- 677 Okunma
- 4 Yorum
- 0 Beğeni
'curiousity killed the cat'
Bugün de kaybetti. Ona itiraf etmem gerekiyordu kaybettiğini ama öylece ‘kaybettin’ demekle elime bir şey geçmeyecekti. Zaten elime bir şey geçmesi için ona kaybettiğini söylemek istemiyordum. Parmaklarımın arasında gezindirdim kalemi. Eğer önümde duran kâğıda bir şeyler yazabilseydin, ona kaybettiğini söyleme ihtiyacımı erteleyebilirdim.
Telefon çaldı. Korniş aksi olmadığı zamanlarda perdeyi çektiğimde sıkıntı oluşturmuyor. Ara sıra onun da canı sıkılıyor. Gece gündüz vampir gibi asılı kaldığı kornişlerde hayatını geçiriyor. Hayat üzerime iyice geldiği zamanlar, onu birkaç saatliğine serbest bırakıyorum. Çamaşır makinesinde keyif ediyor. Ne güzel! Yavaş yavaş yıkanıyor, sıkmadan, sıkılmadan. Köpükleri ak gerdanında tutuyor çoğu zaman. Camdan onu izliyorum. Bacaklarını sımsıkı sarıyor, birleştiriyor dizlerini.
Uzun bir süre daha hiç çalmayacağını düşündüğüm telefona bakıyorum. Birkaç yerinde çatlak var. Daha hasarlı bir düşme ya da çarpma sonucunda hayatını kaybedebilir. Onun için elimden gelenin en iyisini yapıyorum. Kimseye telefon açmıyorum. Fakat en azından ‘kaybettim’ diye mesaj atabilirdi. Sahi, ne değişecekti ki?
…
‘Baba’ dedi, ‘sana gelmek istiyorum.’ Yanında duran kadın ‘gitmeni istemiyorum’ dedi. ‘Niye’ dedi defalarca çocuk. Aslında artık çocuk da değildi. Çocuk olmamak için hayat onu gereğinden fazla sarsmıştı. Burnunu karıştırdı. Islak bir sümüğü sol avucuna yasladı. Sağ elinin işaret parmağıyla ıslak sümüğü avucunda bir süre gezindirdi. Yeterli sertliğe erişinceye kadar hareketine devam etmek istese de, oturma odasının kapısını gözüne kestirdi. Kapıyı tutmadan, mutfaktan bağıran kadına ‘gideceğim’ dedi. Kapının arkasına doğru eğildi. Alt menteşeye doğru parmağını uzattı. Menteşenin alt tarafına sümüğü yapıştırdıktan sonra ayağa kalktı. O an kadın mutfaktan oturma odasına doğru geliyordu. ‘Ne yapıyorsun orada?’ dedi. ‘Hiç’ dedi, ‘koca bir hiç.’
Annesini böyle bir mevsimde yitirmişti.
…
Kapıyı açtım. Poşetin içerisinde tenceremi gördüm. Mavi renkte, çelik tencerem poşetin içerisinde duruyordu. Poşet yerde dururken, ıslak bir çöp poşetini tutuyormuş gibi hissettim. Poşeti çıplak elle tutamadım. Mutfağa döndüm. Sarı bezi yatırdığım çamaşır suyundan çıkardım. Üzerine bulaşık deterjanından döktüm. Limoni bir sarılık ellerimin arasında kayganlığını her an yitiriyordu. Sol musluğu çevirdim. Sıcak suyun akması için yirmi bir saniye gerekiyordu. Bekledim.
Bez kendine gelmişti. İyice sıktıktan sonra onunla beraber kapı önüne döndüm. Poşetin ucundan tuttum. Poşeti mutfağın fayansı üzerine koydum. Tencereye baktım. Çıkmak, poşetten kurtulmak istiyordu. Onu orada bıraktım.
