Kayıp zaman 4 ve son
Eve yaklaştıklarında herkes toplu halde gelen yabancıya merakla bakıyorlardı. İhtiyarla birlikte gelen yabancı dikkat çekiciydi. Aslında dikkat çekecek acayip bir yanı yoktu. Sade yabacı oluşu, birini mi arıyor acaba gibi sorular... Adam yorgun ve bitkin bir halde görünüyordu. Evdekiler avluya inmişler öyle bekliyorlardı. Hepsi de yol açtı gelenlere. İhtiyar “hadi birşeyler hazırlayın, ama önce su getirin” dedi. İçlerinden bir genç kız hemen koştu içeri. Genç kız bir tepside iki tas su getirdi. Birini ihtiyara diğerini de genç adama uzattı. Suyu içerken suyun bir kısmı da dudağından taşarak üzerine dökülüyordu. Bundan dolayı utandı ve kızardı. Sonra, kızlar yemek hazırlıyorlardı ve aralarında konuşuyorlardı şu genç adam hakkında. Bu garip insanı ve onun birazdan neler diyeceğini merak ediyorlardı birazda.
Daha güneş batmamıştı, ama dağların tepelerine doğru yaklaşan güneş parlıyordu artık. Bu öyle güçlü bir parlaklıktı ki, insan doğrudan ona nerdeyse hiç bakamazdı. Akşam olmaya yaklaştığı herşeyden belliydi. Her tarafta kuş ötüşleri, eve dönmekte olan bazı hayvanların da sesleri duyuluyordu. Bu köyde ve köyden tarlalara doğru bakarken, ya da köyden uzaklara doğru giden yol, bu yol boyunca yol kenarlarında tek tek bulunan ağaçlar olurdu hep. Bir de ekin tarlalarının orta bir yerinde bir ağaç bulunurdu nasılsa. Ekinlerin sapsarı sarardığında yeşil bir halıyı andırırdı uzaktan bakıldığında. Hem insanlara hem de ama hayvanlara gölgelik olurdu bu tek ağaçlar.
Yemekten sonra hepsi dışarıda oturmuşlardı. Oturdukları yerden köyün diğer bölümü hasanbeyli ilçesine doğru tarlaların ortasından kıvrıla kıvrıla uzayan yol, tepenin ardına vardığında birden kayboluyordu. Yolun sol tarafında ekin tarlaları, sağ tarafı ise dereye kadar uzanan küçük çalılklar, en az beşyüz metre kadar aşağıya doğru iniyordu. Bundan başka, uzak duran dağların sisli tepeleri de görülüyordu. İrili ufaklı tepecikler, ekin tarlaları, yiene aşağıya doğru takım takım yeşil bahçeler vardı. Bahçelerde olan ağaçları, ağaçların meyvelerini de hatırlardı. Dut ağacında mutlaka kuşlar olmalıydı. Bir de dutlar dibine dökülmüş ve onları da böcekler yemeye biyerlere götürmeye çalışıyor olmalıydı. Kavak ağaçlarının rüzgar eserken yaprakları birbirine çarptığında hafif bir şarkı söyler gibi şıkır şıkır sesler çıkartırdı. Ceviz ağacının dallarını sarmış asmanın üzümleri sapsarı altın gibi parlıyor olmalıydı. Bahçelerin alt kısmındaki dereden akan çayda ise kurbağalar öter, balıklar aşağı yukarı yüzerler, yengeç ise tuzağında kımıldaman donmuş gibi durur avını beklerdi...
