- 582 Okunma
- 1 Yorum
- 0 Beğeni
Çöl Faresi İle Fil Yavrusu
(Bok Yolları Kesince)
Gün kavuşup ufuk bakır rengine bürününce göğün soluk gölgesi yere düşer. O zaman et yiyen yabanilerin av vaktidir. Karınlar zil çalarken, yuvadaki yavrular meme derken gündüz uykusundan uyanıp Afrika’nın savanasına, kayalıklı çıplak dağlarına ve sıcak çöl kumuna doğru yol alırlar...
Gündüz kumla kapadığı in kapısını küçücük elleriyle eşeleyip başını dışarıya uzattı. Küçük kara gözleri fıldır fıldırdı. Burnu koklar, kıl bıyıkları titrerken kepçe kulakları da çölün sessizliğindeydi.
Görünürde aksi biri yok, pis koku yok, ses de yok dedikten sonra kapıdan çıkıp hızlı adımlarla ev önüne indi.
Orada durup uzun arka bacakları üzerinde dikilerek boyunu büyüttü. Elleri göğsünde bitişikken çevreyi biraz da yüksekten seyretti. Ufkun cılız kızıllığı kayalar üstünde ışılarken vaktidir dedi kendisine.
Şevik bir sıçrayışla yandaki alçak kayanın düz üstüne çıktı. Orası gün boyu kızgın güneş altında kalmanın sıcaklığındaydı hala. Bu sıcaklık iki metre derinlikten çıkmış soğuk bedenine iyi geldi. Biraz ısınınca başını dikip birkaç kez uludu.
“Fare ulur mu dede, kurt mu o?”
Çöl faresi ulur. Sen de küçülüp onun kadar küçük olabilsen sanki kurt uluyor sanırsın.
“Fare ya da kurt; neden ulur ki?”
Her canlının bir hayatı vardır ve uyum sağladığı bir ortamda yaşayacaktır. Orası onun yurdu. Âdemoğlu gelip ayak basmazdan önce de yurduydu. Hayatı boyunca orada doyundu. Evi oradaydı ve yazın sıcağından, kışın soğuğundan orada korundu. Eşi oradaydı. Çocuklarını orada doğurup orada büyüttü, neslini orada sürdürdü. İlelebet sürdürebilmek için de çevresine hâkim olması, yaşam alnına sahip çıkması lazım. Yabanda hayat zordur dedem. Amansız düşmanlar, acımasız hasımlar vardır. O da düşmanlarına değilse bile kendi cinsinden hasımlarına burası benim bölgemdir diye böyle ilan etti
Sonra ellerini başına koyup düşündü. Üç yöne giden üç yol vardı. Dağ yoluna giderse dikenli kayalıklarda kırkayak, akrep gibi şeyler avlar. Çöle giderse tın kanatlı böcek, kertenkele avlar. Diğer yola girerse savanaya gider ve otluk aralarında çekirge yakalar, tohum toplar. Hangisini seçse karnı doyar ve memeleri sütle dolar.
Her gün erkenden kalkıp yol temizliği yapar. Bu temizlik merakından değil güvenlik içindir. Çünkü bir düşman tehlikesiyle karşı karşıya gelince kaçması lazım, hem de çok hızlı. Zaten çok hızlı koşar. Hem de kanguru gibi zıplayarak. Kaçarken yol üstündeki engellere kaç kere takılıp tökezlemiş, kaç kere ölüm tehlikesi geçirmişti…
Yiyecek her yerde vardı. Her yerde de tehlike vardı. Gökte kartal, doğan, yerde tilki, yılan. Bedeni küçüktü. Bunlar için bir lokma eder. Haliyle gücü de küçüktü, hangisiyle nasıl baş etsin?
Tek silahı hızı. Bir de sezileri tabii. Seziler geç kalırsa hız da işe yaramıyordu ama hayat devam etmeliydi. Suya gereksinimi yoksa bile aç yaşanmaz.
Karar verince kayadan yere inip çayırlık yoluna girdi. Kayalık dağa gitse, ya da çöle bu vakit oralarda gökten yere şimşek hızıyla ağan kartal veya doğan yoktur ama canı tahıl tohumu mu çekti yoksa çekirge eti mi bilinmez; iç sesi öyle demişti.
Yolca giderken hem av gözlüyor, hem de av olmamak için dikkat ediyordu. Hem tetik, hem atik olmalıydı. Çünkü düşman her an her yerde olabilirdi. Yürür giderken birden durdu. Sessizce karnı üstüne çöktü. Gözleri iyi görmüyordu ama kıl bıyıkları çok yakındaki bir tehlikenin varlığını haber veriyordu. Kaç dedi iç sesi. Uzu bacaklarıyla yaylı gibi sıçradığında saldıran çıngıraklı yılanın salyalı ağzı kendisinin on katı açıklığındaydı…
“Sonra ne oldu dede, yılan tuttu mu Fareyi?”