…
Uzun bir süredir sürmediğim bisikleti almak için bodruma indim. Bisikleti ters çevirip, aksamlarını poşetlerle kapatmıştım. Poşeti çıkardım. Tek tek poşetleri düzgünce katlayıp, sepetin içine koydum. Bisikleti kucaklamadan önce evden getirdiğim limoni bezin üzerine, yarım litrelik pet şişeden biraz su döktüm. Bisikleti silmeye başladım. Zincir fena gözükmüyordu. Sabırsızlandığım için kucaklayıp, bisikleti çıkardım. Bacaklarım ayrı bir dünyaya intikal ederken, yerçekimini unutmamam gerekiyordu. Bunu biliyordum. Geçen gün bir arkadaş parti olduğundan bahsetti. Şehrin belalarından uzak da, gençlere düzenleyecekleri reggae partisinden bahsetti. ‘Parti adı reggae mi olacak’ diye sordum. ‘Evet’ dedi, ‘yoksa sakıncası mı var bu aralar’ diye de ekledi. Bu soğukta amaçlarının ne olduklarını başta kavrayamamıştım. Gençler sınav öncesi rahatlamak için böyle bir fırsatı es geçmek istemiyorlardı. Dedem gibi konuştum:’ Namaza çağırsalar böyle gitmezler.’ ‘Sen de ne antika adamsın, gelmiyorsan gelme’ deyip, parti akşamında aksilik çıkmaması için son düzenlemeleri yapmak için çekip giderken, ‘beni tanımıyor bu’ dedim.
Bisikletle ilk başta her şey güzeldi. Biraz hızlanmak için zorladım bacaklarımı. Hızlandım. Daha hızlanmam gerekiyordu. Üşüyordum. Üşümemem gerekiyordu. Hızla pedalları çevirmeye başladım. Yirmi birinci vites sabitti. Kanalizasyonları yeniledikleri sokağa girerken frene basma ihtiyacı hissettim. Bu aslında histen öte, olması gereken bir hareketti.
…
‘İzmir’e gidiyorum’ diyeli bir ay olmuştu. Evlerini yaza kadar eşyalı kiraya vermeyi düşünüyorlardı. Söyledikleri miktar neredeyse asgari ücrete denkti. Bir şey demedim ama o gülmeye devam ederken kendime hâkim olmam gerekliliğini fısıldadım. ‘Bir şey mi dedin’ dedi. ‘Yok’ dedim, ‘aklıma bir şey geldi, yapmayı unuttum, ben ona bir bakayım.’ ‘İyi, bak’ dedi ‘ama sen de duyarsan birisini, yaza kadar öğrenci möğrenci kiraya verelim şu bizim evi.’ ‘Siktir lan ibne’ dedim. İzmir’e gidiyordu. ‘Küfür mü ettin’ dedi az önce. ‘Baksana’ dedim, ‘denize işiyor deli.’
Benden çakmağımı istedi. Pantolonumun her iki cebinde de çakmak vardı. Yıkayınca temiz olması muhtemel ufak olanını uzattım. Yanılmıştım. ‘Gitmeden tekrar görüşelim’ dedim.
…
‘Ellerini öptüm. Öyle böyle değil. Hani denizden çıkan canlı balığı avuçlarımda tutar gibi, okşadım kuyruğundan sanki. Ağzında gezindirdim parmaklarımı. Yapma be böyle dedim. Dinlemedi. Yine de son sözü onun söylemesini istedim. Ben ne istiyordum biliyor musun? Ya, belki küstahça gelebilir, yani, şu mezarlığa kadar adımı unutayım fakat birisi benim için ağlasın isterdim. Ya, tamam, küstahça diyorum ama sence de güzel gelmiyor mu kulağa? Birisi senin için ağlıyor.’
