mı söylediklerini martılar?
İşte aynı çaycı. Sabahın bu saatinde ekmek derdine düşmüş yine. Balon satan sokak satıcılarının çocukları gördüğünde daha bir şevkle seslerini yükseltmeleri gibi, vapura adım atan her yolcudan sonra, daha bir şevkle bağırıyor: “Çay… Çay.. Sütlü kahve var…”
Ama ne çare…
Ne yanımda gazetesini okuyan beyefendinin, ne karşımda çocuğunu çekiştiren hanımefendinin ne de bu soğukta incecik kıyafetiyle hayata meydan okuyan çağdaş Don Kişot’ un dikkatini bile çekmiyor.
Bugün Şubat’ ın yirmisi. Önemli bir gün. İlk cemre düşüyor bugün havaya. Sonra suya ve sonra toprağa düşecek..
Baharın müjdecisidir cemreler. Anadolu insanı takip eder, bilir ve önemser. Ben de unutmuş değilim. Sözlükte bu kelimenin karşılığında; “kömüre dönmüş ateş, kor ateş” yazar. O yüzden düştüğü yeri ısıttığına inanılır.
Ama bazen “üç cemre” “bir bahar” getirmiyor kırık gönüllere. Ve eğer “dördüncü cemre” düşmüşse yüreğe, ateş değse yakmıyor sevdiceğim. Öyle ya.. Yanana ateş neyler ki?
Sözcükler.. Yüreğime tercüman Karakoç’ un ölümsüz dizeleri. Tek sıra geçiyorlar yüreğimden:
“Düştü can evime dördüncü cemre,
Dünyayı üçüncü gözümle gördüm,
Üç yüz altmış beş gün çekti bir sene
On altıncı aya takvimsiz girdim….
Aynalara baktım korku gösterdi,
Saatler her sabah kırkı gösterdi,
Namlular nişanlar beni gösterdi..
Hayatım boyunca hedefte durdum..
Çağın çilesini sırtıma sardım…“
Yoksun ya yâr, tükeniyorum azar azar. Buz tutmuş yüreğim, bin bahar görse ne yazar. Haksız mı Seyrani: “Aşk yarası, eski bir libasa benziyor ve asla dikiş tutmuyor…”
Ve şimdi sesim esen deli rüzgara yoldaş…
"Yüreğimde var yara
Hasret kalmışım yâra
Yara gitmek isterim
Dağları yara yara…"
Dilimle değil, yüreğimle haykırıyorum…
YA KENDİN GEL.. YA DA BANA GEL DE !...
20 Şubat 2007, Üsküdar