Tutamadı bu sefer. Derindeki yuvasına girip yılandan kurtulduğunda sık soluk içindeydi. Göğüs kafesi ciğerlerini patlatacakmış gibi bir inip bir şişiyordu. Korkmuş yüreği deli gibi çarpıyordu. Her şeye rağmen hala yaşıyordu ve bu yüzden sevinçliydi. Ama avlanamamıştı. Karnı zil zurna açtı. Dört aç yavru da süt süt deyip boş memelerine saldırıyorlardı.
“Zor hayat.”
Zor da kolay hayat mı var dedem? İnsanoğlunun ki çok mu kolay mesela? Gerçi ikisi aynı şey değil. Yanlış kıyas oldu.
Hayvanların güdüleri var tek, aklı yok ki! Yaşamak için öldürecekler, tek çareleri bu. Tabiatın kanunu. Oysa insan öyle mi? Ayağa kalkınca elleri çalışmadı mı? Elleri çalışınca aklı çalışmadı mı? Tabiatın kanunu her canlıya aynı ama o aklıyla uygarlaşıp hayvansı güdülerini bastırıklamadı mı?
“İnsanlar da hayvanlar gibi mi yani?”
Kimisi öyle dedem, kimisi böyle… Yaşasınlar, yaşatın diyeni var. Yaşasınlar ama uzun yaşarlarsa çok olurlar, çok insanı bu dünya almaz, kimini öldürüp azaltın diyenler var. Savaşlar niyedir? Niye var? Birinin silah gücü varsa ötekinin çok askeri var. Koca kartal doğum yaparken yakaladığı çaresiz fareyi neden yemedi sence?
“Neden?”
Zavallı fare korkusundan tir tir ederken eğilip kulağına ne dedi?
“Ne dedi?”
Üç yetmez beş isterim. Beş de yetmez, yedi…
“Kartala ne farenin kaç yavru yapacağından?”
Olur mu dedem? Çok olursa karnı şişecek, az olursa onunla yetinecek. Hiç olmazsa açlıktan ölecek.
“Yılan yesin, kaplumbağa yesin o da!”
Aynı kural onlar için de geçerli değil mi? Fare bu yüzden çok yavru yapar. Üçünü, beşini tilki, yılan yerse biri ikisi sağ kalsın ki nesli devam etsin.
“Ya çok çocuk yapan insanlar?”
Savaş dedem, savaşlar. Çok silahın yoksa çok asker lazım. Üçü kurşun yerse ikisinin sağ kalıp yedeklik yapsın...
“Zor hayat…”
Önceleri karı koca iki kişiydiler. O zaman hayat biraz daha kolaydı. Bir gün biri, bir gün diğeri çıkıyordu ava. Biri avdayken diğeri yuvada kalıp göz kulak oluyordu yavrulara.
Daha bir hafta öncesiydi. Av sırası baba faredeydi. Aynı şekilde aynı yola çıkmış, aynı yerde aynı yılanla karşılaşmış, o da aynı şekilde kaçmıştı. Ama geriye değil de ileriye. Düz yolda uçarca koşarken yolu kesmiş fil bokuna toslayınca çıngıraklıya lokma olmuştu.
O günden beri yalnızdı ana fare ve yalnız hayat daha da zordu…
Gene çıktı kapıya. Hava kararmıştı bu kez. Günün son ışıkları yeryüzünde tütmüyordu turuncu rengiyle. Ve çöl ayazı vardı. Gene gözledi, gene dinledi. Ve gitmeliydi. Bu sefer savana değil çöl yolu dedi kendisine. Gitti, gitti. Koşarak. İlk kum tepesinde akrep çıktı karşısına. Kendisi gibi o da avcıydı. Karşı karşıya gelince araya mesafe koyup durdular. Fare ayağa kalkıp yükseldi, akrep de zehirli kuyruğunu gösterdi. İkisi de avcıydı ama birisi av olacağa benziyordu bu gece.
Bir süre sonra fare atak yaptı, akrep kendini savundu. Akrep atak yaptı, fare geriye kaçtı. Mücadele o şekil devam etti. Psikolojik savaştı bu. Sonrasında göğüs göğse çarpıştılar; ya ölüm, ya kalım diyerek.
Amansız savaştan galip çıkan fare akrebi yedi.
Tabiat kanunu dedem…
“Acımasız… Et değil ot yelser böyle olmazdı.”