Taleplerinin karşılanması için farklı yollar arıyordu. ‘E’ dedim, ‘birisi senin için ağlayınca nasıl hissedeceksin ki?’ Garip konuşmuştu. Normalde daha normal biri gibi duruyordu ama bu sefer Musa’nın kafayı sıyırdığını düşünmeye başlamışken, ‘yanlış anlama beni’ dedi. Değerli olduğumu hissetmek istiyorum. Başımı kaldırdım. Duman başımdaki örümceğe teğet göğe yükselirken ‘değerli olduğunu hissetmenin başka bir yolu olamaz mı’ diye sordum. ‘Ya abi, düşünsene’ dedi, ‘biri senin için ağlıyor. Bundan ötesi var mı?’ Merak ettiğim için ne anlatamaya çalıştığını irdelemek istedim. ‘Tamam, diyelim mesela ben senin için ağlıyorum. Bu seni iyi hissettirir miydi?’ ‘Esat abi’ dedi, ‘hani bisikletten düşmüştü. Eşiyle de arası bozuktu. Şimdi de pekiyi değil ama o ara hastane de eşini gördüm. Kadın ağlamaklı dolanıyordu odanın içinde. Yani nasıl desem, sevmediğin biri için ağlamaklı olur mu be abi insan?’
Tavana bakındım. Yıldızları görmem imkânsızdı. Bulutlar serseri bir motor çetesi gibi etrafı sarmışlardı. Depo altına led aydınlatma yaptırmış choppercı Selim gibi dar bir tulum içerisinde hissediyordum bedenimi. ‘Bana çok mantıklı gelmiyor’ dedim. ‘Yani, biri senin için mutlu olursa daha iyi olmaz mı’ diye de ekledim. Dumandan başını sıyırmayı başardı. ‘Bir ses var, duydun mu’ diye sordum. ‘Yok, yok’ dedi, ‘fakat gülmek konusunda ben de aynı şeyleri önceleri düşünüyordum. Sahici gelmiyor. Ağlamak daha inandırıcı, kalpten, yani kolay mı sence ağlamak?’
‘Baksana’ dedi. İllet olduğumu fark ettirmedim kendisine. ‘Baksana’ diyen birinden genel de rahatsız olurum. Zaten yanındaysam, sağır olmamışsam mutlaka onu can kulağımla dinlerim. Bunu bilmesine gerek yoktu. Yine de rahatsız oldum. Bakmaya çalıştım ama yüzünün fotokopisini çekip, tekrar göğe baktım. ‘Evet, dinliyorum’ dedim. ‘Sen ağlar mıydın peki’ dedi. ‘Nasıl’ dedim. ‘Yani biri için ağlar mısın’ diye sorusunu yineledi. Oturduğum kayadan düşecek gibi hissettim. Elime aldığım taşı kendime fırlatmak istedim. Ayağa kalktım. ‘Ne oldu, sıkıldın mı sorumdan’ dedi. Küfür etmek için bile yorgun hissettim kendimi. Zaten bu aralar çok küfrediyorum diye düşündüm. Sahi, küfürlü konuşmaktan kendi ağzını özleyen biri olduğumu geçenler de söylemiştim. Kendi kendime bu kabulü geri çevirmemiştim de. ‘Hava soğudu, esiyor artık, bu bahar, o bizim beklediğimiz bahara da hiç benzemiyor. İyisi mi yürüyelim biraz’ dedim. İnat etmişti, illa cevabı duymak istiyordu. ‘Yürürken’ dedi, yürürken mi cevap vereceksin? Düşünebilirsin elbette öyle basit bir soru değil.’
…
Limoni bezi gördüm en son. Gözlerimi açtığımda yaşlıca kadının biri bağırıyordu: ‘Kediyi ezdi acımasız. Can çekişiyor zavallı. Zalim. Zalim. Zalim. Öldürdün kediciği. Hayvan herif. Gördüm seni. Bu kadar hızlı bisiklet mi sürülür! Zalim, zalimsin sen. Kediyi öldürdün, kediyi.’ Neler olduğunu bisikleti üzerimden alıp, ‘gardaş, ayağa kalkabilir misin’ diyen siyah deri ceketli adamın sesini duyunca tam olarak algılayabildim. ‘Yırtmışsın montu gardaş’ diyordu adam. Üzerime baktım. Yaşlıca kadın kedinin önünde çömelmiş, bana saydırmaya devam ediyordu.
