- 948 Okunma
- 1 Yorum
- 0 Beğeni
Piknik Yeri
Ne oldu bu insanlara?! Dönüşüm süreci ne zaman başladı da bu noktaya geldi? Saygsızca sarf edilen kelimeler, hadsiz tavırlar nasıl oldu da bu kadar güzel bir şekilde paketlenip hoşgörülü tebessümlerde karşılık bulur oldu? Yani bu nasıl bir tuzak ki, şu çok cici kız görünümündeki saygısız insan medeni dünyanın bir sembolü olarak kabul edilip baş tacı edildi? Sırf ağzı güzel laf yapıyor, iyi okullarda okumuş diye nasıl hataları sıfırlandı bir anda? Yani içerideki hiç mi önemli değil?
Tamam, paket güzel, amennah! Gençlerimiz kızı erkeği göğsümüzü kabartacak başarılara imza atıyorlar. Birkaç dil bilip yurt dışından burs kazananlar hiç de azımsanacak sayıda değil. Maaşallah Amerikalı, Avrupalı gençlerden hiç aşağıları yok beyinlerini kullanmakta.
Buraya kadarı iyi, hoş da... Mesele bundan sonra başlıyor tam da işte! Birilerine öykünmek; güzel olanı, doğru olanı örnek almak insan olma sürecinin bir parçası... Ama birileri iyi bir şeyler yapıyor diye onları yanlışını doğrusunu ayırt etmeden tıpkısıyla kopya etmenin ne alemi var peki?! Yani bu biraz işin cılkını çıkarmak olmuyor mu? Bir iki tek atmak için girdiğin bir yerden körkütük halde çıkmak, dozu kaçırıp çirkinleşmek...
Piknik yerine gittin diyelim mesela. Güneş tam kıvamında, ılık dokunuşlarla seni çekip çıkarmaya çalışıyor daldığın o derin uykudan. Hafta boyunca otomatiğe bağladın bedenini... Ruhunu askıya alıp ’onlar’ın istediği kalıba girdin. Çünkü bu ılıklık böyle okşamıyordu tenini usul usul iş yerinde, böyle şefkatle okşanan bedenlerin şeffaflaşıp ruhla bütünleşmesi şeklinde tezahür eden o mucizeyi yaşatmıyordu sana. Güneş pencerenin bir kenarına asılmış kalmış öylece duruyordu sana zerre dokunmadan, çok uzak bir yerde. Pencerenin camı izin vermiyordu ulaşmasını sana.
İşte şimdi o camlar yokken arada, güneş sana dokunabilecek kadar yakındayken; çimenleri çiğnemekten korkarak usul usul yürüyorsun o yolda, bedenini yok etmek istermiş gibi. Ama bu cennet gibi yerde ruhun bu kadar görünür hale gelmişken; o kadar şeffaflaşmış, hafiflemişken bedenin... az ötede bir yerde olmaması gereken bir şey fark ediyorsun diyelim. Mesela birkaç bira şişesi devrilmiş tahta masanın dibine. İzmaritler, cips ambalajları tamamlıyor bu manzarayı çirkin bir sırıtış gibi.
Adımların geri gitmeye zorluyor seni, o kesiti çıkarmak istiyorsun az önce içinde olduğun o muhteşem resimden. Ama maalesef gördün bir kere onu... Arkanı dönmekle yok edemeyeceğin kadar somut bir gerçeklik halinde uzanıyor önünde. Resmin bir parçası olmakta ısrarlı...
Peki sana ne yapmak kalıyor bu durumda? "Burayı çok sevdim, o yüzden onu iyisi kötüsü her haliyle kabul ediyorum. Bu yüzden de benim için şu çimenlerle bu yere devrilmiş bira şişeleri arasında herhangi bir fark yok. Her ikisi de bende aynı hoş duyguları uyandırıyorlar." diyerek gidip o masaya mı kurulursun diğer onca masa içinde? Yoksa derin bir nefes alıp arkanı döner, adımlarını o çirkinliği göremeyeceğin kadar uzak bir masaya mı yönlendirirsin?
Bizim gençlerimiz dibinde bira şişelerinin olduğu o masaya yönelir gibi yaklaşıyorlar öykündükleri o insanlara. O hatalı parçaya karşı öyle hoşgörülüler ki göremez oluyorlar çirkinliği; güzel taraflarla arasındaki sınır çizgisini kaybediyorlar. "Ha çimenler" diyorlar "ha yere devrilmiş boş bira şişeleri"...
Ayda en az dört kitap okuyan, birkaç dil bilen, dünyanın dertleriyle ilgili, okuyan, yazan, araştıran, bir şeyler üreten, sırasını bekleyen, yola tükürmeyen insanlara benzemeye çalışmakta bir sorun yok. Sorun olması bir tarafa böyle bir benzeme çabası desteklenmeli yürekten, bu çabayı gösterenlere aferin demeli; sırtları sıvazlanmalı hatta. Ama çer çöpe de dikkat etmeli o günlük güneşlik yerde gezinirken olduğu gibi. Mezun olunan okullar, verilen doktora tezleri, katılınılan yardım kampanyaları, gidilen ülkeler, dokunulan yeni yeni insanlar, hayatlar o kızı ya da oğlanı tanımlayan şeyler arasındaki yerlerini almalı âdil bir şekilde... Ama aynı şeyler şeffaf bir perde de germemeli diğer niteliklerin önüne. Yanlışları yumuşatıp sevimleştirmemeli...
O kızın o mendilci çocuğa karşı sevecen tavrı, ya da basit bir konuşmayı bile hoş bir muhabbete çeviren engin kütürü, hayatı solumaktaki büyük becerisi... örtmemeli yüzündeki onca gölgeyi... Ailecek oturulan bir kahvaltı sofrasının anlamını bilmeyenlere has o yoksunluğu, giderilmek bilmeyen sevgisizliği sarıp saklamamalı erkek arkadaşının sıcacık kolları... Sürekli değişen o sevgili yüzleri, cinselliğe yüklenen o abartılı anlam anlatmalı bir şeyleri sana: Her yer çimenlerden, ağaçlardan ibaret değil...
Özde değil sözde anneler, babalar ve çocuklar... Hep eğreti kalan kimlikler, boş kalıplar... Ve onların içini doldurmak için çırpınıp durmalar boş yere... Anne eli değmemiş bir çocuk başının açtığı koca gediği doldurmak için çıkılan keşif gezileri... O bitmek bilmeyen duraklar, yüzler... Gecenin karanlığının bir parçası olan o yerlerde içip içip kafa dağıtmalar sevgisiz bir geçmişi içinde barındıran bir zihnin kapanından kaçmak için...
Onlara benzeyeyim diye ille de çerli çöplü taraflarına gitmek gerekmiyor bu piknik yerinin. Az ileride çok güzel yerler de var. Bak, oradaki tahta sıradan göl de görünüyor. Üzerinde nazlı nazlı süzülen bembeyaz kuğular... Kimse kızmaz sana o masayı seçtin diye, çirkin görünümlere sırtını dönüp de... İstediğin tarafa yöneltebilirsin gözlerini.