Bahçelere doğru bakarken, kendi bahçelerinin bulunduğu yeri arar gibiydi. Bu ara çocukluk yılları kesik kesik aklından geçiyordu. Bu güne kadar, neden “derenin yüzü” denilen yerde bulunan aileden kalma bahçeyi görmeye gitmemişti. İçinde anlayamadığı bir korku vardı oraya gitmesini engelleyen. İçinde bir heyecan bir kalkıyor bir iniyordu. Kesik kesik aklına gelen şeyler arasında, uzun yıllar önce bahçedeki ağaçların kesilmiş olduğuydu. Bunu duyduğu zaman çok üzülmüş içi hüzünle dolmuştu. Şimdi bile o hüzünü hissediyordu. O ağaçları kimin kestiği, neden kestiği de, yine çok kırıcı ve aynı zamanda anlamsız gelmişti ona. Sanki bu durum, çocukluğuyla ileriki yaşamın arasını da kesmişti; sanki bir boşluk oluşmuştu içinde bu yüzden. Olmadık düşünceler aklından geçiyordu. Bu durumda ise ne yapacağı neyi nasıl sıralayacağı karışıyordu.
Bugün burda kalacaktı, belki yarında...
Bütün belgelerini yakmıştı. Nüfus cüzdanı, adresleri, telefon bilgilerini, hepsini bir ağacın dibinde ateşe atıp yakmıştı. Onları ateşe atarken heyecan duymamıştı. Kızgınlıktan da değildi bu. Bir tür hafiflik gibi, serbest olmak gibi gelmişti ona. Anlayamadığı bir acı da duymuştu nasılsa. Bundan başka, özgürleşmiş gibi sevinmişti. Kaldığı evdeki insanlar ona bir şey sormuyorlardı artık, merakları kalmamış gibiydi. Diğer yandan, ona, kendileriden biri gibi davranıyorlardı. Tuhaf olan bu duruma da şaşmıyordu nasılsa. Genç adamın yüzü hüzünlü değildi. Sade dalgın hali devam ediyordu. En çok yaptığı, uzun uzun bir noktaya bakıyor olmasıydı. Bakarken yüzü değişik haller alıyordu. Sanki kaybettiği birşeyleri arıyor gibi bakıyordu.
Zaman öğle öncesiydi, genç adam kalktı yavaş yavaş ayakkabılarını giydi, kimseye bir şey demeden yürüyerek dışarı çıktı. Önce dışarıda epeyce bir durdu, değişik yerlere köye, uzak tarlalara, dağlara ormana uzun uzun baktı. Bu ara bir de tütün sardı ve orda bulunan taşa oturup sigarasını yaktı...
Sonra, bahçeye doğru giitiği söyleniyor. Ondan sonra adamdan bir haber daha alınamadı.
Köyde herkes kendince bir değişik şey söyledi. Bu genç adamın hikayesi uzun bir zaman konuşuldu. Söylentilere göre, adam ailesini arıyormuş. Aslında ailesinden ise artık kimseler bu köyde yaşamıyormuş. Doğup büyüdüğü yerlerine gidip uzun uzun orada oturup uyuyup da kalıyormuş. Onu orada eski bahçelerinde öyle toprakta uyuyor olarak kaç defa bulmuşlar. Yine başka bir söylentiye göre: uzak bir akrabalarından biri bahçeyi yeniden düzenlemeye başlamış. Hatta baçelerinin yukarısında bulunan ve kurumuş olan pınardan tekrar su çıkmaya başlamış. Bu da oraların tekrar yeşilleşmesine yolaçmış. Bir başka söylentiye göre ise: bu adam çocuk yaşta bu köyden alıp da götürülmüş. Yani bir uzak akrabası sayılan biri bu geç adamı, çocuk yaşta yurt dışına çok uzak bir yere götürmüş. Sonra bu genç adam, yavaş yavaş kendine gelmeye başladığında her şeyi sorgulamaya başlamış. Anlaşılan işin içinden çıkamamış. Kısacası yıllardır kendine tutunacak bir yer arıyormuş. Bu yüzden köye gelmiş olmalıymış. En trajik olan söylenti ise, bu adam her hangi bir dağda onu kimsenin bulamayacağı bir yerde ölmüş olcağı idi. En son köyün tam karşısında bulunan ama köye en az elli kiometre uzak olduğu tahmin edilen dağa gidmiş ve orada tek başına yaşıyor olabileceği idi.
Söylentiler böyle uzayıp gidiyordu...
YORUMLAR
Henüz yorum yapılmamış.