Ayağa zor bela kalktığımda çok geçmeden sol ayak bileğimi burktuğumu anladım. Kediyi gördüm. Kan akmıyordu herhangi bir yerinden. Simsiyah bir kediydi. Yanına yaklaşmak istiyordum ama yaşlıca kadın kendi gibi birkaç insanı da etrafına toplamış, bana topluca saydırmaya başlamışlardı. En azından kedi ölmemişse, okşayıp, gözlerine bakmak istiyordum. Siyah deri ceketli adamın ceketinin kokusunu aldığımda, adam koluma girmiş, ‘iyi misin’ diyordu. Fırsattan istifade elini pantolonumun arka cebine attığını fark ettiğimde, göz göze geldik. ‘Hayırdır’ dedim. Acı içinde olmama rağmen aklımı kaybetmemiştim. ‘Ne oldu gardaş’ dedi siyah deri ceketli adam. ‘Fırsattan istifade cüzdan mı aşıracaksın’ dedim. ‘Yapma gardaş, günahımıza giriyorsun, elim çarptı, yanlış anladın.’ Sinirliydim. Haddinden fazla sinirlenmiştim. Bir yanda yaşlıca kadınlar korosu sayıklarken, diğer taraftan yardım ayağına cüzdandan olacaktım. ‘İşine, hadi yallah, yardımına başlatma şimdi’ derken, siyah deri ceketli adam yaşlıca kadınların yanından topuklarken ‘hem kediyi öldürdü hem de bana hırsız diyor. Yardım etmek de günah oldu bu devirde. Ne halin varsa gör’ diye bağırınca, yaşlıca kadınlardan bana sövmeyi görev bilmiş ilk kadın ‘ayıp be, ayıp, insanlık kalmadı bu memlekette, ayıp, sizin gibi insanlar olmaz olsun’ demeye başladı. İyice sinirlenmiştim. Ağzımdan kötü söz çıkmasını istemiyordum. Bisiklete tutunarak, adım atmaya çalışsam da, sol ayak bileğim buna izin vermiyordu. Kaldırıma doğru bisikletle gelebildiğime şükrettim. Zor da olsa bisiklete bindim. Sağ ayağımla iterek eve kadar gidebilirsem benden iyisi olamazdı.
…
Perdeyi makineden çıkardığımda, karşımda duran manzara karşısında ne diyeceğimi bilemedim. Perde büzüş büzüştü. ‘Ne oldu sana böyle be’ dedim. Altmış derecede yıkanmış perdeye bakıyordum.
…
Parti akşamı belirlenen saatten yarım saat sonra ve tek başıma parti mekânına vardığımda, açık havada yapılacak partiye, organizatörden başkasının gelmediğini görünce güldüm. Piknik masasına geçmiş, denize bakıyordu. ‘Parti başlamadan bitti sanırım’ dedim. Sesimi duydu ama başını çevirip cevap vermeye tenezzül etmedi. ‘Ne oldu’ diye sordum. ‘Parti marti olmaz olum bu işler, hala eski kafadasın’ dedim. ‘İçtiğin sigara bile sırf kızları ayarlamak için en hafifinden, olmaz böyle’ dedim. ‘Akşamı cemaatle kılsaydın daha iyiydi be’ dedim. ‘Kiralamak için bir de buraya para verdin değil mi’ dedim. Müzik çalıyordu hafiften. ‘Bu’ dedim, ‘bu şey değil mi ya?’ Sustum, düşünüyordum. ‘Hah, buldum’ dedim, ‘buldum evet, Caterina Caselli bu, disperatamente lo ti amo, bir ara deli gibi dinlerdim, remix de fena olmamış. Kim bunu şey etmiş yeniden?’ ‘Frenic’ dedi, sesini duyduğum için mutlu oldum. Tekrar gülümsedim, ‘sıkma lan canını’ dedim. Bir fikrim vardı. Ona bu fikrimi açarsam, biraz olsun can sıkıntısını hafifletebilirdim. ‘Uzun zamandır aklımda bir proje var. Ben uygulayamam öyle şeyler. Sen de basıyor akıl böyle şeylere. Bir kulüp kuracaksın. Ne olduğu pek önemli olmasa da benim aklımda kitap okuma kulübü var. Ya aslında dünyada çokça uygulanan bir şey ama bunu buralarda pek uygulayan da yok. Yani en azından burada ben görmedim. Varsa da ben görmedim. İyisi mi sen bir kulüp kur, git üniversiteye, artık kiminle görüşülür, edilir de bilmem ama bu proje bak tutar. Kendi fakültende kur önce. Sonra bir bakmışsın diğer fakültelere, bölümlere sıçramış. Herkes haftanın belli günleri kitap okuma günleri yapar. Neresi kötü kitap okumanın? Ayrıca madem yalnızlıktan sıkılıyorsun, oraya gelip gidenler olur. Düşünsene? Gözlüklerini çıkarınca çirkin Betty olmaktan kurtulacak bir sürü kız vardır ayrıca. Ne dersin? Hem kulüp organizatörü yine sen olursun. Senin istediğin tarz da işler sürer gider. Ha? Şişt? Ne oldu, donup kaldın mı bu muhteşem fikir karşısında?’
Kumun üzerinden aldığım taşı denize fırlatırken, ‘saçma fikirlerini kendine sakla. Hem ne işin var senin burada, hani gelmeyecektin?’ dedi. Yüzüne baktım. Biraz önce muhteşem bir fikir var olmuştu ve çok geçmeden çöp oluyordu. ‘Sence de iyi fikir değil mi şu kitap okuma kulübü?’ diye sordum. Çok geçmeden ‘ya git işine n’olur, beni yalnız bırak’ dedi. Cevap vermeden tarak kemiklerimi kırıp, geri döndüm. Kapıdan çıkarken ‘ben bunu seneler önce niye düşünmedim ki? Ne aptal bir insanım sahi! Böyle muhteşem fikirleri, bu asalak gibilerine gelip anlatıyorum bir de’ dedim. Kendimi cevaplayacak ve tasdik edecek gücü bulamadım. Sol ayağımı hapiste şiş yemişler gibi sürüklerken, sağ ayağım ‘hadi’ diyordu.
…
Apartmanın dış kapısına vardığımda, bisikleti tekrar bodruma nasıl koyacağımı düşünüyordum. Kilidi olmadığı için dışarı da koyamazdım. Eski olsa da, bisiklet hırsızları için kilitsiz bir bisiklet kısa günün karı olabilirdi. Kapıyı anahtarla açtıktan sonra merdiven bitişiğindeki duvara bisikleti dayadım. ‘En azından ayağım az iyileşene kadar burada dursun, bodruma indiririm sonra’ diye düşündüm.
Akşam yemeğini düşünecek halim yoktu. Altı yumurta kırar, yerim diye düşünürken, zil sesini duydum. Bir kere çalmıştı kapı zili. Sonra iki kere kapıya parmakla vurulmuştu. ‘Kim lan benim kapımı çalıyor?’ diye yatakta söylendim. ‘Yoksa kediye çarptığımı gören mahalleli kapıma mı dayandı?’ diye söylenmeye devam ederken, kapıya doğru zor da olsa vardığımda, kapıyı açtığımda karşımda yöneticiyi gördüm. Selam bile vermeden ‘o bisikleti oradan kaldır, niye oraya koydun’ dediğini duydum. Adam karşımdaydı ama sanki başkasıyla konuşuyordu. ‘Kime diyorum, zaten dört yıllık aidat borcun duruyor, bir de bisikleti girişe koyuyorsun. Koskoca bodrum var, bodrum.’ Biraz duraksayıp, tekrar konuşmaya başladı. Ona bakmıyor gibiydim. Poşetin içinde tenceremi getiren karşı komşumu düşündüm. Bir daha o çelik kapıyı açmakta zorlanmayacak ve beni de yardıma çağırmayacaktı. Hem ben bütün işleri bozan bir adamım. Anahtar daha rahat girsin diye motor yağını anahtar deliğine sıkan birisiyim. Karşı komşum iki hafta önce Türkiye’den ayrılmıştı. Yönetici karşımda durmaya devam ediyordu. Sol dizime kadar pijamamı katlamıştım. Bacağıma krem sürmüştüm ama bir bezle sarmak istemiyordum. Kremli bacağım çarşafı mahvedebilirdi. Umurumda bile değildi.