Ot topraktan çıkınca havayla soluklanır. Güneşi görüp ısınınca uzar, dallanıp budaklanır. Tavşan gelip onu yer. Ot yiyen tavşanı tilki yer, onu daha büyük ve daha güçlü biri. Böyle gider bu. En küçüğünden en büyüğüne kadarını da insan yer. Tahılı bulduk biz, mısırı, kuru fasulyeyi deyip et yemese olmaz mı? Olur olmasına da her ne kadar evrimleşip insan şekline büründüyse de bir yanı hayvandı gene. Çünkü çok çok eskiden kan bulaşmıştı dişine…
Gelirsek fareye; fazlaca uzatmadan. Bir gün dağa giden patikada temizlik yaparken kartal pençesine sıkışıp kayalıklara gittiğinde onun da yaşamı bitti.
Dört yavru toprak altındaki evlerinde hem yetim hem de öksüz kalmışlardı. Oysa büyüyeceklerdi. Büyüyünce karanlıktan çıkıp güneşi göreceklerdi. Yeli dinleyecek yeşili seyredeceklerdi. Oyunlar oynayacaklardı. Sonra ana baba olup familya hayatı yaşayacaklardı.
Bir gün, iki gün, üç gün beklediler; süt diyerek, et diyerek. Gelen, giden yoktu. Ya ölecekler, ya da direnecekler.
Dördüncü günü en büyük ve en güçlü olanı karar verdi. Direnmeliydi. Direnmek yetmez, diklenmeliydi.
Anasından gördüğü gibi kapıya yöneldi. Dışarıyı görünce ürperdi. Ama yürü dedi kendisine
Önünde üç yol vardı, acaba hangisine?
Rast gele bir yola girdi. Giti, gitti, gitti. Yolda rüzgârın getirdiği top dikenler vardı; onları tekmeledi. Uzamış otların dalları vardı; dişleriyle kesip kenara itti. Çekirge gördü, erişemedi. Kelebek gördü, ne olduğunu bilemedi.
Hayat yolunda yürüyüp gitti. Gitti ama yol engebeliydi, koca bir kütle önünü kesti. Neydi bu, daha önce hiç görmemişti ki!
Görmediğin bir şeyi bilebilir misin dedem? Dokunman lazım. Sen ateşi bilir miydin? Dokundun, elin yandı. Öğrendin. Soğuk da öyle; üşümeseydin bilebilir miydin? Âşık olacaksın biraz daha büyüyünce; dokunmazsan onu da bilemezsin.
Neyse dedem…
Savanada filler varmış otlayan. Arka ayağı da fare yoluna basmış bir kütle. Ama yavru fare bilmiyor; yaklaştı yanına. Dokundu. Farklı bir sıcaklığı vardı. Ve kokusu. Çekil yolumdan dedi. Fil işitmedi. Küçük elleriyle çizikledi ayağını; bana mısın demedi.
Yavru fare için yol bitmiş gibiydi. Ama ya ölüm, ya kalım!
Sonra gök karardı. Kara bir kütle üstüne ağdı. Bir daha, bir daha; peşi peşine… Kaçmasaydı altında kalacaktı. Kurtulunca başını kaldırıp göğe baktı. Ejderha dedi. Ne çok yemiş; boku dağ kadar!
O zaman tanıdı onu; fil dedi. Oysa fil yavrusuydu o. Anasının anlattıkları geldi aklına. Babası kaçarken yola düşen bok yığınına çarpıp çıngıraklıya lokma olmuştu. Korktu. O yılan gene buradaysa!
Ne yapacağını bilemedi tabii.
Sonra bir mucize oldu. Bir sürü helikopter vardı gökyüzünde; ona doğru geliyordu. Savaş dedem! Güçsüzün çok askeri varsa güçlünün etkili silahı vardır demedik mi? Her şey zıddıyla; akla kara, geceyle gündüz, soğukla sıcak, dişiyle erkek…
Mucize miydi bu? Bok böcekleri helikopterler gibi gelip tek tek indiler ve fil bokuna üşüştüler. Çarçabuk bok topu yapıp yolu temizlediler…
“Ben gidiyorum dede!”
Nereye?
“Eve. Üç yol var dedin. Biri dikenli pıtraklı, biri tozlu topraklı, biri de taşlı ve çakıllı. Yılan dedin, kartal dedin; hem de fil boku!
Babam iştedir şimdi, ekmek peşinde; annem de merdiven temizliğinde. Yılan koca ağzını açıp babamı yutarsa, keskin tırnaklı kartal annemi kapıp dağlara kaçırırsa ne yaparım?
Ben asfalt yolu biliyordum tek; bas gaza git Burgaz’a. Burgaz nerede? Hem ehliyetim de yok benim…”
Masaldı anlattığım, niye korktun ki dedem?
LaTekmen. 24/Ekim/2016 Bergos