‘Bacağına ne oldu?’ diye sordu yönetici. ‘Bisikletten düştüm’ dedim. ‘Hadi ya’ dedi, ‘nasıl düştün?’ ‘Kediyle çarpıştım, düştüm işte, burktum ayağımı’ dedim. Daha fazla konuşmak istemiyordum. ‘Kediye çarpıp kaçan zalim sendin demek’ dedi. Afallamıştım. Bu kadar çabuk mahalleye yayılacağını bilmiyordum. Evet, kediye çarpmıştım ama bilerek yaptığım bir şey değildi. Suç bende değil, frenleri tutmayan bisikletteydi. ‘Zavallı kediyi veterinere götürmek istemişler ama kedinin canı ne olacak, dayanamamış tabi, iç kanamadan ölmüş’ dedi. ‘Allah rahmet eylesin’ dedim. ‘Alay mı ediyorsun bir de’ dedi yönetici. ‘Yok’ dedim, ‘Allah yavrusundan ayırdığı farelerin cezasını kediye yazmasın’ diye de ekleyince, ‘ya sen ne aymaz bir insansın, serseri, dediğine bak bir de’ derken, bu konuşmanın mantıklı bir sonu olmayacağını düşünerek, ‘kusura bakmazsanız dinlenmek istiyorum, ayağım ağrıyor, sonra konuşuruz. Ayrıca bisikleti yarın bodruma koyacağım, söz’ diyerek kapıyı kapatırken, yöneticinin hala söylendiğini, bana saydırdığını işittim. ‘Of be’ dedim, ‘hepiniz de kedi sevici çıktınız, sıktınız be, günahı benim boynuma, işinize bakın.’ Yatakta söylenmeyi kestim. Krem etkisini göstermeye başlamıştı. Heyecanlı bir bekleyiş içerisindeydim. Kremin kokusunu özlemiştim. Ayak bileğim ısınıyordu.
…
İki hafta sonra telefonuma gelen mesaj ben de buruk bir sevince sebep olmuştu. ‘Abi’ yazıyordu mesajda, ‘dediğin kulüp meselesi fena tuttu. En yakın zamanda görüşelim.’
Duvardaki resimler arasında yapıştırdığım kitap listesine baktım. Bu listeyi bitirmeden insanlar arasına katılmamak adına kendime söz vermiştim. Birkaç yıl bu sözümü tutmam gerekiyordu.
…
Gözyaşlarını sildi. ‘Annem öleli on bir sene oldu. Ben on bir senedir çocuk değilim. Bana çocuk demeyi kes artık, babama gideceğim, bugün orada kalacağım’ dedi çocuk.
…
Perdeyi astım.
YORUMLAR
yazarın burda birkaç virajlı yoldan sonra trampole yuvarlandığını görüyoruz...yani kendi adıma plural konuşuyorum burda yine...kim neyi kaybetti? neden? sorularından sonra başka konulara yatay geçişler var...çocuğa yazının orta bir yerinde yerdeki döşeğe yer açmak geliyor içimden nedense...
ben de geçenlerde yoldaki fareninin üstünden geçtim...ezmiş de olabilirim karanlıktı emin değilim...
ölmeyi ara ara düşünüp erteleyişimin tek nedeni; arkamdan ağlayanlara vereceğim eziyet ve acıdır başka bir şey değil...sen ölmüşsün, acı çekmiyorsun artık...vur kafayı yat gitsin yerde demi sana ne arkandan ağlıyorlar mı, göbek mi atıyorlar...rahat da ölemiyoruz ki işte...naparsın...